10 Ocak 2014 Cuma

ANADOLU’NUN TÜM KÜLTÜRLERİNİ ESERLERİNDE BULUŞTURAN BİR SANATÇI - SÜLEYMAN SAİM TEKCAN




ANADOLU’NUN  TÜM  KÜLTÜRLERİNİ  ESERLERİNDE  BULUŞTURAN  BİR  SANATÇI  -  
SÜLEYMAN SAİM TEKCAN


İzmir’de kendine özel bir mekân aramak isteyenler Kedi Kültür Sanat Merkezi’ni bilirler. Kendinizi eğitmek, keyifli vakit geçirmek fotoğrafçılık, resim üzerine eğitim almak isterseniz bu merkezin faaliyetlerinden yararlanabilirsiniz. Devamlı değişen sergileriyle samimi bir ortamda hem sanatı paylaşıyor hem de kendinizi evinizdeki kadar samimi bir ortamda buluyorsunuz. Aralık ayında (5-31 Aralık 2013) Kedi Kültür Sanat Merkezi çok yönlü bir sanatçıyı, Süleyman Saim Tekcan’ı ağırlıyor.
Süleyman Saim Tekcan yoğun sanatsal üretimiyle, eğitimciliğiyle ve Türkiye’de özgün baskı resmin gelişimine katkılarıyla Türk sanat ortamında önemli yere sahip bir sanatçımız. Bugün 50 yıllık sanat yaşamını ardında bırakan Süleyman Saim Tekcan belleklerde özgün baskılarıyla yer etmiştir.  Bu uzun sanatsal yaratım sürecinde desen, yağlı boya, suluboya ve bronz heykelleri üretkenliğinin birer yansımasıdır.
Kedi Kültür Sanat Merkezi’ndeki sergi  “Tanrıların Ulağı At”  Süleymanname serisinden.  Çerkezlerde at çok önemli.  Atla babaannesinin de Çerkez oluşundan kaynaklanan bir bağ oluşuyor zamanla.  Çocukluğundan beri ata biniyor.  Yalnız binmekle kalmıyor at figürünü sanatına taşıyor.  Süleyman Saim Tekcan at deseni çizmeyi çok seviyor;  bugüne kadar 2000 tane at deseni çizdiğini öğreniyoruz. O kadar çok çizmiş ki, artık atı ezbere çiziyor.  Hem de atın her duruşunda nasıl resmedileceğini ve atın tüm anatomisini ezbere biliyor.  Ona göre at dünyanın en güzel yarattığı.
80’li yıllarda sanat çizgisinde yeni bir dönem başlıyor Süleyman Saim Tekcan’nın. Birçok minyatür ustasının, hattatın bir araya gelerek yaptıkları ve padişaha sundukları Surname benzeri Süleymanname’nin doğuşunun ilginç öyküsünü şöyle anlatıyor sanatçı: “Bir gün otururken rahmetli Emin Barın, ‘sana bir tuğra yapayım’ dedi ve bana Süleyman Saim Tekcan tuğrası yaptı. O tuğrayı yaptıktan sonra ben kendimi padişaha benzetmeye başladım ve Süleymanname de o tuğrayla başlıyor. O tuğranın altını doldurmam lazımdı, nasıl dolduracaktım, işte o zaman atlar başlamıştı, hatlarla atları birleştirerek kompozisyonlar yapmaya başladım ve bu bugün belki 200’e varan sayıda at ve hat gravürünün nedeni oldu. Yani Süleymanname’nin başlaması o seriyi başlattı ve oldukça büyük bir seri gravürün yapılmasının nedeni oldu.”
Süleyman Saim Tekcan’ın sanatçı yönünden söz edip onun eğitimci yönünü anmadan olmaz.
1968-1975 yılları arasında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde, 1975-1998 yıllarında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde eğitimciliği yanında dekanlık ve bölüm başkanlığı gibi idari görevlerini sürdürüyor.  Yeditepe Üniversitesi’nin kurucularından oluyor.  Bu kurumlarda gravür, litografi ve serigrafi atölyeleri kuruyor.
1970-1971 yıllarında Almanya’da Münih Akademisi başta olmak üzere birçok sanat kurumunda özgün baskı ve özgün baskı eğitimi üzerine çalışmalar yapıyor. İlk baskı atölyesini 1974 yılında kuruyor.  Atölyenin gravür presi, serigrafi makinesi ve kurutma rafları gibi tüm makine donanımını, Almanya'dan getirdiği örnek projeleri uygulayarak kendisi yapıyor. Türkiye'de özgün baskı üretimi için gerekli donanımın olmadığı bir dönemde, kendi tasarladığı preslerle baskı üretimine geçen atölyesini diğer sanatçılara da açıyor.
1980-1987 yılları arasında Söğütlü Çeşme'deki ikinci atölyesinde birçok sanatçı baskılarını gerçekleştirmek için orada toplanıyorlar.  Bu dönemde gerçekleştirdiği "Uygarlıklar" ve "Atlar ve Hatlar" gibi serileri bu dönemin eserleridir. Süleyman Saim Tekcan, daha gelişmiş imkânlara sahip bir diğer atölyeyi 13 Ekim 1984 yılında Artess Çamlıca Sanat Evi adıyla açıyor.
Burası litografi, serigrafi ve gravür gibi baskı tekniklerinin tümünü içeren, modern bir atölyede olması gereken tüm imkânları barındırır. Bu arada geniş galerileri, büyük bir baskı arşivi, kütüphanesi ve misafirhanesi ile uluslararası boyutlarda örnek bir baskı atölyesi yapısına kavuşuyor.
İMOGA (İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi) adıyla 2004 yılında kurulan müzede özgün baskı tekniklerinin tümünü içeren ve Türk sanatının da en büyük ustalarının çalışmalarından oluşan koleksiyonu sergilenmekte ve baskı çalışmaları sürdürülmekte.
Şu anda IMOGA’nin içinde olan atölye, aşağı yukarı kırk yıla dayanan geleneği olan bu atölyenin, dünyada daha iyisi yok.  En büyük hayali, Türkiye’de bir müze kurmak olan sanatçı bu düşünü de gerçekleştirmiş oluyor. Müzenin en önemli özelliği de grafik sanatlar müzesi olarak dünyadaki üç, dört tane olan grafik sanatlar müzesinin en iyisi olması. Dünyanın her yerinden Kanada’dan, Amerika’dan, Hollanda’dan, Almanya’dan birçok insan, atölyenin yaptığı işlerin kalitesinin nasıl elde edildiğini görmek, kullanılan teknikleri öğrenmek için geliyor.


1.  Bir sanatçı olarak araştırmacı bir kişiliğe sahipsiniz. Bazı resimlerinizi "Uygarlıklar", "Rembrandt'a Saygı", "Atlar ve Hatlar" gibi adlar altında topladınız. Bu resim yolculuğunuzun başlangıç noktasından söz eder misiniz?
Sanat yolculuğumuz - ki bilinçli düzeydeki sanat üretme sürecini kastediyoruz burada, çünkü insan denen varlık doğduğu andan itibaren dünyaya dair imge algısını biriktirmeye ve duyumsamaya başlar- eğitim aldığımız ilk yıllardan itibaren kendini biçimlemeye başladı. Önce tabii ki insan kendisine en yakın olandan gözlemeye başlıyor, dolayısı ile ilk etkileşim kendi kültür donanımımız üzerinden oldu, hatta ilk işlerimde Karadeniz daha baskındır, o yöredeki kadın-oğul imgesi, horon yapanlar gibi konuları görebilirsiniz. Sonrasında katmanlar olarak Anadolu’nun tüm coğrafyasının kültürleri bulunur resmimde ve bunlara üniversite yıllarında batı etkisindeki akademik eğitim ile Rönesans sanatının estetik kabulleri ile biçimlenen bir bakış eklenir. Ancak sanat üretmek öyle bir şeydir ki, insan görüntüleri, duyguları, yaşamı içine alır, ardından kendi varlık süzgecinden geçirir ve dışarı yeni bir biçimde yansıtır. Bu yansımada o kişinin teknik tercih ve eğitimle oluşan maddi donanımı da bir şekil ve dil oluşturur.
İşte bu dilin kimliğimi iyice biçimlediği bir dönemde, yaşamıma at’ın daha algısal olarak yoğun biçimde girmesi ve kendi öncülünü de daha önceki zamanlarda farklı kültürlerdeki etkili bir imge olarak bulması ile at eserlerimde vazgeçilmez estetik bir öge olarak yer almaya başladı. Ve etkileşim alanı son derece kuvvetli olan ve içsel kodlarımızda var olan Osmanlı kültürü içinden hat sanatı da bir başka yapısal öge olarak sanat üretimimin ana yapı taşlarından biri oldu.
2.  1960 kuşağı içinde yer alan sanatçılar arasındasınız. Özellikle özgün baskı tekniğinde yoğun çalışmalar yaparak, özgün baskı sanatının Türkiye’de tanınması için yoğun çaba harcadınız. İlk esin kaynaklarınız geleneksel Türk sanatları özellikle de Osmanlı kaligrafisi oldu. 1970-1971 yıllarında Almanya’da baskı grafiğiyle ilgili çalışmalarınız tüm sanat yaşamınızı etkileyecek, sanatınıza farklı bir boyut katacaktır. Dışarıya açılmış bir sanatçı olarak sizden sonra gelecek kuşağa dışarıda eğitim alma konusunda neler söylemek istersiniz?
Dışarıda aldığım eğitim sanat vizyonuma ve teknik tercihlerime muhakkak büyük katkılar sağladı şüphesiz. Ancak, büyük bir şans olarak gördüğüm bir hususa dikkat çekmek isterim: ben sanatsal kimliğimi etkileyen kültürel altyapımı belli bir olgunluğa ulaştırdıktan sonra yurt dışına gittim. Dolayısı ile batı ile etkileşimim kendi dilimi yitirip, onların dil kodlarına tamamı ile esir olacak bir tehlikeden korunmuş oldu. Yani başka bir deyişle, batı sanatının kodlarına öykünen, tamamen taklit üzerinden kendini yeniden biçimleyen bir etki olmadı bu. Bunun önemli bir turnisol kâğıdı olduğunu düşünüyorum. O sebeple, yurt dışında eğitim alacak öğrencilerin kendi öz kültürleri ile hem duygusal hem entellektüel olarak doğru ve etkin bir bağ kurmaları gereğinin altını çizerim. Aksi takdirde dünya için özgün olmayan, ‘mış’ gibi bir yapıştırma sanat yolculuğu olur ve sonucu da bir yere varmaz.
  1. Türkiye gibi modernleşmeyi tüm kurum, kuruluş ve felsefesiyle yaşama geçirmeyi başaramamış bir topluma “sanat”ı nasıl sevdirebiliriz? Bir sanatçı olarak düşünceleriniz?
Modernleşme, günümüzde artık anlamını yitirmiş, içi boşaltılmış bir kelime, bir kavramdır. Gerçeklikte karşılığı bulunmayan kavramlar anlamlarını ve bağlamlarını da yitirirler. Dolayısı ile Türkiye’yi kendi değerleri, kendi tecrübeleri, kendi kültürel kodları üzerinden okumak ve anlamak gereği vardır. Toplum dediğiniz olgu, canlı bir organizmadır ve organik bir yapıdır. Bedenine yabancı bir dokuyu giyinmez ve üzerinde tutmaz, tutsa da iğreti durur, sakil durur. Bu tür kavramlar toplum dinamiklerinden doğdukları sürece, o topluma ait bir kavramı ifade ederler ve ancak toplum genelinde, bir süreci bu şekilde yaşamın içine dâhil eder.
Sanat da eğer toplumda, insanın doğasına ait bir yaşamsal ihtiyaç ise – ki öyle olduğunu kabul ediyoruz – mutlaka bir karşılık bulur ve aranır, yani sevgi dediğimiz ilişki eylemli duygu, yapay bir şekilde güdümlenemez, varsa vardır, yoksa da belki bir süre iğreti bir biçimde var(mış) gibi görünür ama zamana karşı yenik düşer ve yok olur. Dolayısı ile eğer sanat kavramını, insanın yaradılışının bir bağlamı olarak anlıyor isek, şekilsel sınırlar ve kısıtlar ile anlamıyor isek, sanatı sevdirmek gibi bir derdimiz de olamaz. Ha eğer, sanat diye, belirli bir tavrı, belirli kalıpları, kabulleri diretiyor, bunun dışını dışlıyorsak, bu zaten bir zorlama olur, deminde dediğim gibi bu elbise o vücuda olmaz, bir süre sonra, o canlı organizma bu yapay dayatmadan kurtulur, ve kendi dinamiğine uygun olanı yerine ikame eder. Sanatı sevdiremezsiniz, ancak sevme biçimini manipüle edebilirsiniz ki bu da ne denli samimi ve etik bir anlayıştır, bu ayrı bir konu. En dürüst olanı, bana göre sevginin akışını izlemek ve bu sevgiyle hayatı, üretimi kesiştirmekten geçer, tabii samimi bir içselleştirme ile...
  1. Modernleşme yaşama koşut olarak tüm sanat dallarında art arda radikal değişikliklerin yaşanmasına yol açtı. Eskiyi yadsıyan “modernleşme” nin geçmişten etkilenmemiş olduğunu söylemek mümkün değil. Bir sanatçı olarak hangi sanat akımlarından etkilendiniz?
Bu sorunuzun ön koşutunu benimsemediğim bir önceki cevabımda net olduğu için bu soruya nasıl cevap verebilirim bilemiyorum. Ama spesifik olarak bir sanat akımından etkilendiğimi söyleyemem, söylemem de çünkü bu zamandan kopuk, kendi iç dinamiğinden kopuk bir sanatsal üretime izafe eder. Bir sanatçı, gözüne değen her görüntüden, içine dokunan her dilden, kendinde karşılığı olan her algıdan inşa eder üretimini. Dolayısı ile etkileşim süresiz ve sınırsız bir döngüdür. Burada aslolan, sanatçının görme biçimi ve benliğinin gelişimindeki seçici algısıdır.
  1. Sanatın bir kurgu olduğunu biliyoruz. Genel anlamda bu kurgunun kökeninde yaşamın kendisi yer alıyor. İnsan, doğa, nesneler, duygular, düşünceler ve daha pek çok şey esin kaynağı olabilir. 50. Yıl serginizin giriş bölümünde “Benim sanatım Anadolu uygarlıkları üzerine kurgulanmıştır” diye bir yazı vardı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu sorunuzun da cevabını yukarıdaki sözlerimde açıkladığımı sanıyorum. Yaşadığımdan, duyumsadığımdan, içime aldığımdan başka bir şey çıkamaz ki... Dolayısı ile bu topraklarda doğdum, burada nefes alıyorum, bu iklimi teneffüs ediyorum, dilim de ürettiğim her ne biçim var ise tüm bu üretimler de buraya ait.
6.  Türk gravür sanatının en yaratıcı sanatçılarındansınız. 2012 yılında Retrospektif Serginiz ile 50. Sanat yılınızı kutladınız. Sergide aralarında baskı, desen, yağlı boya ve suluboya çalışmalarının yer aldığı 208 tablo ve 38 heykel yer aldı. Bu sergi kapsamında Beşiktaş Belediyesi sanatta 50. yılınız şerefine bir kitap da çıkardı. Birçok ödül sahibisiniz. Kısaca değeri yaşarken bilinen nadir sanatçılarımızdansınız. Bir sanatçı için 50 sanat yılını geride bırakmak nasıl bir duygu?
Sanat gibi uzun soluk ve insani anlamda da olgunluk gerektiren bir alan için 50 sene çok da uzun bir zaman görünmüyor bana, önemli ve kıymetli olanın 50 seneye rağmen heyecan ve henüz yolun başında olma duygusunun taze tutulması olduğunu düşünüyorum.
7.  Grafik Sanatı deyince akla gelen ilk isimlerdensiniz. Baskı resim konusunda bir üstatsınız. Bugün hem sanatçı hem de Işık üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi kurucu dekanı olarak eğitimciliğiyle Türk sanatına ve eğitimine katkılarınızı sürdürüyorsunuz. Sizin önderliğinizde Artess Özgün Baskı Atölyesi’nin 2004 yılında evrimleşen ve kurumsal bir yapıya dönüşen IMOGA’nın (İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi) oluşum serüveninden söz eder misiniz?
Aslında IMOGA, bir sonuç. Biz ilk günden itibaren paylaşmak üzerine kurulu bir yaşam ve üretim anlayışını benimsedik. Yıllar içinde sayısız sanatçı bu yapının olanakları içinde biçim aldı ve biçim üretti. Ve en önemlisi hem mekânı, hem olanakları, hem tecrübeleri, hem heyecanları, hem üretilenleri, kısacası sanatla dolu bir hayatın tüm evrelerini paylaşarak çoğalttık ve çoğaldık beraberce. Bu çoğalmanın sonucu da bizi bir müze boyutuna ulaşmaya ve dönüşmeye mecbur etti. IMOGA bu devinimin bir sonucudur.


Bir sanat eseri bana bir fikir, bir konu, bir olay, bir toplum veya bir mesaj olarak gelmez, bir insan olarak gelir.  Belli bir uzaklıkta, çoğunlukla kendi sanatsal yaratısında olan insan olarak görünür.  Sanat oradadır, kişi oradadır.  O insan ben değilimdir, o sanat eserini ben yapmamışımdır; onu yapan da yapıt da oradadır.  Benim işim o yapıta ve o insana gitmektir. Benim o sanat eserinde gördüğüme yaklaşma, ulaşma çabalarım olmalıdır.  Çünkü sanat kendini hemen ele vermez, sanat izleyicisinden emek ister, sevgi ister, sanatına bakılmasını ister.
Sanatçılar güzel bir şeyi uzaya fırlatıp sonra da onun yanarak düşmesini seyretmeye alışıktırlar.  Yapıt kendi başına havalanıp sanatçının tasarlayıp hayal ettiğinden çok ötelere, bildiğini bile bilmediği yerlere uçtuğunda, sanatçı denetimin artık kendi elinde değil, izleyicinin elinde olduğunu bilir.  Sanat, sanatçı ile izleyicisinin birlikte yol aldıkları, böyle bir yolculuktur. Bu yolculuk bizi büyüler ve sınırın ‘öte yanı’ na, orbidin dışına kadar sürer gider; ondan sonra da hep sürer.

Bu söyleşi için İzmir Life olarak Süleyman Saim Tekcan’a teşekkür ederiz.

Raşel Rakella Asal
19 Kasım 2013




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder