5 Nisan 2014 Cumartesi

ÇAĞDAŞ KÜLTÜRÜN İZİNDE BİR SANAT MERKEZİ


Kedi Kültür Sanat Merkezi

  

Menderes Nehrinin zehir taşıdığını, Marmara’da canlı yaşamın tükenmek üzere olduğunu, Anadolu halkının tarlalarını bırakıp kentlere doluştuğunu, HES’lerin getirdiği felaketi, Türkiye’de tarımın ülkeyi dışarıya mahkûm eden bir düzeye gerilediğini, köyüne dönmeyen halkın milyonlarcasının kentlerde iş aradığını gazeteler yazıp okudukça eminim sizin de benim gibi içinizi bir umutsuzluk kaplıyor.  Hele günümüzde büyük kentlerdeki gökdelenlerin ve alışveriş merkezlerinin bolluğu gelişmişliğin simgesi sayılmıyor mu!  Büsbütün çıldırıyorum.

Böyle gazete haberlerini okudukça kendinizi sorular sormaya, bir şeyler yapmak için çözüm arayışları içine girmeye başlıyorsunuz. Hele Türk toplumu bütün uluslararası önemli istatistiklerde gerilerden geliyorsa, eğitimde sekseninci, sanayi üretiminde, toplumsal gelişmede, demokraside gelişmiş ülkeler arasına giremiyorsa çağa yetişmekte zorlanmasının nedenlerini düşünmekten kendinizi anlamıyorsunuz.

Hepimiz daha iyi bir dünya düşleyen insanlarız.  Yaşam çok yönlülüğüyle, değişiklerden yana tüm zenginliğiyle ancak kültür ve sanatın içinde yer alır.  Bize dünyadan ve insandan umut kesmemeyi söyleyen kültür ve sanat en umutsuz anlarımızda bize umudun şarkısını söyler.  İçinde bulunduğumuz koşullar ne olursa olsun, güncel olayların dar kalıplarından çıkabilmek, yaşadığımız çağı, insanın binlerce yıldır sürüp gelen uygarlık mücadelesinde insan olmayı, insan kalabilmeyi öğretir.  Günler, gelir geçer; kalıcı olan insanlık ve değerlerimizdir.

Ben böyle umutsuzluğa düştüğüm zamanlarda sanata ve kültüre daha çok tutunurum. Çağı yakalamanın özünde bilinçlenmenin, kültürlenmenin yattığını bilirim. Evrensel kültürün varlığını, çağdaş kültür ortaklığının, insanlar arasında, en önemli birleştirici temellerinden biri olduğunun bilincini taşıyorum. Çünkü kültür diye adlandırdığımız şey bizi biz yapan, bizi insan yapan, yaşanmışlıklarımızın toplamı.

İnsanın etrafında sanat ve kültürün konuşulması beni umutlandırır. Şehirlilik bir arada yaşamak değildir sadece, aynı zamanda bir düşünce üretme merkezidir.  Kültürel etkinliklerin gerçekleştiği ortamların olması yaşamımızı daha da güzelleştirir. Henüz alınacak yollar bitmedi, içine kapanık ve dış dünyaya ilgi duymayan ortaçağ yaşantısı hissini üzerimize bir giysi gibi taşımayı hiç birimiz istemiyoruz.

Benim ve benim gibi düşünen pek çok insan gibi, İzmir’in kent kültürüne hizmet eden bir kültür sanat merkezinden, Kedi Kültür Sanat Merkezi’nden söz etmek istiyorum. Orayı size şöyle tanıtabilirim.  Kedi Kültür Sanat çoğu kişi için bir ev.  Bir sığınak. Bir düşünce üretme merkezi. Günlük hayatın keşmekeşinden kaçıp kendinizi rahat hissedeceğiniz özel bir mekân.  Sizi bekleyen, size kapıları açan bu mekân kendinizi tamamlayacağınız, kendinizi bir bütün hissedebileceğiniz, sizin önemli bir parçanız olacak.

Bu ay size Güniz Gürsoy Can’la yaptığımız söyleşiyi sayfalarımıza taşıyoruz.



Bize kendini tanıtır mısın? Kedi Kültür Sanat’ı açmana yönelmen nasıl oldu?


İzmir Amerikan Kız Kolejini 1974 bitirdikten sonra Ege Üniversitesi İktisadi Ticari Bilimler Fakültesi Pazarlama Bölümünden mezun oldum. Evliyim. Deniz isminde bir kızım var.
16 yaşından beri çalışma hayatının içindeyim. Önceleri babamla birlikte, daha sonra eşim Cengiz’le ticaret ve ithalat şirketlerimizde çalıştım. Kedi Kültür'ün bulunduğu binada kiracımız çıkınca farklı bir iş olan galericiliği gerçekleştirmek istedik. Ben biraz yapım gereği farklı şeyler de denemek istedim. Daha önce dernek çalışmalarından atölyeler ve organizasyonlar bana ilginç geliyordu. Bu nedenle Kedi Kültür Sanat Merkezi'ni kurduk.


Ailenizin kültüre olan yakınlığından söz edelim isterseniz. Babanız Murat Gürsoy İzmir'in ticaret yaşamında önemli bir isim olmasının yanında çok değerli inceleme kitaplarına imza attı.  Kardeşiniz, Müge Gürsoy İstanbul'da Metis Yayınlarının kurucusu ve yöneticisi.
Bu aile çevresindeki, ilk etkilenmelere dönelim isterseniz. Bu aile ortamı sizi nasıl şekillendirdi?

Babamla uzun yıllar birlikte çalıştığım için ondan çalışma disiplinini ve yaptığım işte en iyisi olmak için çok çalışmayı öğrendim. Evde daima kitap okuyan anne ve babamız da eminim kardeşim Müge’nin ve benim kitaplarla olan yakınlığımızı ve duygu bağımızı etkilemiştir. Fakat beni yetişme çağında en çok etkileyen okul ortamı, İzmir Amerikan Koleji'ndeki öğretmenlerim, okulun binlerce kitap dolu kütüphanesi olmuştur. İngilizce ve Türkçe kitapları okuyup derslerde tartışmak, okulda drama kulübünde ve koroda sahneye çıkmak, çeşitli sosyal etkinlikler, beni kültür açısından bu günlere hazırladı diye düşünüyorum. Resim öğretmenim Aysel Çırpanlı da resmi sevmemi sağlayan ve daha sonra destekleriyle Kedi Kültür Sanat Merkez’ini açmama yardımcı olan kişidir. Ailemle yaptığımız seyahatlerde küçük yaşlardan itibaren yaptığımız galeri ve müze ziyaretleri ve klasik müzik konserleri de mutlaka sanata olan yakınlığımın gelişmesine katkı sağlamıştır. Sadece plastik sanatlara değil, tiyatro, opera, modern danslar, bale gibi sahne sanatlarına da düşkünüm. Sanatın bütün dalları beni kendine çeker.

Babandan söz edelim istersen.  Onu bize tanıtır mısın?

Babam Melih Gürsoy 1946 yılında 2.Dünya Savaşı biter bitmez makine mühendisi olarak
Amerika’ya gitmiş Teksas Üniversitesi'ne o zamanlar Türkiye'de henüz bilinmeyen "soğutma tekniği" ni öğrenmek üzere kaydolmuş. 1949'da Türkiye'ye döndüğünde önce Ankara'da İller Bankası'nda, daha sonra Et ve Balık Kurumu'nda çalışmış; bu kurumda 16 fabrikanın montajlarını tamamlamış. 1955-60 yılları arasında Alsancak Silosu yapımında kontrol mühendisliği yaparken bir yandan da proje ve teknik danışmanlık çalışmalarını sürdürmüş. Daha sonra sırasıyla 1963 yılında Olgu Teknik Ticaret Şt, 1968'de Maksaş Makina Sanayi fabrikası, 1975'te Santur Dış Ticaret Şt, 1978'de Kompaş A.Ş, 1980'de Enka İzmir İhracat firmasını ve 80'li yıllarda ikinci fabrikası Pnöso'yu kurdu.

Aynı yıllarda İzmir Sanayici İhracatçılar Derneği Yönetim Kurulu Başkanlığı, EGEV Yönetim Kurulu ikinci başkanlığı, Ticaret Odası, Sanayi Odası, İktisadi Kalkınma Vakfı, Türk Sevk ve İdare Derneği yönetim kurulu üyeliklerinde bulundu. İzmir'de 28 yıl boyunca Pakistan Fahri Konsolosu olarak görev yaptı. Uzun yıllar Yeni Asır ve Gözlem gibi gazetelerde köşe yazıları yayınlandı.

Babam, Melih Gürsoy’un yazmış olduğu kitaplar şöyle:  Dünyadaki Büyük Ekonomik Krizler ve Türkiye Ekonomisinde Etkileri – 1989;  Hava Kompresörleri ve Basınçlı Hava Tekniği – 1991; Tarihi, Ekonomisi ve İnsanları ile Bizim İzmirimiz – 1993; Bir İşadamının Köşe Yazıları – 1994; Havanda Su Dövüyoruz – 1996; İzmir Mozaiğinde Yapı Taşları - 1999
İşkolik, Roman – 2007; Ekonomik ve Finansal Krizler – 2009; Bir Ömür Böyle Geçti - 2012

Son olarak 1993 yılında yazdığı Bizim İzmirimiz kitabını 2013 yılında İngilizceye çevirerek Expo için yabancı heyetlere tanıtım amacıyla verilmek üzere İzmir Valiliğine ve İzmir Belediyesine hediye etti.

Kedi Kültür Sanat İzmir kent kültürü açısından kent kültürünü, tarihini ve belleğine geliştirme ve önünü açma gibi bir misyon edindi kendine. Resmi tarihin dışında bir şey, toplumun kültürel belleğini oluşturma. Bence en önemli işlevlerinden biri bu. Kültür ve sanatı solumanın keyfi. Bu konuda neler söylemek istersin?

Biz eşim Cengiz ile birlikte Kedi Kültür'ü kurarken başlıca amacımız İzmir'in kültür ve sanat hayatı için bir katkı sağlamak, değerli sanatçıların eserlerini sergileyerek İzmirlilerin görmesine imkân sağlamak, İzmirli amatör ve profesyonel sanatçıların çalışmalarını sergilemeleri ve paylaşmaları için onlara bir mekân sağlamak, sanat sohbetleri ve atölye çalışmaları için bir ortam oluşturmak olmuştur. Sanatseverlerin, gençlerin, çocukları ile birlikte ailelerin sanatla iç içe olmalarını istedik. Bu amaçla kapılarımızı tüm İzmirlilere açmak istedik. İzmirliler de bize sevgiyle yaklaştılar. Bu nedenle çok mutluyuz.

Ayda bir gerçekleştirdiğiniz sanat söyleşileriniz hangi konuları kapsıyor?
Ayda bir Sanat ve Tasarım Konuşmaları adı altında etkinlikler gerçekleştiriyoruz. Bu etkinliklerimizde Namık Kuyumcu, Halim Yazıcı, Cengiz Keskiner gibi konuşmacılarımız oldu. Sanat sohbetlerimizde ressam Hasan Rastgeldi, Süleyman Saim Tekcan, Oktay Anılanmert, Bedri Karayağmurlar, seramik sanatçıları Bingül Başarır ve Tüzüm Kızılcan, Fotoğraf sanatçıları Yusuf Tuvi ve Ahmet İmançer gibi sanatçıları ağırladık.
Ayda bir yazar, çevirmen, edebiyatçı misafirlerimiz, konuşmacılarımız da oluyor.
Edebiyat sohbetlerimizde Murathan Mungan, Ömer Türkeş, Ahmet Sipahioğlu, Roza Hakmen, Sara Pardo misafirimiz oldu.  Raşel Rakella Asal'ın  "Şu Bizim Gül Sokak" ve "Cecille" kitaplarını kitap kulübünde okuduk, tartıştık ve kendisini konuşmacı olarak ağırladık.


Sanatçılar dünyasında yaşamak ve onları tanımak nasıl bir duygu?

Sanatçılar toplumu ileriye taşıyor. Dört sene içinde çok değerli sanatçılarla tanışma, birlikte bir şeyler yapma şansımız oldu. Kendimizi onlar sayesinde geliştirdik, yenilendik, hayatımız çok zenginleşti. Kendimizi çok şanslı hissediyoruz.

İzmir'in sanat ve kültür alanında bir boşluğu doldurdun. Sence İzmir kent kültürüne başka ne gibi değerler kazandırılabilir?

İzmir’de sanat ve kültür alanında yapılan pek çok şey var. Bence geliştirilmesi gereken konu katılımı sağlamak. Toplumun farklı kesimlerinin gerek belediye, gerek üniversiteler, gerek özel kuruluşlar ile dernekler ve vakıfların gerçekleştirdiği etkinliklerin daha fazla içinde olması gerekir. Bizim sergilerimizi üniversite öğrencileri de, ilkokullardan da, ana okullarından da ziyaret ediyorlar. Sanat severler de sanatçılar da ziyaretimize geliyor, etkinliklerimize katılıyor. İzmir halkının sanata ve kültüre değer vermediğini söyleyemeyiz. Yapılması gereken farklı kesimlerin ulaşabileceği etkinlikleri İzmir’e yaymak ve bunların duyurulmasını sağlamak bence. Bence iletişim ve duyuru konusunda eksikliler var. Yapılanlara gazetelerde, dergilerde daha fazla yer verilmeli. Yayınlar da biraz yetersiz kalıyor. İzmir Life çok güzel bir misyonu yerine getiriyor. Kültür sanat alanında saygı duyulacak, içerikli bir dergi. Bunu herkesin takdir ettiğini düşünüyorum. Böyle dergileri yaşatmak için gayret etmeliyiz. Daha pek çokları olmalı. Entelektüel alanda bir boşluk olduğunu düşünüyorum. İzmir’de dayanışma olmalı, insanlar bir şeyler yapmak isteyenlere biraz daha destek vermeye istekli olmalı diye düşünüyorum. Birlikte çalışarak, aynı alanda çalışan, aynı amaç için çalışan insanların birbirlerine destek olmaları kent kültürünü geliştirir ve kenti ileriye taşır.


Bu kentte yaşamak, bu kentle yüzleşmek, bir aydın olarak sana nasılbir etki yapıyor?

İzmir aydınlık bir kent. Ben üniversite üçüncü sınıftan itibaren üç yıl İstanbul’da yaşadığım süre dışında hep İzmir’de yaşadım. İzmir'i çok seviyorum. Burada çok mutluyum. Başka bir yerde mutlu olabileceğimi sanmıyorum. Beğenmediğim, eksik bulduğum, değiştirilmesi gerektiğini düşündüğüm pek çok şey var. Ama ben söylenmekten ziyade yapmayı seven bir insanım. Değiştirebileceğimi düşündüğüm şeyler için elimden geleni yaparım. Kentin pozitif bir enerjisi olduğunu düşünüyorum. İstanbul gibi mega kentlerden farklı olarak İzmirli hayatı hırslardan arınmış bir şekilde yaşıyor. Zaten gençlerin okumak ve çalışmak için İzmir dışına gitmelerinin sebebi bence bu. Onlar daha fazlasını istiyor. Gençlik hayallerin peşinden gitme zamanı. Onları anlıyorum ve hak veriyorum. Ama ben stressiz bir hayat istiyorum. Bu tabii ki Türkiye gibi bir ülkede mümkün değil ama sanat insana bir kaçış alanı sağlıyor. Kendinize bir sığınak yaratıyorsunuz. Biz Kedi Kültür'de bir hayal dünyası kurduk. Sanatın güzellikleri ile dolu dolu yaşıyoruz. Güzellikleri paylaşıyoruz, kendimizi geliştiriyoruz. Etrafımızda hep gülen yüzler var. Bu da çok güzel bir şey.



Yaptığın etkinliklerden söz eder misin?

Kedi Kültür Sanat Merkezi'nde çocuklar için ve yetişkinler için resim atölyeleri var. Ayrıca Güzel Sanatlara hazırlık kursları veren 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu bir hocamız da bizimle çalışıyor. Fotoğraf Atölyesi'nde uluslararası fotoğraf sanatçısı Yusuf Tuvi 5 haftalık çalışma ile fotoğraf sanatının inceliklerini öğretiyor. Yemek atölyemizde Şef Gökçen Yıldırım dünya mutfaklarından değişik yemeklerin yapılışını öğretiyor. Bunun yanı sıra İkbal Erkal ile Girit yemekleri yapıyoruz. İkbal Erkal pasta atölyemizin de hocası. Diksiyon, Genel Kültür ve Sözcük Üretimi Atölyesinde TRT'nin usta hocalarından "Hocaların Hocası Günay Oğuz" ile beş haftalık çalışmalar yapıyoruz. Kedi Kitap Kulübü'nde on beş günde bir seçerek okuduğumuz bir kitabın üzerinde tartışıyoruz.

Ekonomi ve Yaşar Üniversitelerinde Görsel Tasarım eğitimi veren Nail Özlüsoylu ile Cumartesi günleri yaptığımız "Art & Design Studio" da Yaratıcılık ve Deneysel Tasarım, Marka ve Tasarım, Yaratıcılık ve Deneysel Sanat, Güncel Sanat ve Uygulama Alanları, Yaratıcılık ve Deneysel Fotoğraf, Yaratıcılık ve Deneysel Video Art, Fotoğraf Okuma Atölyesi (Göstergebilim) çalışmaları yapmaktayız.

Güniz Can Gürsoy’la konuşurken ruhum dinlendi, bir tür coşkunluk yaşadım.  İyi ki Güniz gibi yaşamımıza ve yaşadığımız kente anlam katmak isteyen girişimci insanlar var! 


Raşel Rakella Asal
20 Ocak. 2014





4 Şubat 2014 Salı

KENDİ HİKAYELERİMİ YAZIYORUM - NAİL ÖZLÜSOYLU




  Eminim hepiniz fotoğraf çekmeyi seviyorsunuz.  Hele günümüzde teknolojinin nimetlerinden biri olan cep telefonuyla fotoğraf çekmenin kolaylığına erişince artık her anımızı korumaya başladık.  Bu fotoğraf çekme ayininden keyiflenerek hafif bir gülümseyişin yüzümüzde dolaşmasıyla kendimizi bir oyuna atar gibi, poz veriyor, poz verdiğimizi bilerek o küçük oyuncağın karşısına geçiyoruz.  Oh! Ne keyif! Ne keyif!  Hatta o kadar fotoğraf çekmeye, anlarımızı dondurmaya ve onları fotoğraf karelerinde saklamaya öyle meraklıyız ki, artık herkesin bir kaç albümlük fotoğraf arşivi oluşmuş durumda.  O kadar ki fotoğraf doğum odalarına girdi bile. 
Günümüzde artık fotoğraf sanatından söz ediliyor. 
Nasıl olursa olsun, kim tarafından çekilirse çekilsin, ister amatör ister profesyonel bir gözün aracılığıyla çekilmiş her fotoğraf görüntüsünün belli sınırları vardır.  Aile veya arkadaş arasında çektirdiğimiz fotoğrafları bir düşünün.  Örneğin; “şöyle otur, şöyle gülümse, yok olmadı, yana bak, biraz daha yaklaş” gibi komutlarla oluşturulmuş bir fotoğraftan söz ediyorum.   Oysa fotoğraf sanatından söz ederken o fotoğrafı çeken kimsenin önemi vurgulanmış oluyor.  Fotoğrafı çeken kimsenin gerçekleştirdiği en önemli seçim, görüntü çerçevesi içine nelerin dâhil edildiği ile anlam kazanıyor.  Fotoğraf görüntüsü, “seçilerek” oluşturulmuş bir görüntüdür.  Görüntü içindeki unsurların değişmesi anlamı da değiştiriyor.
Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan o şeyi ele geçirmektir…  Bir şeyin fotoğrafını çekmek, dünyayla, insanla ilişki kurmaktır...  Bir şeyin fotoğrafını çekmek o objeyi belgelemektir gibi bir sürü tanım yapabiliriz.  En iyisi mi, sözü bu konuda uzman olan fotoğraf sanatçısı, eğitmen, küratör, marka tasarımcısı Nail Özlüsoylu’ya verelim ve ondan bu sanatın inceliklerini öğrenelim.

  Kendinizi tanıtır mısınız?
  İzmir doğumlu bir akademisyenim. 9 Eylül Üniversitesi’nde Grafik Tasarım ile başlayan lisans eğitimim, master ve doktora düzeyinde fotoğraf, video art ve göstergebilim alanlarıyla genişledi. Aynı zamanda kentsel markalaşma üzerine yurt dışında ki üniversitelerde çalışmalarda bulundum. Fakat tüm bunların dışında küratörlük benim için ayrı bir yer tutmaktadır. Uluslararası güncel sanat projelerinde küratörlük yapıyorum. Ekonomi Üniversitesi ve Yaşar Üniversitesi Görsel İletişim ve Tasarım Bölümlerinde dersler veriyorum.

  Fotoğraf sanatı ile ne zaman tanıştınız? Sizi bu alana çeken ne oldu?
  Fotoğrafla tanışmam çok küçük yaşlarda bana hediye edilen bir fotoğraf makinesiyle başlar. O küçücük manuel makinenin zamana karşı kafa tutuşu, ışığın görüntüde bıraktığı iz ve farklılaştırma yeteneği cezbetmişti beni. Sonra fotoğraf makinesi hiç düşmedi elimden, yaşadığım anları fotoğraflamayı, başkalarının yüzlerinde ki hikâyeleri keşfetmeyi seviyordum. Garip olan, ironik olan,  yüzlerce karenin hiçbirinde her fotoğrafçının kaderi gibi ben yokum.  Oysa bana, kameranın arkasında olmak her zaman daha eğlenceli gelmiştir.

  Yurt dışında neler yaptınız?
  Mesleğim dolayısıyla uzun yıllar kaldım yurt dışında. İlk uzun yolculuğum Kıbrıs’a oldu. Üniversitede ders vermek üzere davet aldım ve uzun süre kaldım adada. Kıbrıs, benim için çok özel bir yerdir. Her zaman sevgiyle hatırlarım. Sonra workshop’lar ve araştırmalarım için gittiğim İtalya ve İngiltere önemli bir yer tutar hayatımda. Londra âşık olduğum bir kenttir. Görsel çalışmalarımın yönünü değiştiren bir kenttir. Kentlerin markalaşması için gerekli görsel kimlik doktora tezimin çıkış kaynağı Londra olmuştur.

  Roland Barthes’ın “Serüven yoksa fotoğraf da yoktur” sözü üzerine ne söylemek istersiniz?
  Barthes’la tanışmam master tezimde göstergebilim dalıyla ilgilenmemle başlar. Görsel metni çözümlemek için geliştirdiğim denklem, onun sanata olan bakış açısından etkilenmem ile gerçekleşmiştir. Aslında bu söz bütün sanat dallarıyla örtüşmektedir. Yapılan bütün yolculukların kaynağında insanın kendisine olan yolculuğu olsa da, bu yolculukta ona eşlik edenler ve tanık oldukları üretimlerinin öznesi olurlar. Serüvenler gereklidir, büyük yapıtlar büyük acıların doğurduğu ızdıraplardan kurtulmak için üretilir. Bu sanatçının bir tür hayatla olan savaşıdır. Fotoğraf ise biraz da an ile yarışır. Keskin bir farkındalık ve his gerektirir. Günümüzde her ne kadar kurgu fotoğrafçılığı popüler olsa da fotoğrafın an’ı atlatıp, olaylara tanıklık etmesi önemli bir gelenektir. Hiçbir serüven doğru ya da yanlış olarak nitelendirilmemeli bence, nerede olduğunuz sizin kontrolünüzün dışındadır biraz da.

 Fotoğraf çekerken sonsuz bir nesneler karmaşasından ya da o belirli anı seçmenizde hangi         etkenler rol oynuyor? Neden o nesne? Neden o an?
  Son yıllarda yaşamın içinde gelişen olayları değil de, kendi kurgularımı çekmeyi seviyorum. Kendi hikâyelerimi yazıyorum ama yine hayatın içinde kalbime dokunan konuları. Kamera sadece bir araçtır benim için. Bir ressamın mesela uzun zamanlar harcadığı resimleri gibi, bende kurgularıma uzun düşünce payları veriyorum. Felsefeye ve göstergebilime duyduğum ilgi, basit gibi görünen olayları farklı kurgulara dönüştürüp, gündeliğin nesneleriyle birleştiriyorum. Belki akademisyen kimliğimin de bunda etkisi vardır. Fotoğrafta yarattığım kurgular benim özelim oluyor bir süre sonra. Ama durağan nesneleri sevdiğimi biliyorum, fark edilmeyen, ama hep orada, hayatın ortasında duran nesneleri.

  Günümüz Türk fotoğraf ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
  Ülkemizde fotoğraf sanatına büyük bir ilgi olduğu kesin. Güzel bir durum bu. Ama tartışmaları yersiz buluyorum. Fotoğraf makinesi sadece bir araçtır, gerisi gözün estetiğidir. Dijital ya da manuel, ne olursa olsun, hissettiğinizi yansıtabiliyor musunuz? Sanatın ilgilendiği bu aslında. İzleyici ile arasında nasıl bir bağ kuruluyor? Nedense ülkemizde fotoğraf yeniden keşfediliyor gibi. Dünya, deneysel fotoğraf üzerinde, kurgu üzerinde kafa patlatırken, makinenin teknik değerleri üzerinde gelişen bir eğitim sistemi uygulanıyor ülkemizde. Bir akademisyen olarak şunu diyebilirim, bırakın herkes istediği gibi çeksin, beğenmek ya da beğenmemek size kalmış.

  Sanat dallarının gün geçtikçe bir senteze doğru gitmesini nasıl buluyorsunuz?
  Her şeyin bu kadar hızlı değiştiği bir çağda aksi beklenemezdi zaten. Güncel sanat kavramı bütün disiplinleri içine aldı. Çağdaş sanat kavramı güncelleşti, yapıtların estetik kavramı manifestosu güçlü eleştirel işlere dönüştü. Küratörlüğünü yaptığım sergilerde oldukça fazla özen gösterdiğim bir konudur, farklı disiplinleri bir araya getirmek. Ortak bir hikâyeden yola çıkarak hazırladığım sergilerde, tek bir sanat disiplini ile değil de, farklı yöntemlerle yanıt aramak daha fazla heyecan veriyor. Sorgu çok yönlü oluyor. İzleyiciye daha çok yön haritası çizebiliyorsunuz. Ama modern sanat müzelerinin olmaması, üretilen işlerin raflara kalkmasına ya da kullanılmaz hale gelmesine yol açıyor. “İzmir Modern” üzerinde çalıştığım bir projedir, ciddi bir sponsorla bunu İzmir’e kazandırabileceğimizi düşünüyorum.

  Üniversitedeki çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
  Üniversite de çalışmak sistematik olarak araştırmalarımı genişletmemi sağlıyor aslında. Tasarım fakültelerinde görsel tasarım, videoart gibi derslere giriyorum. Aslında bir ayağım hep dışarıda olmuştur. Bu son yıllarda biraz daha da arttı. Türkiye’de üniversiteler dışarıdaki yaşamdan çok kopuk. Yüksek duvarlar bilginin dışarı çıkmasını engelliyor. Sanat tarihine baktığınızda sanatın ve tasarımın kaynağının sokaklar, meydanlar, gettolar olduğunu görürsünüz. Yurt dışında üniversitelerin yüksek duvarları yoktur. Dışarıdan insanları görebilirsiniz, okulun sergi salonlarında, seminerlerinde. Tasarım derslerinde öğrencilerin daha çok yaratıcılıklarını arttıracak projeler üzerinde duruyorum. Kendi felsefelerini oluşturmaları ve çoklu çözüm yolları üretmeleri çok önemli. Bireysel farklılıklarını yansıtabilmeliler, bir de duyarlılıklarını. Yurt dışında “video art days” programının küratörlüğünü yapıyordum, bu yıl İzmir’de yapmayı planlıyoruz. Öğrenci işleri ve profesyonellerden oluşan bir video seçkisiyle. Milano’dan küratörlüklerini yaptığım Visual Conteiner bu organizasyona destek verecek. Bu arada Kedi Kültür Sanat Merkezi ile ayda bir ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz sanat&tasarım konuşmalarının moderatörlüğünü yapıyorum. Her ay bir konuğumuzla beraber sanat&tasarım üzerine konuşuyoruz.

  Son olarak bu söyleşilerden kısaca bahseder misiniz?
  Bu söyleşilerin başlangıcında hiç konuk almadık, çünkü İzmir’de Sanatın Sınırlarını konuşmak istedik sanat izleyicisiyle. Farklı meslek gruplarından izleyiciler katıldılar ve çok farklı görüşler çıktı ortaya. Bu görüşlerin en çok birleştiği noktalardan biri de, sanat ve siyasetin İzmir’de çok fazla iç içe girdiği ve bunun hep aynı kişilerin oluşturduğu sanat gruplarının tekeline geçtiğiydi. Oysa sanat tepkisel bir eylemdir ve politika ancak sansür yaratır. Çok az galeri gerçek anlamda sanatsal işlere imza atıyor. Modern görünen İzmir’de aslında modern sanat ne kadar izleyicisiyle buluşuyor? Bir de galerilerin genç sanatçılara fazla yer vermedikleri konuşuldu. Gençlerin bağımsız sanat alanlarına ihtiyaçları olduğu ve sponsor eksikliği diğer önemli bir sorun olarak çıktı karşımıza. Bu arada her yıl ciddi sanat sergilerine yer veren Kedi Kültür Sanat Merkezine ve bu güzel sohbet için size teşekkür etmek isterim.


Bu keyifli sohbet için biz de İzmir Life dergisi olarak size teşekkür ederiz.

http://nailozlusoylu.blogspot.com.tr

23 Ocak 2014 Perşembe

Anadolu Kültürünü Eserlerinde Yansıtan bir Ressam: Gülperin Sertdemir


   Her şey sevmekle başlar.   Tüm sevgiler için söylenen bu söz sanat sevgisi için de geçerli. Çünkü sevmek, sevdiğini başka her şeyin içinden çekip almak, ayırt etmek, ona "can vermek" tir! Sanata sevgi ile bakmak… Bir ressamın izleyicilerden beklediği de budur. Ne amansız bir çelişkidir ki, görselliğe yaslanan modern hayata rağmen durup etrafımıza ve birbirimize pek az bakıyoruz. Çok hızlı bir trende cam kenarında oturuyor gibiyiz. Dışarıda ne varsa, zihnimizde bir iz bırakmadan gözlerimizin önünden gelip geçiyor sanki!
Aşklarımız, hazlarımız, düşüncelerimiz, hepsi belli belirsiz, hepsi uçup gidiyor...
Ve hiçbirinin değerini bilemiyoruz. Oysa sanat durup bakmak, orada bize sunulan bir dünyanın içinden bir şeyler çekip almak, ayırt etmek için var edilmiştir. O hep yaptığımızı sanıp aslında hiç yapmadığımız şey; yani durup bakmak, dünyayı yeniden kavramak.

Bizi bir tabloda etkileyen şey nedir, hiç düşündünüz mü?   O tabloya bize götüren o itici gücü? Tüm sanat dalları gibi resim sanatı da sınırları zorlamaktan, zorluklara meydan okumaktan, vazgeçmeden çalışmaktan, araştırmaktan, öğrenmekten ve keşfetmekten geçen uzun bir yolculuktur.

Resim sanatı hayatınızın vazgeçilmez bir parçası ise, sizi hep heyecanlandırıyorsa ve heyecanlandırmaya devam ediyorsa, sizin yapacağınız tek şey, sanata olan sevdanızdan dolayı, bu dalda eğitim almak olur.  Çünkü anlarsınız ki, sanat yaşamaktır, nefes almaktır, hissetmektir ve her şeyden öte insan olmaktır.  Ama sanat yapmanın da belirli kuralları vardır.  Çoğumuzun zannettiği gibi resim yapmak doğayı taklit etmek değildir. Sanatçı ancak kendine özgü bir tarz yakaladığı zaman, sanat yapmış olur. Size bu sayımızda resim sanatına gönül vermiş, resim eğitimi almış bir İzmirli ressamı tanıtmak istiyoruz:  Gülperin Sertdemir. 


Ressam olarak yola çıkışınızın bir öyküsü olmalı değil mi?
Bizimle bu yolculuğun başlangıç noktasını paylaşır mısınız?

-Klasik bir cümle ile başlamak, alışılmış bir anlatım şekli olacak ama yola çıkışım çocukluk yıllarıma dayanıyor. Annem ile babamın anlattıklarına göre okumaya başlamadan önce yaklaşık dört, beş yaşlarında profilden kız resimleri çizmeğe başlamışım oldukça detaylı kirpikli, küpeli, çantalı, topuklu ayakkabılı oldukça frapan kızlar vazgeçemediğim konuların başında geliyormuş... Daha sonraları babamın kütüphanesindeki her kitabın son boş sayfasını keşfedip hepsini kız resimleri ile doldurmuşum. İlk ve ortaokul yıllarında ise bu sürecin devam ettiğini biliyorum... Bugün gibi hatırladığım konular var, mesela bir gün ortaokul yıllarında rahmetli resim öğretmenim Vasviye Tunalı bana, "anneni okula bekliyorum, kendisi ile konuşacağım bir konu var" dedi. Korktum, o yıllarda resim yapmak çok alışılagelmiş bir durum değildi. Anneme resim öğretmenim, çok yetenekli olduğumu, mutlaka sanat eğitimi almam gerektiğini ısrarla söylemiş. Liseyi bu mutlu haberle bitirip üniversite sınavlarına hazırlanırken, bir taraftan da Resim Heykel Müzesi, Turgut Pura Atölyesi'ne devam ettim. Desen dersleri almaya başladım. Sonrasında İzmir Buca Eğitim Fakültesi resim bölümünü kazandım. Mezun olduktan sonra, iki yıl öğretmenlik yaptım. Lisans tamamladım. Ancak bana sergi açmak fikri her zaman daha cazip geldiği için kendi atölyemde çalışmalarıma devam ettim.

Tekniğin sizin için önemi nedir?  Hangi teknikleri kullanıyorsunuz?

-Plastik sanatlar denilince akla ilk gelen mutlaka teknik olmalıdır. Dolayısıyla tabii ki çok önemlidir. Resmin temel yapı taşlarını oluşturur. Çünkü resim akıl, bilinç, ruh ile yapılan tinsel bir coşkudur. Akademik teknikler ve bilgilerle örtüşmesi gerekir ki her yüzyılda sanat değeri olsun. Gelecek kuşaklara eğitici ve öğretici bir miras bıraksın. Tekniğimin zenginliği için ben boya olarak akrilik kullanıyorum, yer yer rölyef hamurunu boyaya karıştırıyorum. Altı kat astardan sonra kompozisyonu oturtuyorum. Teknikten asla ödün vermiyorum.

Resimlerinizde dikkat çeken bir öğe de "KADINLAR".
Sanki roman kahramanları gibiler,  neyi anlatıyor bu kadınlar?

Kadın, antik çağdan beri Anadolu’nun simgesidir. Doğurgan özelliğini keşfettiği andan itibaren yaratıcılığına kutsal bir öykü yüklemiştir. Anadolu kadınının bu kimliğini mitolojik öykülerden, masallardan antik çağdaki Tanrı-Kadın heykellerinden anlıyoruz. Anadolu kadını aynı zamanda örf, adet, sosyal yaşantı içinde bulunduğu koşulları birebir benliğinde yaşar. Bu toprağın kültürel göstergesidir, modasıyla, alışkanlıklarıyla. Bu önemli duygu ve düşünceler benim ana tema olarak kabul ettiğim kadın konusunu vurgulamama sebep oldu.

Resimlerinizde izlenen bir diğer olgu da insanların yüzlerini genellikle izleyiciye yandan olarak göstermeniz, bunun özel bir nedeni var mı?

Tabii ki bunun özel bir nedeni var. İnsanlık tarihinde anıtsal sanatların ilk aşaması olarak kabul edilen arkaik üslup; geometrik ve matematiksel ölçüler bütünlüğüdür. İki ana tema ile biçimlendirmemiz gerekir. Birincisi arkaik resim sanatı, diğeri ise arkaik heykel sanatı. Ben birincisini seçtim. O da dünya kültüründe ve Anadolu uygarlıklarında insan figürlerinin cepheden, yüzlerin profilden gösterilmiş olmasıdır. Bu, insanlar öyle olacak diye bir fikirle değil, o dönemin bir dünya görüşü olduğu içindir. En iyi örneklerini Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde görebiliriz. Mısır Medeniyetinde bu görüş daha da belirgindir. Çünkü dünya üzerinde arkaik üslup ve klasik üslup örneklerine baktığımızda, iki üslubun birbiriyle örtüştüğünü görmekteyiz.

Resimlerinizde Anadolu Medeniyetlerine oldukça önemli bir yer vermişsiniz.
Bu konuda neler söylemek istersiniz? Geçmiş dönemlerin tarihini taşıyan bu resimlerinizden söz edelim.

Çocukluğumdan beri eski medeniyetler, müzeler, antikçağ ile ilgili resimler, her türlü yazılar, kitaplar, biriktirdiğim objeler bende tutku halindeydi. Zaman ilerledikçe de bu tutkum devam etti. Hala antika obje toplamayı, seyretmeyi, biriktirmeyi çok severim. Herhalde bu alışkanlık benim bu konuda yönlenmeme de sebep oldu. Anadolu Medeniyetlerinin her detayı bana kendi içindeki değerini hep hatırlattı. Bu konuda yeni bir üslup, yeni bir dünya görüşü, özgün bir anlatımla yola çıkmak istedim. Çıktığım bu yolculuk uzun yılları geride bıraktı.

Resim çalışmalarınıza başladığınızda duyumsadığınız kaygılarla şu anda yine aynı kaygıları taşıyor musunuz?

Estetik kaygılar olmadan ne yazık ki iyi resim çıkmıyor. Seneler geçtikçe kaygılar iyinin daha iyisini, en iyiyi, en mükemmeli aramaya zorluyor insanı.

Çalıştığınız en son projeden bahseder misiniz?


Her yeni resim bence yeni bir proje. Şimdi çalıştığım resimde Anadolu sürrealist, sembolist, art-nouveau bir akıma büründü. Renklerim azaldı... Bakalım bu proje beni nerelere götürecek?

From Far Away, From the Depths of the Past



I was sitting in the garden a couple of days ago, beginning or end of summer?  I was startled.  A dizzy spell I think.  I tried to remember what I did yesterday and the day before that…  I pulled myself together.  It turned out it was the middle of summer.

I’m in the fertile land of Anatolia, at the westernmost point of the country, pearl of the Aegean, the favorite spot of Izmir, land of sand, sea and thermal springs.  In other words, I’m in  far-famed Çeşme.  In the middle of summer in this fabulous resort where by day waves meet the sun and by night the moonlight flickers on the sea under twinkling stars.  Incredible!  Though I’ve been here two months already.  It’s hard to believe.  Another summer will follow and once again sweep everything away.

It’s August once more.  It’s fig season heat again.  The earth smells of the sun once again.  The almonds have again split open.  The crickets are chirping away again.  The four seasons lemon tree is overflowing with fruit…  The purples, violets, lavenders and burgundies have transported me to past years.  Years and years ago.  I travelled back to the eighties.  To the old Çeşme and Alaçatı…  I keep thinking about Alaçatı which for the past few years has sat at the top of the tabloid agenda in the summer months.  As I stroll along its noisy, criss-crossed side streets.  As I try to walk with the crowds through the narrow streets where the terraces of cafés and restaurants cover the sidewalks, where countless objects are on display in the windows of jewellers, souvenir shops, art galleries and antique shops; slowly moving from one shop to the next as though we are shackled, as if we carry a huge burden on our backs, jostling, bumping into one another, trying to make our way as though we are moving in a corridor…  As I witness the Zeitgeist of destruction proper to Alaçatı seeping through the drain gratings, gutters and cracks under the blazing lights that cast the night away and a few feet above haphazardly… My heart breaks!

It is difficult and trying to talk about experiences of more than forty years.  Life is a jumble in itself.  It sweeps one away, tosses and tangles while you try to hold on to the thread.  It is not easy to sort out this jumble called life…  Relating the past is no easy task!

How do we recall memories?  What is a memory?  Does anyone know?  Is everything we remember, every period of time we call a memory really what we have lived?  Or are they our yearnings and dreams?  A day comes when we live on in memory.  Only in memory.  A day comes when those who keep the memories alive also pass away.  The memories pass away too.  Nobody remembers them anymore.  They all pass away one day.  There is no memory left, nor a soul who cherishes the memories…

A tiny house.  A miniature front yard with potted plants.  Women sitting on chairs on their doorsteps discuss the day’s doings.  These women do everything well.  Healthy or unhealthy, they beaver away quietly and humbly.  We used to witness the images of virtue, wisdom and habit hanging in the air.  They were equipped with all the skills a peasant needs.  Like all peasants they were idle and punctual.  They were tidy.  They were carefree and cautious.  They had learned not to ask, to keep quiet and not to claim as children.

The streets exhaled the smell of laundry, the smell of the early morning, the smell of prayers.  The wooden door leaning against the wall would be expanded, swollen, bulging.  The paint flaking off.  Standing there for years and years.  Neither discarded, nor fixed.  It would tell of past suffering and privation.  Did the fact that it grew more useless every day hurt them as it hurt me? 

So many images intact in my memory.  Only yesterday, only a moment ago

The chuckling, lisping kid telling something.  An ageless woman.  Her hands and fingers trembling.  Perched on the bed, for there are no chairs in the room.  The house has only two rooms: a small one and a bigger one.  Connected by a winding wooden staircase.  Finger-thick walls seperating it from the neighbors’ rooms.  A bed, a larder cupboard with wire mesh.  Flanked by houses on both sides.  Curtains pulled back a little, heads small and big sticking out.

The houses would be crowded on Sundays.  The men in faded pyjamas sprawled in front of the windows on ottomans, leaning on cushions with lace-edged covers, large prayer beads in hand, sipping coffee, yawning lazily.  Teapots simmering on stoves, tea sipped from small glasses.  On the mat at the doorsill shoes of all sizes. 

A man back from work fixing the chicken coop.  A woman’s voice rings out, calling her kid in.

Children scuttling to and fro.  A small cat slowly going down the stone steps.  The smell of melons drift by.  You catch sight of the table close to the floor, set in the center of the room.  Green beans in a soup plate on a large round copper tray, slices of bread scattered around, on the floor, half of a melon.  In one corner of the room folded mattresses and blankets are stacked on a biggish chest and covered with a white sheet. 

People stooped, working in sown fields.  On the windowsills overlooking the street aubergine and pale lilac colored pansies, both saffron-centered.  Morning glories climbing on to the balconies.  Their leaves green and heart-shaped.  The purple and lavender flowers would open at daybreak.  The old lady, her hair covered with a scarf would squeeze out the narrow doorway to the yard first thing in the morning, never starting her day before checking if her small phonograph funnel flowers have opened or not.  Flowers watered every single day, doing whatever it takes to have them bloom.  A young woman.  Her face thin and pale.  She wouldn’t see you.  She would be unaware that you were watching her.  Then she would start washing the China roses, one by one, petal by petal, caressingly.

In these long side streets, on the dusty red brick, mother-in-law, cousin and all the other girls would sweep the front of the houses, pail and broom in hand.  Their dexterity, their skill and their grace would be reflected in the embellishment of the street, they would work enthusiastically, devotedly.  You would feel their hopes in themselves, in mankind and the future of mankind unfurling.  Suddenly the speaker of the mosque would start hissing and an excitement would spread to the houses.  How time flied by!

On the sidewalks potted plants of all sizes.  The streets were adorned with geraniums, begonias and bush basils.  Flowers and plants would be carried to window fronts all summer.  All summer long.  Was cultivating flowers a habit?  It was a heart-felt passion of course.  The ramblers on the neighbor’s wall were also one of the joys of summer.  You would delight in the rubber figs grown into trees and the blooming violets.  Cherry laurels, bay trees with its silvery glittering leaves, olives of course, weeping willows.  The air smelled of geraniums, of earth and grass.

The blossoming cherry tree would meet you.  A tree grown in the garden with great pains had settled in the house like a piece of furniture.  The smell of the rooms was so delicious, so nourishing!  Tzatziki, feta cheese, well also baba ghanoush spiced with garlic.  And the smell of bread fresh from the oven.  Apricots picked in the orchard and kept in the larder cupboard.  In addition the smells of plums, strawberries and sour cherries were skillfully distilled into the homemade compotes and jams.

Only yesterday, only a moment ago

The Alaçatı of old was a place where otherworldly pleasures were displayed.  The neighbourhoods were sites of innocence.  Politics was unheard of in mosques.  The world rotated around the radio.  It was a place of relaxation, of breathing the aromas in the air around, of noticing the passing away of each expired hour of the afternoon, where the smells of dinner being cooked wafted through the whole neighbourhood in the decreasing heat as evening drew close, where peaceful hours followed each other.  It was a serene atmosphere with clusters of purple and red flowers covering the low walls.  You would feel the brightness of the sunlight of hot days.  And the crickets of course… How could you forget them?  They would give a small concert to guests with their performance of summertime chamber music.  The cricket contains the essence of summer days.  And last but not least, that big piece of sky forever making itself felt upon our heads.

Everyone in Alaçatı knew so well everyone else, every human and every animal!  So much so that if the old granny chanced upon a dog that she didn’t know she would think and think about it, spending all her reasoning and time on this incomprehensible phenomenon.  So many life stories behind the shutters standing ajar.

We city people tried in vain to decipher the language of this life in disconnected phrases, attitudes, voices and gazes.  You would seize an unspoken expression in the eyes, especially the eyes.  They called us summertimers.  They knew that we came at the beginning of summer and went back to the city at the beginning of fall.  Back to the city’s proliferating apartment houses and equally multiplying TV aerials...  Back to the bustling crowds.  To the streams of cars.  The buildings that tire the sight.  The criss-cross streets, the lines of cars, the public squares and the bridges, the chaotic, indifferent lights of the city…  Back to concrete stretching endlessly.  Back to a handful of poor scrawny trees.

Once again I have travelled to years and years ago with a sad remembrance.  To what we call the past.  No matter how hard we try not to drift apart, to stay connected, everything drifts off, wanders away, disappears from sight.  Isn’t this movement, this evolution the principle of existence?

I haven’t broken my ties with fragment of memories of forty years ago.  Who knows what details, what subtleties and sensitivities have escaped my attention.  A verse from Metin Altınok’s Eskimek (Growing Old) springs to mind.  How well we remember the past,with our own inventions…  Do we embellish the past in memories as time passes?

Nothing is left from those old days.  The Alaçatı of a few years back has joined the world of reverie.  Does Alaçatı feel helpless, abused, stripped of its values, stark naked?  Unfairly treated, robbed, exploited, not able to trust the once intimate streets?  I have no way of knowing.  What we call the old days is a funny thing.  There are a thousand memories quivering in those old days.  What does years mean in fact?  The past is both remote and close to us.  A time interval that was lived.  A past time interval that we felt strongly, deeply, thoroughly.  Living with us, in us, a part of us.

Only yesterday, only a moment ago


Raşel Rakella Asal
August 5, 2011
Translated by Roza Hakmen

PARTS FROM CECILE



I.
There is a thin glass between life and myself.
Although I can clearly see and comprehend,
I can’t touch life.

Fernando Pessoa


June 12, 1986

It has already been two days in Warsaw.

It feels so strange, familiar, known and foreign, close and yet so far away!

The Saxon Gardens, the Krakow Boulevard, the New World Street, the Jerusalem Avenue, and the Memorial for  the Unknown Soldier ...

The Polish strolling under the shining sun in the sky, the government workers waiting in the bus stops, moms guiding their children. I am back again in the country where only Polish is spoken, the land of my childhood, youth, and lost dreams.

I am breathing in the sight of the city, the houses and the air. Surrounded with my memories, with all my existence I feel so close to Warsaw. Tears hiding behind my eye lashes, a funny feeling in my throat, but here at the entrance of the Saxon Gardens, these tears are different; they are tears of my childhood.
Under the inviting, warm June sun, everything is just like it used to be. This climate I grew up with is part of me. That feeling, most extraordinary, and real, the feeling before the war, before the Germans came, all of a sudden captures me. Suddenly, as if history just erased time, time becomes immemorial. I am here born here. I have always been here. I was born here. My father was born here, my grandfather and my great grandfather…

I learned so much from them; to walk, to talk, to understand, and to feel. Why didn’t I live here just like my father and his father and my mother and her mother?

Yes, this is the place. Exactly the same place as 45 years ago. The streets that I am strolling like a stranger are like a faded melody now. In every step I take, a song like a Cecisad feeling of unity overtakes me giving me a shiver.

Here are the Saxton Gardens where they held my hands to play with me, showed and taught me hide and seek and hop scotch. I remember our escape from this garden, running through these same streets seeking refuge in our home when the storm broke out suddenly. These walls are my childhood walls. This is real. One more time, I am traversing the same sidewalks, the same streets, and the same buildings. Too many years have passed by, but I still remember so clearly as if it is carved in my brain.

When was all this? When were all those years I used to walk with my parents holding their hands! We used to go to the park together with my parents walking in harmony, their steps echoing in the streets. I used to hold my mother’s hands tightly as if we were equals, a whole life in front of us.
I am all alone. They no longer are living in these houses nor walking on these streets, but their voices are everywhere. Their voices, their steps, and their laughter all are silenced now.  I remember all the obligations of the childhood: two hour afternoon naps, short poems to be memorized and the social studies homework, and then, mother preparing tea in the kitchen, while I sit at the tea table, drinking my milk and waiting for my eye lids to grow heavy by sleep while listening to the grown-ups in the evening. My mother’s voice, so sweet and so pleasant, would speak to my heart. Not to sleep, I would blink, get up occasionally to walk around, spin around, and try to do some ballet moves that I’ve learned but to no avail…

I would make myself comfortable pulling my legs under in an armchair.

My mom would say:

-You better go to your bed my dear, you will fall asleep again.

-I am not sleepy mommy, I would say and fall into a vague and sweet dream, and in a minute the restful childhood sleep would close my eyes and I would slip into a dream world until somebody woke me up. I would feel the touch of a gentle hand and recognize it right away. She would caress my hair with her tender hands and whisper into my ear:

-Cecile, get up my angel, time to go to bed. My love, my sweetheart, go and sleep! She would not shy away from showing her love towards me, but I would not budge.

-Get up my angel, she would say and tickle me moving her fingers on my body quickly. Tickling and waking up would get on my nerves, but the voice, the scent and the smile of my mother sitting close to me and caressing me…, it is as if remembering an old song now. Like longings, old songs are slowly distilled to my mind. My mother’s already beautiful face when in a smile would become more beautiful and spread sunshine around. In my opinion, what is called the beauty of a face is summed up in a sweet smile.

One picks up so many memories from the past trying to revive the beloved in one’s dreams. Our vague remembrance of them as if through fogged lens is because they are our tear drops in our dreams. Whenever I try to remember my mom in my childhood memories, her compassionate eyes full of love, her embroidered white dress and her thin and delicate hands caressing me come to my mind.

When my mother reminded us that my brother’s birthday was approaching and we needed to come up with individual gifts for him, I thought of writing a poem for him.

Hoping to complete later, I came up with two lines that rhymed right away. I can never remember how such a startling idea for a child came to my mind but I liked it at that time. I kept telling people that I definitely was going to give my brother a gift but that would be a secret. After I finished the poem, I would go to my bed room and read it out loud using my hands and arms and adding all my feelings to it.

My father loved poetry and knew the subtlety of it, too. He believed that only when read out loud, a poem could be understood properly and fully appreciated , if read out loud properly of course. We had parents who knew the value of art being a must in the education of children. We didn’t have to turn into artists and yet they grasped the value of art in creating a quality individual. Especially for my father who owned an art gallery, art was a passion. He used to say every picture was an adventure.

In our house there was a chess set that had ebony and boxwood pieces in a box. Every Sunday, my father would as if holding a sacred safe keeping take out the chess pieces and with an utmost care arrange them in order on the folding table. Then he would take out some shingling coins from his pocket and place them by the chess set. That was his symbolic betting. His goal was to make his son, Halek love playing chess. With the simple pleasures of Sunday mornings, that was a big opportunity for Haelk’s best friend, Romek to learn chess, too. Watching those three play chess was a privilege for me every Sunday. They would all stare at that shiny square as if waiting a prediction from an oracle. There was something mysterious about that scene, something I couldn’t understand what was happening while watching the game through their sunken shoulders and heads sloped down. In reality I was far from the logic of the game. While arguing loudly by the chess board, it seemed to me as if Romek and Halek were trying to excavate some treasure hidden in these precious little statues. On his first chess lesson, my father summarized the game like this:

‘Look! Placing the pieces in the chess game is like placing the furniture in a house inhabited for a long time. You put the arm chair here, the chair there, the table in the middle of the room…But all of a sudden when any piece of the furniture is changed place, or something that has been there for a long time is taken out, you find yourself in a difficult situation. In a room where you have been comfortably walking around, sooner or later you find yourself hitting a chest or falling down trying to sit on a chair that used to be there.

My father was not a chess genius but he played it pretty decent. He was a good theorist with perfect openings. Although he was not very creative, he was a good opponent for them. It was not easy to beat my father. They were always very careful playing chess with him and would choose only those moves well tried and safe. Sometimes, they would spend a long time on a single game or just stop in the middle of it to analyze with a great satisfaction all the variations of the move played so far. It is a common trait of all the chess players not to accept the defenselessness of their guard when beaten. This was especially true for Romek. Every time he lost, he would try to study every move he had made relentlessly to see where he erred. With his choices, beliefs, and intolerance, a person’s approach to life is partly very similar to playing chess. He was one of those people who never knew defeat and never sacrificed from what he believed to be true.

All those memories and emotions are still secure in me. And now, walking in Warsaw these feelings of love are randomly piling on top of each other and slowly rolling back on to present that was broken off from me. Because of the self pity that is knotted in my throat and the deep feeling of yearning I feel for everything I lost, I had to hold my tears back; but still, I owe the determination to come back here to my courage.

My grandmother’s once black hair was now silver and she would wash it only with rainwater to keep that color and wear it in a bun on top of her head. She had big dreamy brown eyes and a perfectly shaped nose: her small lips that never came to know any lipstick would always be curled in a sad smile.

My grandfather with a long heavy whistling sigh would prop his old head on the chair and follow the news from the newspaper. He would keep his calm although he was aware of the troubled moments that never vanished in the house. After a quivering sigh, he would be still and so subdued that it seemed he never was with us but somehow evaporated in thin air. My brother, Hilek to whom my grandfather taught all his secrets one by one was his big hope and only grandchild. He was the heir for all his possessions and unfulfilled dreams. He was the footprint of our family that would mysteriously carry over our name from generation to generation.

All my life I tried to behave well as much as I could. I tried to be honest, worked hard, raised a family, and loved as much as I could. That was all.

Under the Polish sun, I can feel the presence of my mother and my family. The tears rolling from my eyes this moment are for them. Their presence is growing in my tears and my childhood is watching me with thousand faces. The melodies of their existence are so natural and clear! I so wish to stay here until eternity… Feeling them beside me, so close, just like how it was in the past. I don’t know any more. Who am I and to whom do I belong? I am alone. My home is far away.

Look what condition I am in!

I am walking in front of myself like a stranger, obviously.

Katya who raised us from childhood as far as I‘ve known myself, and  whom I remember so lovingly was our house maid and an old family friend. She would advise my sister Pola and me to always improve ourselves. A non approving glance, a mimic characteristic of her would bring us back to proper behavior. I would understand her every suggestion right away. When my beauty was praised, she would make a face and laugh, trying to find faults in my appearance and teasing me about them. Sooner or later we would get what she was expecting from us. She didn’t like frivolity in young ladies.  Once we noticed that, no trace of self importance would be left in us.  In fact, we became snobs of simplicity that became fake right away.

On a Sunday morning, an old friend of my father, Wilhelm Koch, showed up before Katya’s lunch of soup, fried spinach and pie topped with whipped cream. I saw him approaching the house and ran to the guest room. I wanted to pretend I wasn’t expecting him, but hearing his foot steps, his strong voice and Katya’s run to greet him, I couldn’t wait any longer and got out of my room. He was speaking loud and looked at me for a while without greeting me. I was surprised and felt blushed. Coming towards me with opened arms, and sincerity,

-Ah! Are you really Cecile? Can one change this much? You have grown up so much! Look at this violet, turned into a rose!

He held my hands with his large hands and squeezed gently, firm but politely. Thinking he would kiss me, I leaned forward a little but he squeezed my hand firmly one more time instead and gazed into my eyes with a happy, piercing look.

I hadn’t seen him for six years. He was changed a lot, as if aged a little, and got darker, but his sincere behavior, his delicate face with deep contours, his brilliant intelligent gaze, and child like cute smile were still the same.

In five minutes, this truly good hearted man was no longer a guest in our house but a family member to all of us.

At some point, there was a clang from the piano.

-Pola! Come and play something for us.

I liked his friendly, honest and slightly commanding call. He got up, and opened the music book to the adacio of Beethoven’s ‘Quasi una fantasia’.

-Let’s hear how you play this.

With a tea cup in his hands, he retreated to a corner in the living room.

My sister, seeing the futility of the excuse of not being that good on the piano and therefore rejecting the offer, sat at the piano involuntarily. Knowing his taste and love for music, she was trying to play as well as she could. We were experiencing emotional moments and I think she was playing correctly, but he didn’t let it be finished. He went to her and said, ‘You understand music’. Pola was contented with this moderate compliment. I felt she was blushing. We were all very much affected by our father’s friend talking to us very differently than when we were just kids now giving us so much importance.

My father told us how they met, those happy days they shared when I was still playing with my toys. As I listened to him, I imagined him for the first time with his pleasant ways unknown to me until then. Wilhelm  Koch asked and advised me on topics I was interested in, the books I loved and my plans for the future. He was no longer the happy, fun and witty person who would bring toys for me, but a serious and pleasant friend I couldn’t help feeling respect and closeness to. I was feeling comfortable, cheered up but at the same time trying to keep my poise weighing my words while talking to him.

He was talking to us like a father or an uncle. It felt like our lives were brightened by a radiant light.  By his arrival, he created a vast life filled with joy for us.

Alex Krantz another Polish friend of our family was a bank manager. One day, my mother and I met him on the street while we were taking a walk and we chatted with him for a while. It was easy to see his hatred towards the Germans. He was shaking with rage, but it surprised me when he became so meek seeing the guard suddenly appearing in front of us.

The whole city was covered with signs, all of them telling the same story. There was a reflection of an unlikable, cold, disgusting and ugly face that looked like a rat with a pointed nose on a mirror and it wrote under it ‘Are you a Jew or not? To find out, look at the mirror’.

I can see people are gathering their belongings. Women are running here and there, rubbing their hands against each other with hopelessness in the middle of their destitute houses. From the window, my empty eyes wander through their bundles. These people will soon move to the ghetto but we are lucky in a way because our house is already in the ghetto.

The view in front of my eyes reminds me of a picture from the middle ages. The men in grey uniform are pushing and shoving people carrying big packages. Will it ever be our turn? I am looking at the scattered homes, bundles everywhere, and hopeless people frozen with bewilderment.  The furniture they cherished are scattered all over the floor. People are carrying their stuff to the courtyard. The Jews that will be settled in our ghetto are moving in masses. Already a handful of Jews have piled up their bundles at the door. Our non Jew neighbors are sharing our pain by feeling pity on us. Some Jews are paying Polish children to carry their stuff, a family loses his packages, all of a sudden everything around me starts to cry, people who don’t know what to do are crying gazing at their bales, and a bundle opens up and eggs scatter all over the place. The sun as if ashamed of what people are doing hid behind the clouds and rain starts. There is nothing on the streets except a flood of people carrying things, people tripping over the bundles and falling, things spreading everywhere, rice falling out of bags of a woman bent double under the weight she is carrying, and the Litanies keeping watch, not letting them to stop and rest. It is twilight now, and it is still raining. People with bags on their back and carrying stuff in their hands are at the gates of the ghetto, a big crowd pushing each other. There is no end to people coming. Some are already placed in the ghetto, a family of four sharing a dirty and stuffy room.

How does the mind pick up sentences? These lines that grow and multiply where words are broken into pieces! The hand rears all of a sudden and the words are aflame. My face retrieves and I am being born and die every moment. C’mon, don’t stop, waste your soul! Let everything in you foam and froth today. Hold on to your heart that cries out. Listen to the sounds of the past. Wake that fragile young girl up from the deep chasms of her memory. I can hear the vague and far songs of the past. I hear the ground beneath my feet, my roots going deep into the earth, drier than bricks, into the moist soil, fiber by fiber.  All the tremors are shaking me, my ribs sunk under the ground. I am moving from Africa to Asia, taking a breather in Mesopotamia and Vietnam, in Hiroshima and Afghanistan. Beneath me are the Black Sea, the Mediterranean, Euphrates, Tigris, the Indian Ocean and the Pacific Ocean. I can feel the oppression. The tremors are all over me. Who am I? Where am I from? I am the mother from Hiroshima who lost her child, the Indian father, the Aborigine grandfather, I am from earth and belong to earth, the American black student, the south Vietnamese priest, Thic quang Duc, the child burnt with the Napalm bomb, the baby victim of the famine in Nigeria, the Palestinian refugee in Beirut, the peace missionary in Uganda, I am from Kosovo, Ruanda, I am the Albanian, the Chechen, the Algerian, and the nurse from Somali. I am finding my continuity again, and becoming part of the text that will finally make me a whole and keep me upright here. I am in the dark, hiding, but now rising to the light I can see. I am a story here. The sun and the cosmos also have a story. I am flying away forming sentences, ascending like the string of a balloon, ascending to a place where I can exhibit my treasures so finely embroidered. I promise myself, I won’t cry.

I am not crying mommy… You used to say, ‘You need to grow up and learn to stand on your own feet…’ I’ve grown up my beloved. Suddenly, I found myself in a distant morning in the Ghetto, many years ago one morning. We used to stand there, worried and in pain. Days were like cloudy water and we used to hear words nobody understood, waiting with our last breath for the days of freedom like a parrot waiting the cage to be opened. That’s how the days passed and the ghetto rules dictated relentlessly. We learned to obey more and more every day. Our skin learned to match the color of the days, and we learned to greet the morning behind the Ghetto walls squeezed tightly together, oppressing, and murdering. We, the children used to look at the adults with eyes filled with questions, and knew that the Ghetto life would not change, and lived under the sharp gaze of the SS soldiers hoping one day we would climb over the walls of the future.

Romek told us a story he encountered just before he came to the theatre rehearsal that he never missed.

‘On the way here, I met this sergeant who was pasting Mayor’s notifications on the walls. They actually were not notifications but caricatures of Jews. On the first picture, was a Jewish butcher grounding meat, and feeding mice into the grounder, on the second, he was filling the milk bucket with water and on the third, he was kneading bread dough with his feet, worms falling off from his fingers into the dough. On top of the paper, it wrote, “The Jew is Deceitful, the Jew is Your Enemy.”, and it continued as:

Dear readers, this is how the Jews are deceiving you shamelessly.
If you are buying their milk, be very careful because they sell you milk mixed with dirty water, they throw dead mice in ground meat, cheating you as real meat and worms swarm in their home baked bread because they knead it with their dirty feet.

After hanging the caricatures’, he continued his story, ‘the soldier was so ashamed of the laughter of the people reading the notifications, that he got a headache’. That was how they were degrading us those days and we were all ashamed.

We were scattered here and there like the pages of an old book. Nobody loved the Ghetto, but just like the laws of nature we got used to it slowly. Lonely, homeless, open to all kicks and fists…

Here, I am alone with my memories.





November 17, 1939

Feeling the truth with its burden we had to be strong, however hard it was. Things endurable at first all of a sudden became unbearable. Everything was changing so fast…

Germans without giving any reason had started to barricade the side roads north of the Marszalkowska Street with barb wire. Even the notion of such a thing was unconceivable for us up to that time. What’s more, they had an announcement that horrified us. By the 5th of December, we were supposed to wear a band with David’s blue star on our arm, to mark us in the society.
Voluntarily we secluded ourselves in our homes, for no Jew wanted to go out with a brand on his arm. At times when we had to, our eyes were cast down walking in shame and fear, trying to be invisible.
The Germans were looting the Jewish houses carrying all our furniture in trucks, worthless and unattractive goods were slowly taking their place.
We were becoming poor very fast.

Worries of all kinds of people inhabited the Ghetto. This Ghetto where hundreds of thousands of people were gathered witnessed all kinds of pain, defeat, worry, fear, anxiety and helplessness when the iron doors closed; it kept all as a secret hiding the fatigue of people’s lives every day, and the nights kept all the secrets hidden.  The Ghetto walls were not deaf; they listened to and heard everything and they were far from being mute. When the shrill whistle of the night guard echoed and all the humming stopped, the daily worries and the feelings of inferiority we were exposed to would ooze through the walls.

People who believed in the virtue of silence, who surrendered as if they were a sacrifice given to that silence, took shelter behind these walls. My grandfather used to warn me all the time, ‘Don’t make noise! Don’t jump around on the streets and be very quiet.’ We were the Jews and attracting attention was not wise for us.

It was a long journey in an instant, from my childhood to old age and death.

It is so difficult for me to feel the past trying to remember it…I can’t feel the past. How can I remember the Jewish Poland of my childhood, oblivious to me even when I wandered among them? I don’t belong here, but still this sky, this June sun, these gardens, these houses and these streets… so familiar. I carry them with me, they are part of me. Can I deny them? That’s why most of us don’t want to come back.

No, no! It is beautiful to feel this pain with tears running on my cheeks, knotted in my throat; it is beautiful to feel those no longer alive and walk where they walked. They were here until eternity and yet I went far away, very far becoming someone entirely different, without roots and tears. I am not who I was anymore.

In spite of everything, I am back for a short time, back in Warsaw just like I was in the past.

I am walking, stepping on the ashes of my family no longer alive.

Their and my ashes…

My memories..
My desires…
My tears…
I am in Warsaw
I am in Warsaw
I have to repeat many times…
I am in Warsaw
I can’t believe it…
I am here…
What was I searching for in foreign lands?
What was it that carried me away from here?
What was I doing in another country?


Only here, in Warsaw, I can understand myself and my own history.

I can feel my heart beats, feeling dizzy, breathless, as if I was sunk, but into what? Not into water, something thicker, more viscous; into time… into the old and cold time, into the old sorrows like the layers of dirt and mud piled up at the bottom of a pool. I was feeling so heavy and soiled and at the same time, flat and formless, like the indistinct sun setting down interrupted, straining as it comes closer to the west, turning from pink to purple, shaky and pale with the redness of the air exploding and the small fires piled up behind…like the visionary hero who was forgotten in his own novel’s pages, left to wither and rot away like his own book.

This is how experiences fill life!  If we lived something, but really lived it, we never lose them and want or not, still live them at old age. The memory that doesn’t let go even the least important details in life is so remarkable!

I am being sad but hiding my sorrow. I am mute, but constantly talking in my mind. I am and yet not, burning but freezing at the same time. I know something have changed in my heart, for I know that I grew into another I, existing and not at the same time…I am searching for the little girl who is putting hair pins on her hair at her every step.

I am sitting at my work table with the uneasy feeling of not being able to finish a story. For several weeks, I have been trying to give its final touches but this is not the first time I fail to complete it, and maybe this unfinished paper will be rewritten, forgotten and discovered again in years to come. This writing that seems to be out of my control is the story of my life. How can a person put down the last period in his life story! Maybe I will never be able to complete it and one day if I may succeed writing “The End” to this never ending story, it would only be meaningful if seen as an interruption to my memories, and sooner or later, it may sneak back, and mockingly quote Calvino,” Just like we can never announce a   piece of art finished.” Anyway, I am sensing the change of the light outside and as I watch it move, I am trying to capture the meaning of the story sitting motionless at my table with a faint feeling of  discomfort of loneliness coming from writing the story..



In the summer of 1940, our connection with the outside world was completely cut off.  Every day, tens of thousands of men were handed over to the invaders for temporary jobs by Judenrat (the Jewish Office). Besides, hundreds of Jewish men innocently walking on the streets were being captured and every Jew between sixteen and fifty five years old had to report to the office to work nine days a month. This was not an absolute and unconditional rule to increase the income of the Judenrat. Another alternative would be to pay it a bribe of 60 zloty a month which would create a guaranteed monthly income for the office.
The invaders closed down the Jew owned printing press and the publishing houses.  Even the street vendors selling books were banned. Their merchandise, instead of being neatly ordered on the shelves inside the stores, would be sitting in the carts outside, on the street corners. At first, although they were permitted to own a cart for a fee of 150 zlotys, by that summer all book trade was prohibited. Tens of thousands of refugees who escaped to Warsaw were placed by their brothers living in misfortune. There was no Jewish courtyard that was not overpopulated. All the people whose houses were burned, the refugees, the fugitives and those on exile were all living with us. The Jewish streets were noisy and overpopulated, the side walks crowded with no space to move, and the people were pushed onto the middle of the streets.
Shortly after the occupation of Warsaw, Judenrat thought of the idea of forming a ghetto and published a detailed list of all the streets the Jews were not allowed to live. Every decision and order was a shock for us but the idea of building a ghetto crushed us the most. Later, although this topic was taken out of the agenda, it still kept its ambiguity. On 24th of October in 1940, the Warsaw Ghetto took its final form and everyone started to evacuate his apartment and move into his new place in the ghetto.
There was another suspicion that was eating us away.
Was this going to be a locked up ghetto? We were hoping for a miracle because a locked up one would mean a slow death while an open, only a partial disaster.

Finally, the ghetto was put in reality; the Jews living in the areas outside the walls would move inside the wall, locked up and imprisoned, and the Arians(Polish) who lived inside walls would move out to the Arian streets before 31st of October. Up to a point, this decision hurt the Polish more than the Jews because they were ordered to move not only out of the ghetto but also from the German region. One hundred twenty thousand people would be evacuated and left to find some place for themselves inside the walls. The non-Jews were also worried, for no merchant or store owner wanted to move to a place he felt alien to. A Jew or Arian, nobody wanted to start a new life. On 15th of November, 1940, the Jewish Ghetto was officially established, and the Jews were banned to move out of certain boundaries. This situation created a lot of confusion.  People moving in a nervous bustle were whispering rumors to each other.
When I looked down the dark street, I saw the projectors illumining the new wooden fence and I thought of the Polish who were free to roam living comfortably beyond it. The walls 3 meters high were already started to be built. The Jews under the supervision of Nazi soldiers had already started to plaster the bricks.  These walls were our companions casting their glances toward us at our side. They stood up for us made from clay and soil and cried out their innocence in their grayness. These walls that were built for us were nothing but glowing loneliness! We had said yes to a life embedded in the darkness outside of time, outside these walls…

Without any hesitation, the supervisors were whipping the slow ones constantly making me think of our imprisonment in Egypt as  told in Torah. Where was our Moses who would liberate us from imprisonment?

Beyond the closed Ghetto doors, everybody was agitate;, we were like animals locked up in a cage who didn’t understand what was happening to them and running back and forth disturbed. The women squatted down by the street walls with their beds and quilts already soiled with the dirt of the streets were wailing and the children were crying in fear. These were the Jewish families that were brought behind the Ghetto walls the last minute with no hope to find a place for themselves. Half a million people were squished in an area enough for a hundred thousand. We were all sensing that we were living the darkest hours of the mankind history. Either something would happen or we would be shaken deeply anticipating to live something very foreign to us. No body knew anything and the situation was changing every hour.
The knowledge of being excluded from the rest of the world was creating restlessness in us. We were a Jewish crowd timidly walking on the streets with fearful eyes, stricken with terror.
There were unusual meetings in every house with an utmost tension. Some, the young ones, were thinking that a general protest would be appropriate, but the elderly had different ideas. In their opinion, a protest would be too dangerous. We were cut off from the rest of the world, no radio, telephone, and newspaper. The only telephones were inside the hospital and the police station.
The walls that were isolating us from the rest of the world were rising steadily bringing with them fear and horror.

We had no doubt left that it was going to be a locked up ghetto. The Jews would pay for papers to leave the Ghetto for a few hours everyday while the military soldiers patrolled the streets.
Since food was rationed, most of our time was being spent on the queues in front of the grocery stores and the rest of it pursuing special connections to find fresh milk, eggs, and calf liver. The calf liver was for my grandmother; she had a liver disorder and was not supposed to eat fatty food. Calf liver was lean and good for her.

By the time1940 came to an end, finding food had already become a serious problem. We were allowed to get a quarter pound of bread daily, and an egg and two pounds of jam sweetened with saccharine monthly. A pound of potato cost one zloty. We couldn’t even remember the taste of the fresh fruit, and it was not possible to bring anything from the “Arian” region where everything was plenty. Slowly, black market had started to turn into a profitable business because to the smugglers, hunger and greed weighed more than the heavy penalties they were subjected to.

Sienna Street, one of the boundaries of the ghetto, was separated from the streets that ran into it only with walls. The barbed wire temporarily isolated the houses whose courtyards opened to the Zlota Street which ran parallel to Sienna, from the outside world. Most of the smuggling took place here. Bold, hungry and resolute, they would jump over the wall escaping the guards, sneak through the holes on the walls, stealthy like a cat.  Our windows opened to a court yard like this where there would be incessant activity the whole night long. In the mornings there would be trucks carrying produce and the stores would be piled up with bread. It was even possible to find sugar, butter and cheese and the prices would be unreasonably high because people were jeopardizing their lives to get them.

Sometimes, a big truck loaded with all kinds of goodies would enter through the gates, thanks to a bribe given to a German soldier.

The German asked the Jewish leaderrs of the community to take steps to stop the smuggling and ordered the Polish police to create a Jewish army to keep order in the ghetto. Two thousand men between twenty and thirty five years old were being gathered giving priority to the veterans and those of good education, with at least a high school diploma.  My mother who saw the first world war was trying to keep our morale high, ‘Not being able to find eggs and butter is what a war is all about, so that’s exactly what we will do, not eat them’. That was the biggest mistake of my life. I would find out later that war was much more than that.









B U N K E R   W E E K L Y:  N U M BER 1

Price:  One Cigarette


From the Editors

Today, dear readers, we place in your hands the first number of our bunker newsletter.  Our task will be to keep you informed of all major events of interest to the citizens of our tiny but turbulent state.  To this end we will provide updates on the political and military situation as well as on internal affairs-social, economic, and others.  As our paper grows we will also include an advertising section.   As of this writing, the prospects for our new venture seem promising indeed;  it is probably the only paper in the world that will be read by all citizens in the land without exception and regardless of creed, gender, nationality, age, or education.  Our only momentary complaint is the chronic shortage of paper, which drastically affects the aesthetic format of our weekly.  We call upon all people of goodwill to remit to the editorial office any clean piece of paper they chance to find.  Contributions are gladly accepted.  In presenting to you, dear readers, this first issue, we sincerely wish- for your sake as well as our own- that it will also be the last.




What’s Happening on the Front?

As there are no signs in the air or on land that would indicate the launch of a major offensive, we must confine our report to the repeated skirmishes taking place over the past several weeks between our citizens and the local insects.  Following fierce battles, we have held our position while inflicting great losses on the enemy.  Space will not permit us to recount further details from our interview with our military spokesmen; we plan to include this in our next issue.  Here we wish to communicate that, for the moment, none of the dream auguries regarding the war have yet come to pass.  Nevertheless, we vow that if they do, even at a later date, we will become loyal adherents of such divination to the end of our days and will bring up future generations in the faith, so help us God.  Amen.



Market Report

As a result of the change in our monetary system, the cigarette has been declared the official currency of our small state.  All attempts to monetize soup or pancakes have proven futile.

Dangerous Epidemic

Reports have been confirmed that our shelter has recently been hit by a dangerous and distressing epidemic of hemorrhoids.  The worst and most notable case is that of “white” Hela.  As the editors possess no medication that might alleviate the suffering, we offer instead this little verse by a major author, who, like Heine, is of unknown origin:

The Suppository and the Tortoise

The suppository was distraught
By the tortoise in his carapace.
“It must be very hard”, he thought,
“to live in such restricted space:
How does he fare?  It must be hell”.
The tortoise then assured his brother,
“I’d rather be penned in my own shell
Than pushed into the ass of another.”



Corsairs on Quest

Last Sunday, in the quiet of the night, under cover of darkness, our pirate cutter embarked on a raid and returned with a rich store of plunder.  Due to limited space we are unable to provide more particulars:  Suffice to say the episode was rich in hair-raising moments of danger.  We permit ourselves to recall that our most intrepid adventurer, Wandzia, a devotee of such missions, is already hatching plans for new and even bolder quests.  Tact compels us to keep these plans shrouded in secrecy, so we must leave the reader in suspense until the next issue.


For Young Housewives

In view of our citizens’ growing tendency to put on weight-a trend resulting solely from the climate in which we live, the Housewives Association has conferred with the High Commission and passed a resolution limiting high-lifers to a maximum of two meals a day.  In keeping with this resolution we offer all our lady readers an excellent weekly planner for preparing meals, which we present in the form of a calendar:

Monday
2 wheat pancakes with coffee
Barley soup

Tuesday
Barley soup
2 wheat pancakes with coffee

Wednesday
2 wheat pancakes with coffee
Barley soup

Thursday
Barley soup
2 wheat pancakes with coffee

Friday
2 wheat pancakes with coffee
Barley soup

Saturday
Barley soup
2 wheat pancakes with coffee

Sunday
2 wheat pancakes with coffee
Barley soup and noodles
Official Notice

Wherefore my husband Kubus, able-bodied seaman aka Jacus, has managed to escape my subversive influence.  I hereby officially proclaim myself not liable for his appearance (see exhibit A:  dirty pajama top).

“Black” Helen

(Read but don’t pass it on- lest it cost the editors a cigarette.)






Romek was among the editors of the underground newspaper who believed that we should show resistance to the occupation and the “youth theatre chapter” would be the best to carry this responsibility. Our liberation was depended on unity without which no future would await us, the youth! We were going to build a well equipped underground web to establish a unity among us all. That was our only hope. These activities were like the sparkles of spring in those sad days and our growing hopes, the heralds of its blossoms. We were yearning for happiness, dreaming for hopeful bright futures. We were going to inform the Ghetto people about what was happening, becoming more united, a whole as we spread the news. What we could offer the Ghetto was the spirit of unity. We were young, and we wouldn’t be suppressed under oppression and fear. We were going to oppose the power trying to annihilate us, taking over thousands of obstacles waiting for us. We were on an adventure, hitting the bottom once in a while but we would kick back hard to surface again, sooner or later. What should not be forgotten was the necessity of keeping top security all the time. Romek would say, ‘Nobody should be behind you. Prepare to be alone on this road.’ He knew very well that there was no time for self pity in this life. Hadn’t we held hands with our fate in this dance of Macabre! That’s how a group of writers took its place in the youth theatre chapter.


II.



Others’ freedom extend mine
to infinity.
Mihail Bakunin




June 13, 1986


I sprouted in the Polish soil, took shape from the glistening drops of the Polish sky, and this is my story…

Funny, how some years get erased from the memory almost completely.


Trying to talk about them from the impressions of the past sometimes is very difficult and painful, and some events are carved in my memory with all the clarity in details. I had decided to tell this story chronologically, not because of my worry to adhere to reality but because I have learned by now that nothing is less real than chronology. Ghetto life is not easy to tell about and I don’t even know if I can accomplish this task. As the memories flood in, the descriptions get more complicated and I find myself telling them, just as they are without any plan. These events took place 39 years ago. Although my thoughts, feelings, judgments are all piled up on top of a chronological layer formed by my present convictions, I am not who I was then. That’s why I will not talk as if I am there, because I am not, anymore. I will never be there as I was then. That 17 year old girl, the ghost of the past