4 Şubat 2014 Salı

KENDİ HİKAYELERİMİ YAZIYORUM - NAİL ÖZLÜSOYLU




  Eminim hepiniz fotoğraf çekmeyi seviyorsunuz.  Hele günümüzde teknolojinin nimetlerinden biri olan cep telefonuyla fotoğraf çekmenin kolaylığına erişince artık her anımızı korumaya başladık.  Bu fotoğraf çekme ayininden keyiflenerek hafif bir gülümseyişin yüzümüzde dolaşmasıyla kendimizi bir oyuna atar gibi, poz veriyor, poz verdiğimizi bilerek o küçük oyuncağın karşısına geçiyoruz.  Oh! Ne keyif! Ne keyif!  Hatta o kadar fotoğraf çekmeye, anlarımızı dondurmaya ve onları fotoğraf karelerinde saklamaya öyle meraklıyız ki, artık herkesin bir kaç albümlük fotoğraf arşivi oluşmuş durumda.  O kadar ki fotoğraf doğum odalarına girdi bile. 
Günümüzde artık fotoğraf sanatından söz ediliyor. 
Nasıl olursa olsun, kim tarafından çekilirse çekilsin, ister amatör ister profesyonel bir gözün aracılığıyla çekilmiş her fotoğraf görüntüsünün belli sınırları vardır.  Aile veya arkadaş arasında çektirdiğimiz fotoğrafları bir düşünün.  Örneğin; “şöyle otur, şöyle gülümse, yok olmadı, yana bak, biraz daha yaklaş” gibi komutlarla oluşturulmuş bir fotoğraftan söz ediyorum.   Oysa fotoğraf sanatından söz ederken o fotoğrafı çeken kimsenin önemi vurgulanmış oluyor.  Fotoğrafı çeken kimsenin gerçekleştirdiği en önemli seçim, görüntü çerçevesi içine nelerin dâhil edildiği ile anlam kazanıyor.  Fotoğraf görüntüsü, “seçilerek” oluşturulmuş bir görüntüdür.  Görüntü içindeki unsurların değişmesi anlamı da değiştiriyor.
Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan o şeyi ele geçirmektir…  Bir şeyin fotoğrafını çekmek, dünyayla, insanla ilişki kurmaktır...  Bir şeyin fotoğrafını çekmek o objeyi belgelemektir gibi bir sürü tanım yapabiliriz.  En iyisi mi, sözü bu konuda uzman olan fotoğraf sanatçısı, eğitmen, küratör, marka tasarımcısı Nail Özlüsoylu’ya verelim ve ondan bu sanatın inceliklerini öğrenelim.

  Kendinizi tanıtır mısınız?
  İzmir doğumlu bir akademisyenim. 9 Eylül Üniversitesi’nde Grafik Tasarım ile başlayan lisans eğitimim, master ve doktora düzeyinde fotoğraf, video art ve göstergebilim alanlarıyla genişledi. Aynı zamanda kentsel markalaşma üzerine yurt dışında ki üniversitelerde çalışmalarda bulundum. Fakat tüm bunların dışında küratörlük benim için ayrı bir yer tutmaktadır. Uluslararası güncel sanat projelerinde küratörlük yapıyorum. Ekonomi Üniversitesi ve Yaşar Üniversitesi Görsel İletişim ve Tasarım Bölümlerinde dersler veriyorum.

  Fotoğraf sanatı ile ne zaman tanıştınız? Sizi bu alana çeken ne oldu?
  Fotoğrafla tanışmam çok küçük yaşlarda bana hediye edilen bir fotoğraf makinesiyle başlar. O küçücük manuel makinenin zamana karşı kafa tutuşu, ışığın görüntüde bıraktığı iz ve farklılaştırma yeteneği cezbetmişti beni. Sonra fotoğraf makinesi hiç düşmedi elimden, yaşadığım anları fotoğraflamayı, başkalarının yüzlerinde ki hikâyeleri keşfetmeyi seviyordum. Garip olan, ironik olan,  yüzlerce karenin hiçbirinde her fotoğrafçının kaderi gibi ben yokum.  Oysa bana, kameranın arkasında olmak her zaman daha eğlenceli gelmiştir.

  Yurt dışında neler yaptınız?
  Mesleğim dolayısıyla uzun yıllar kaldım yurt dışında. İlk uzun yolculuğum Kıbrıs’a oldu. Üniversitede ders vermek üzere davet aldım ve uzun süre kaldım adada. Kıbrıs, benim için çok özel bir yerdir. Her zaman sevgiyle hatırlarım. Sonra workshop’lar ve araştırmalarım için gittiğim İtalya ve İngiltere önemli bir yer tutar hayatımda. Londra âşık olduğum bir kenttir. Görsel çalışmalarımın yönünü değiştiren bir kenttir. Kentlerin markalaşması için gerekli görsel kimlik doktora tezimin çıkış kaynağı Londra olmuştur.

  Roland Barthes’ın “Serüven yoksa fotoğraf da yoktur” sözü üzerine ne söylemek istersiniz?
  Barthes’la tanışmam master tezimde göstergebilim dalıyla ilgilenmemle başlar. Görsel metni çözümlemek için geliştirdiğim denklem, onun sanata olan bakış açısından etkilenmem ile gerçekleşmiştir. Aslında bu söz bütün sanat dallarıyla örtüşmektedir. Yapılan bütün yolculukların kaynağında insanın kendisine olan yolculuğu olsa da, bu yolculukta ona eşlik edenler ve tanık oldukları üretimlerinin öznesi olurlar. Serüvenler gereklidir, büyük yapıtlar büyük acıların doğurduğu ızdıraplardan kurtulmak için üretilir. Bu sanatçının bir tür hayatla olan savaşıdır. Fotoğraf ise biraz da an ile yarışır. Keskin bir farkındalık ve his gerektirir. Günümüzde her ne kadar kurgu fotoğrafçılığı popüler olsa da fotoğrafın an’ı atlatıp, olaylara tanıklık etmesi önemli bir gelenektir. Hiçbir serüven doğru ya da yanlış olarak nitelendirilmemeli bence, nerede olduğunuz sizin kontrolünüzün dışındadır biraz da.

 Fotoğraf çekerken sonsuz bir nesneler karmaşasından ya da o belirli anı seçmenizde hangi         etkenler rol oynuyor? Neden o nesne? Neden o an?
  Son yıllarda yaşamın içinde gelişen olayları değil de, kendi kurgularımı çekmeyi seviyorum. Kendi hikâyelerimi yazıyorum ama yine hayatın içinde kalbime dokunan konuları. Kamera sadece bir araçtır benim için. Bir ressamın mesela uzun zamanlar harcadığı resimleri gibi, bende kurgularıma uzun düşünce payları veriyorum. Felsefeye ve göstergebilime duyduğum ilgi, basit gibi görünen olayları farklı kurgulara dönüştürüp, gündeliğin nesneleriyle birleştiriyorum. Belki akademisyen kimliğimin de bunda etkisi vardır. Fotoğrafta yarattığım kurgular benim özelim oluyor bir süre sonra. Ama durağan nesneleri sevdiğimi biliyorum, fark edilmeyen, ama hep orada, hayatın ortasında duran nesneleri.

  Günümüz Türk fotoğraf ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
  Ülkemizde fotoğraf sanatına büyük bir ilgi olduğu kesin. Güzel bir durum bu. Ama tartışmaları yersiz buluyorum. Fotoğraf makinesi sadece bir araçtır, gerisi gözün estetiğidir. Dijital ya da manuel, ne olursa olsun, hissettiğinizi yansıtabiliyor musunuz? Sanatın ilgilendiği bu aslında. İzleyici ile arasında nasıl bir bağ kuruluyor? Nedense ülkemizde fotoğraf yeniden keşfediliyor gibi. Dünya, deneysel fotoğraf üzerinde, kurgu üzerinde kafa patlatırken, makinenin teknik değerleri üzerinde gelişen bir eğitim sistemi uygulanıyor ülkemizde. Bir akademisyen olarak şunu diyebilirim, bırakın herkes istediği gibi çeksin, beğenmek ya da beğenmemek size kalmış.

  Sanat dallarının gün geçtikçe bir senteze doğru gitmesini nasıl buluyorsunuz?
  Her şeyin bu kadar hızlı değiştiği bir çağda aksi beklenemezdi zaten. Güncel sanat kavramı bütün disiplinleri içine aldı. Çağdaş sanat kavramı güncelleşti, yapıtların estetik kavramı manifestosu güçlü eleştirel işlere dönüştü. Küratörlüğünü yaptığım sergilerde oldukça fazla özen gösterdiğim bir konudur, farklı disiplinleri bir araya getirmek. Ortak bir hikâyeden yola çıkarak hazırladığım sergilerde, tek bir sanat disiplini ile değil de, farklı yöntemlerle yanıt aramak daha fazla heyecan veriyor. Sorgu çok yönlü oluyor. İzleyiciye daha çok yön haritası çizebiliyorsunuz. Ama modern sanat müzelerinin olmaması, üretilen işlerin raflara kalkmasına ya da kullanılmaz hale gelmesine yol açıyor. “İzmir Modern” üzerinde çalıştığım bir projedir, ciddi bir sponsorla bunu İzmir’e kazandırabileceğimizi düşünüyorum.

  Üniversitedeki çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
  Üniversite de çalışmak sistematik olarak araştırmalarımı genişletmemi sağlıyor aslında. Tasarım fakültelerinde görsel tasarım, videoart gibi derslere giriyorum. Aslında bir ayağım hep dışarıda olmuştur. Bu son yıllarda biraz daha da arttı. Türkiye’de üniversiteler dışarıdaki yaşamdan çok kopuk. Yüksek duvarlar bilginin dışarı çıkmasını engelliyor. Sanat tarihine baktığınızda sanatın ve tasarımın kaynağının sokaklar, meydanlar, gettolar olduğunu görürsünüz. Yurt dışında üniversitelerin yüksek duvarları yoktur. Dışarıdan insanları görebilirsiniz, okulun sergi salonlarında, seminerlerinde. Tasarım derslerinde öğrencilerin daha çok yaratıcılıklarını arttıracak projeler üzerinde duruyorum. Kendi felsefelerini oluşturmaları ve çoklu çözüm yolları üretmeleri çok önemli. Bireysel farklılıklarını yansıtabilmeliler, bir de duyarlılıklarını. Yurt dışında “video art days” programının küratörlüğünü yapıyordum, bu yıl İzmir’de yapmayı planlıyoruz. Öğrenci işleri ve profesyonellerden oluşan bir video seçkisiyle. Milano’dan küratörlüklerini yaptığım Visual Conteiner bu organizasyona destek verecek. Bu arada Kedi Kültür Sanat Merkezi ile ayda bir ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz sanat&tasarım konuşmalarının moderatörlüğünü yapıyorum. Her ay bir konuğumuzla beraber sanat&tasarım üzerine konuşuyoruz.

  Son olarak bu söyleşilerden kısaca bahseder misiniz?
  Bu söyleşilerin başlangıcında hiç konuk almadık, çünkü İzmir’de Sanatın Sınırlarını konuşmak istedik sanat izleyicisiyle. Farklı meslek gruplarından izleyiciler katıldılar ve çok farklı görüşler çıktı ortaya. Bu görüşlerin en çok birleştiği noktalardan biri de, sanat ve siyasetin İzmir’de çok fazla iç içe girdiği ve bunun hep aynı kişilerin oluşturduğu sanat gruplarının tekeline geçtiğiydi. Oysa sanat tepkisel bir eylemdir ve politika ancak sansür yaratır. Çok az galeri gerçek anlamda sanatsal işlere imza atıyor. Modern görünen İzmir’de aslında modern sanat ne kadar izleyicisiyle buluşuyor? Bir de galerilerin genç sanatçılara fazla yer vermedikleri konuşuldu. Gençlerin bağımsız sanat alanlarına ihtiyaçları olduğu ve sponsor eksikliği diğer önemli bir sorun olarak çıktı karşımıza. Bu arada her yıl ciddi sanat sergilerine yer veren Kedi Kültür Sanat Merkezine ve bu güzel sohbet için size teşekkür etmek isterim.


Bu keyifli sohbet için biz de İzmir Life dergisi olarak size teşekkür ederiz.

http://nailozlusoylu.blogspot.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder