ANADOLU’NUN TÜM KÜLTÜRLERİNİ
ESERLERİNDE BULUŞTURAN BİR SANATÇI -
SÜLEYMAN SAİM TEKCAN
İzmir’de kendine özel bir mekân aramak isteyenler Kedi Kültür Sanat Merkezi’ni
bilirler. Kendinizi eğitmek, keyifli vakit geçirmek fotoğrafçılık, resim
üzerine eğitim almak isterseniz bu merkezin faaliyetlerinden
yararlanabilirsiniz. Devamlı değişen sergileriyle samimi bir ortamda hem sanatı
paylaşıyor hem de kendinizi evinizdeki kadar samimi bir ortamda buluyorsunuz.
Aralık ayında (5-31 Aralık 2013) Kedi Kültür Sanat Merkezi çok yönlü bir
sanatçıyı, Süleyman Saim Tekcan’ı ağırlıyor.
Süleyman
Saim Tekcan yoğun sanatsal üretimiyle, eğitimciliğiyle ve Türkiye’de özgün
baskı resmin gelişimine katkılarıyla Türk sanat ortamında önemli yere sahip bir
sanatçımız. Bugün 50 yıllık sanat yaşamını ardında bırakan Süleyman Saim Tekcan
belleklerde özgün baskılarıyla yer etmiştir.
Bu uzun sanatsal yaratım sürecinde desen, yağlı boya, suluboya ve bronz
heykelleri üretkenliğinin birer yansımasıdır.
Kedi Kültür Sanat Merkezi’ndeki sergi “Tanrıların Ulağı At” Süleymanname serisinden. Çerkezlerde at çok önemli. Atla babaannesinin de Çerkez oluşundan
kaynaklanan bir bağ oluşuyor zamanla. Çocukluğundan beri ata biniyor. Yalnız binmekle kalmıyor at figürünü sanatına
taşıyor. Süleyman Saim Tekcan at deseni
çizmeyi çok seviyor; bugüne kadar 2000
tane at deseni çizdiğini öğreniyoruz. O kadar çok çizmiş ki, artık atı ezbere
çiziyor. Hem de atın her duruşunda nasıl
resmedileceğini ve atın tüm anatomisini ezbere biliyor. Ona göre at dünyanın en güzel yarattığı.
80’li
yıllarda sanat çizgisinde yeni bir dönem başlıyor Süleyman
Saim Tekcan’nın. Birçok minyatür ustasının, hattatın bir araya gelerek
yaptıkları ve padişaha sundukları Surname benzeri Süleymanname’nin doğuşunun ilginç
öyküsünü şöyle anlatıyor sanatçı: “Bir gün otururken rahmetli Emin Barın, ‘sana bir
tuğra yapayım’ dedi ve bana Süleyman Saim Tekcan tuğrası yaptı. O tuğrayı
yaptıktan sonra ben kendimi padişaha benzetmeye başladım ve Süleymanname de o
tuğrayla başlıyor. O tuğranın altını doldurmam lazımdı, nasıl dolduracaktım,
işte o zaman atlar başlamıştı, hatlarla atları birleştirerek kompozisyonlar
yapmaya başladım ve bu bugün belki 200’e varan sayıda at ve hat gravürünün
nedeni oldu. Yani Süleymanname’nin başlaması o seriyi başlattı ve oldukça büyük
bir seri gravürün yapılmasının nedeni oldu.”
Süleyman
Saim Tekcan’ın sanatçı yönünden söz edip onun eğitimci yönünü anmadan olmaz.
1968-1975
yılları arasında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde, 1975-1998 yıllarında
Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde eğitimciliği yanında
dekanlık ve bölüm başkanlığı gibi idari görevlerini sürdürüyor. Yeditepe Üniversitesi’nin kurucularından oluyor.
Bu kurumlarda gravür, litografi ve
serigrafi atölyeleri kuruyor.
1970-1971
yıllarında Almanya’da Münih Akademisi başta olmak üzere birçok sanat
kurumunda özgün baskı ve özgün baskı eğitimi üzerine çalışmalar yapıyor. İlk
baskı atölyesini 1974 yılında kuruyor.
Atölyenin gravür presi, serigrafi makinesi ve kurutma rafları gibi tüm
makine donanımını, Almanya'dan getirdiği örnek projeleri uygulayarak kendisi
yapıyor. Türkiye'de özgün baskı üretimi için gerekli donanımın olmadığı bir
dönemde, kendi tasarladığı preslerle baskı üretimine geçen atölyesini diğer
sanatçılara da açıyor.
1980-1987
yılları arasında Söğütlü Çeşme'deki ikinci atölyesinde birçok sanatçı
baskılarını gerçekleştirmek için orada toplanıyorlar. Bu dönemde gerçekleştirdiği
"Uygarlıklar" ve "Atlar ve Hatlar" gibi serileri bu
dönemin eserleridir. Süleyman Saim Tekcan, daha gelişmiş imkânlara sahip bir
diğer atölyeyi 13 Ekim 1984 yılında Artess Çamlıca Sanat Evi adıyla açıyor.
Burası
litografi, serigrafi ve gravür gibi baskı tekniklerinin tümünü içeren, modern
bir atölyede olması gereken tüm imkânları barındırır. Bu arada geniş
galerileri, büyük bir baskı arşivi, kütüphanesi ve misafirhanesi ile
uluslararası boyutlarda örnek bir baskı atölyesi yapısına kavuşuyor.
İMOGA
(İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi) adıyla 2004 yılında kurulan müzede özgün
baskı tekniklerinin tümünü içeren ve Türk sanatının da en büyük ustalarının
çalışmalarından oluşan koleksiyonu sergilenmekte ve baskı çalışmaları
sürdürülmekte.
Şu anda
IMOGA’nin içinde olan atölye, aşağı yukarı kırk yıla dayanan geleneği olan bu
atölyenin, dünyada daha iyisi yok. En
büyük hayali, Türkiye’de bir müze kurmak olan sanatçı bu düşünü de
gerçekleştirmiş oluyor. Müzenin en önemli özelliği de grafik sanatlar müzesi
olarak dünyadaki üç, dört tane olan grafik sanatlar müzesinin en iyisi
olması. Dünyanın her yerinden Kanada’dan, Amerika’dan, Hollanda’dan,
Almanya’dan birçok insan, atölyenin yaptığı işlerin kalitesinin nasıl elde
edildiğini görmek, kullanılan teknikleri öğrenmek için geliyor.
|
1. Bir sanatçı olarak araştırmacı bir
kişiliğe sahipsiniz. Bazı resimlerinizi "Uygarlıklar",
"Rembrandt'a Saygı", "Atlar ve Hatlar" gibi adlar altında
topladınız. Bu resim yolculuğunuzun başlangıç noktasından söz eder misiniz?
Sanat yolculuğumuz - ki bilinçli düzeydeki sanat
üretme sürecini kastediyoruz burada, çünkü insan denen varlık doğduğu andan
itibaren dünyaya dair imge algısını biriktirmeye ve duyumsamaya başlar- eğitim
aldığımız ilk yıllardan itibaren kendini biçimlemeye başladı. Önce tabii ki
insan kendisine en yakın olandan gözlemeye başlıyor, dolayısı ile ilk etkileşim
kendi kültür donanımımız üzerinden oldu, hatta ilk işlerimde Karadeniz daha
baskındır, o yöredeki kadın-oğul imgesi, horon yapanlar gibi konuları
görebilirsiniz. Sonrasında katmanlar olarak Anadolu’nun tüm coğrafyasının
kültürleri bulunur resmimde ve bunlara üniversite yıllarında batı etkisindeki
akademik eğitim ile Rönesans sanatının estetik kabulleri ile biçimlenen bir
bakış eklenir. Ancak sanat üretmek öyle bir şeydir ki, insan görüntüleri,
duyguları, yaşamı içine alır, ardından kendi varlık süzgecinden geçirir ve
dışarı yeni bir biçimde yansıtır. Bu yansımada o kişinin teknik tercih ve
eğitimle oluşan maddi donanımı da bir şekil ve dil oluşturur.
İşte bu dilin kimliğimi iyice biçimlediği bir dönemde,
yaşamıma at’ın daha algısal olarak yoğun biçimde girmesi ve kendi öncülünü de
daha önceki zamanlarda farklı kültürlerdeki etkili bir imge olarak bulması ile
at eserlerimde vazgeçilmez estetik bir öge olarak yer almaya başladı. Ve
etkileşim alanı son derece kuvvetli olan ve içsel kodlarımızda var olan Osmanlı
kültürü içinden hat sanatı da bir başka yapısal öge olarak sanat üretimimin ana
yapı taşlarından biri oldu.
2. 1960 kuşağı içinde yer alan
sanatçılar arasındasınız. Özellikle özgün baskı tekniğinde yoğun çalışmalar
yaparak, özgün baskı sanatının Türkiye’de tanınması için yoğun çaba harcadınız.
İlk esin kaynaklarınız geleneksel Türk sanatları özellikle de Osmanlı
kaligrafisi oldu. 1970-1971 yıllarında Almanya’da baskı grafiğiyle ilgili
çalışmalarınız tüm sanat yaşamınızı etkileyecek, sanatınıza farklı bir boyut
katacaktır. Dışarıya açılmış bir sanatçı olarak sizden sonra gelecek kuşağa
dışarıda eğitim alma konusunda neler söylemek istersiniz?
Dışarıda aldığım eğitim sanat vizyonuma ve teknik
tercihlerime muhakkak büyük katkılar sağladı şüphesiz. Ancak, büyük bir şans
olarak gördüğüm bir hususa dikkat çekmek isterim: ben sanatsal kimliğimi
etkileyen kültürel altyapımı belli bir olgunluğa ulaştırdıktan sonra yurt
dışına gittim. Dolayısı ile batı ile etkileşimim kendi dilimi yitirip, onların
dil kodlarına tamamı ile esir olacak bir tehlikeden korunmuş oldu. Yani başka
bir deyişle, batı sanatının kodlarına öykünen, tamamen taklit üzerinden kendini
yeniden biçimleyen bir etki olmadı bu. Bunun önemli bir turnisol kâğıdı
olduğunu düşünüyorum. O sebeple, yurt dışında eğitim alacak öğrencilerin kendi
öz kültürleri ile hem duygusal hem entellektüel olarak doğru ve etkin bir bağ
kurmaları gereğinin altını çizerim. Aksi takdirde dünya için özgün olmayan,
‘mış’ gibi bir yapıştırma sanat yolculuğu olur ve sonucu da bir yere varmaz.
6. Türk gravür sanatının en yaratıcı
sanatçılarındansınız. 2012 yılında Retrospektif Serginiz ile 50. Sanat yılınızı
kutladınız. Sergide aralarında baskı, desen, yağlı boya ve suluboya
çalışmalarının yer aldığı 208 tablo ve 38 heykel yer aldı. Bu sergi kapsamında
Beşiktaş Belediyesi sanatta 50. yılınız şerefine bir kitap da çıkardı. Birçok
ödül sahibisiniz. Kısaca değeri yaşarken bilinen nadir sanatçılarımızdansınız.
Bir sanatçı için 50 sanat yılını geride bırakmak nasıl bir duygu?
Sanat gibi uzun soluk ve insani anlamda da olgunluk
gerektiren bir alan için 50 sene çok da uzun bir zaman görünmüyor bana, önemli
ve kıymetli olanın 50 seneye rağmen heyecan ve henüz yolun başında olma
duygusunun taze tutulması olduğunu düşünüyorum.
7. Grafik Sanatı deyince akla gelen ilk isimlerdensiniz. Baskı resim konusunda
bir üstatsınız. Bugün hem sanatçı hem de Işık üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi kurucu dekanı olarak eğitimciliğiyle Türk sanatına ve eğitimine
katkılarınızı sürdürüyorsunuz. Sizin önderliğinizde Artess Özgün Baskı
Atölyesi’nin 2004 yılında evrimleşen ve kurumsal bir yapıya dönüşen IMOGA’nın
(İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi) oluşum serüveninden söz eder misiniz?
Aslında IMOGA, bir sonuç. Biz ilk günden itibaren
paylaşmak üzerine kurulu bir yaşam ve üretim anlayışını benimsedik. Yıllar
içinde sayısız sanatçı bu yapının olanakları içinde biçim aldı ve biçim üretti.
Ve en önemlisi hem mekânı, hem olanakları, hem tecrübeleri, hem heyecanları,
hem üretilenleri, kısacası sanatla dolu bir hayatın tüm evrelerini paylaşarak
çoğalttık ve çoğaldık beraberce. Bu çoğalmanın sonucu da bizi bir müze boyutuna
ulaşmaya ve dönüşmeye mecbur etti. IMOGA bu devinimin bir sonucudur.
Bir sanat eseri bana bir fikir, bir konu, bir olay,
bir toplum veya bir mesaj olarak gelmez, bir insan olarak gelir. Belli bir uzaklıkta, çoğunlukla kendi
sanatsal yaratısında olan insan olarak görünür.
Sanat oradadır, kişi oradadır. O
insan ben değilimdir, o sanat eserini ben yapmamışımdır; onu yapan da yapıt da
oradadır. Benim işim o yapıta ve o
insana gitmektir. Benim o sanat eserinde gördüğüme yaklaşma, ulaşma çabalarım
olmalıdır. Çünkü sanat kendini hemen ele
vermez, sanat izleyicisinden emek ister, sevgi ister, sanatına bakılmasını
ister.
Sanatçılar güzel bir şeyi uzaya fırlatıp sonra da onun yanarak düşmesini
seyretmeye alışıktırlar. Yapıt kendi
başına havalanıp sanatçının tasarlayıp hayal ettiğinden çok ötelere, bildiğini
bile bilmediği yerlere uçtuğunda, sanatçı denetimin artık kendi elinde değil,
izleyicinin elinde olduğunu bilir.
Sanat, sanatçı ile izleyicisinin birlikte yol aldıkları, böyle bir
yolculuktur. Bu yolculuk bizi büyüler ve sınırın ‘öte yanı’ na, orbidin dışına
kadar sürer gider; ondan sonra da hep sürer.
Bu söyleşi için İzmir Life olarak Süleyman Saim Tekcan’a teşekkür ederiz.
Raşel Rakella Asal
19 Kasım 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder