Son yıllarda günümüzün en güncel tartışmalarından biri kadın dili üzerine. Fransız feminist eleştirmenler Julia Kristeva, Luce İringaray, Helene Cıxous, Monique Witting Batı kültürünün temelde bir erkek kültürü olduğu tezinden hareket ederler ve bu kültürün erkek egemen dille yapılandığına işaret ederler. Eğer bir erkek üslubu varsa kadın üslubu da vardır diyen Fransız feministler, kadınların ancak yeni bir dille konuşup yeni kavramlar yaratabildikleri ve erkeğin yarattığı kavramlardan kurtulabilecekleri zaman özgürleşebileceklerini söyler.
Türkülere, şarkılara, ezgilere ses; halılara kimlere renk veren hep bu
kadın duyarlılığıdır. Her birinin dünyası ayrı, her biri çeşitli duygular
içindedir. Kimi ağacın yeşiline, göğün mavisine tutkun. Kimi çocuk sesiyle,
kimi yâr hasretiyle dolu. Kiminin mutluluğu kiminin sitemi dökülür mısralara.
Kimi başkaldırı içindedir bütün kadınlar adına.
Bu ayki sayımızda size Konca Ağaoğlu’nu tanıtmak
istiyoruz. O kendi kadın duyarlılığını çamura seslenerek seramik heykeller aracılığıyla kendini ifade eden, çamuru sanatının dili yapmış bir sanatçı. Çamur Konca’nın derinlerinde yatan
özü, beni; kısaca çamur Konca’yı özetleyen bir nesnedir desem ne düşünürsünüz?
Bu
ayki sanat ve kültür sayfamızda Konca Agaoğlu’nu ağırladık.
1. Bir sanatçı olarak kendinizden söz eder
misiniz?
Galiba en
zor şey insanın kendinden bahsetmesi. Sanatçı olup olmadığımı bilmiyorum. Ben
çamur aracılığıyla hikâyeler anlatmayı seviyorum. Görüneni değiştirmeye ve
ötesine geçmeye çalışarak anlatmaktır meramım. Hayatın hikâyelerden oluştuğuna
inanıyorum. Çamur aracılığıyla hikâyeler anlatırken kendimi, insanı ve dünyayı
anlamak istiyorum. Bana öyle geliyor ki yaşadığım sürece bu böyle devam edecek.
2. Felsefe
eğitimi almanızın size nasıl geri dönüşümü oldu? Sanatçı olarak şekillenmeye
nasıl katkısı oldu?
Felsefe
insana düşünmeyi, sorgulamayı, şüphe etmeyi öğretir. Daha doğrusu bana bunları
öğretti. Karşılaştığım her durumda her olayda bir neden bulmanın peşine düşmek,
sorgulamak, şüphe etmek beni sonu gelmez sorularla karşı karşıya bırakıyor.
Durum böyle olunca bir söyleşinin bile -hatta belki de bu söyleşinin- sonunu
getirebilmek zor olabiliyor. Düşünün, şu soruyu sorarken cümlede kullandığınız
her kelimeyi sorgulamak, cevabı bin bir türlü yazmak mümkün. Korkmayın
uzatmayacağım. Sadece şu: bu düşünce biçimi hayatımdaki her şeye olduğu gibi
çamura da, yani işime de, hâkim. Nasıl olmalı, ne anlatmalı, ne biçimde
anlatmalı, cevhere yaklaşabiliyor muyum, bu renkle anlatabiliyor muyum,
aktarmak istediğim düşünce bu muydu gibi envai çeşit sorular, elimdeki çamur
biçimleninceye kadar beni bırakmıyor.
3. Sizce bir sanatçının kendini
bulması ne demektir?
Bence bir
sanatçı kendimi buldum dediği an kaybetmeye başlar. Kaybettiği, çalışma
coşkusu, yeni biçimler, yeni yollar, her şeye yeniden bakma isteğidir. Tıpkı
bir çocuğun oyuncağına uzanırken duyduğu heyecanını, onunla tekrar tekrar
oynama isteğini, enerjisini kaybetmesi gibi. Gerçek sanatçılar bu duyguyu bir
şekilde bilir. Onların farklı bir ruha ve zekâya sahip olduklarını düşünüyorum.
Bana göre, görünenin ötesine, asıl olana ulaşmaya çalışmaktan vazgeçmek, ben
oldum demek, yerinde saymayı getirir. Leonardo, Michelangelo ben oldum tamam
deselerdi bugün hala onları biliyor olmazdık.
4. Seramik sanatçısı olarak yola
çıkışınızın bir öyküsü olmalı. Bizimle paylaşır mısınız?
Londra’daydım.
Doğum günümde dostum Jane’den el yapımı bir kart aldım. Kartta, Hammersmith
College’da seramik kursuna davet edildiğim yazıyordu. Çamurla ilk tanışmam
böyle oldu. Yirmi kişilik bir sınıfta, diğer öğrencilere de olduğu gibi, elime
tutuşturulmuş bir kap ve boyayla masanın kenarında ne yapacağını bilemeden
duran ben. İlk yaptığım motif çiniye benzer bir şey oldu. Etrafıma bakınca
herkesin elindeki çamurun kendi kültürüne ait bir şeye dönüştüğünü fark ettim.
Hintli kocaman bir fil yapıyordu, Japon’un elindeki bir Japon harfini
çağrıştırıyordu, Meksikalı önündeki çanağa çiçekler kondurmuştu. Yaklaşık on
yıl boyunca Londra-İstanbul arasında gidip geldim. Çeşitli ‘workshop’larda
bulundum, kurslara katıldım. İstanbul’da Bilsak’ta çalışmaya ve seramikle
yaşamaya başladım. Yaşarken hissettiklerim elimdeki çamurda yeniden karşıma
çıkmaya başladı. Şimdi geriye dönüp onsuz zamanlarıma baktığımda, iyi ki var,
olmasa ne yapardım diyorum.
5. Atölyede bir çalışma gününüzü
bize anlatır mısınız? Bu konuda seramik sanatına yeni başlayanlar için ne gibi
önerileriniz var?
Güne kahve
ve klasik müzikle başlıyorum. Kendime geldikten sonra, masamın başına geçip
şöyle bir bakıyorum etrafa, ruhuma, yaptığım işlere. Duruma göre, yarım kalan
bir işe devam ettiğim de oluyor aklıma gelen yeni bir işe başladığım da. Yeni
başlayanlara şunları söyleyebilirim. Seramik zahmetli ve parasal tatmini
olmayan bir iş. Atölyenizi kurmak, yaptıklarınızı paraya dönüştürmek zaman
alacaktır, sabırlı olmanız gerekir. Belli bir eğitimden geçseniz bile, dünyada
seramikle ilgili olan biteni takip etmeniz, öğrenmeye bilmeye devam etmeniz
gerekir. Bakma-yeniden bakma, öğrenme-yeniden öğrenme yaşam biçiminiz olmalı.
Ben zamanla yükümü biraz hafifletebildim. Bir ev-atölye’de yaşıyorum. Alt katı
atölyem, üst katı evim. Zamanımın büyük kısmı atölyede geçiyor. Her zaman
yapılacak bir iş var. Eğitim size tekniği öğretiyor, gerisi size kalıyor. Sizin
çalışmanız, araştırmanız, düşünmeniz, kurgulamanız ve gerçekleştirmeniz
gerekiyor. Parasal tatmini olmamasına gelince; belli çevrelerde değilseniz
tanınmıyorsunuz, tanınmadıkça adınız büyük harflerle görünür yerlere asılmıyor,
adınız bu manada kıymete binmedikçe işinizin etiketindeki rakam küçük
miktarlarda kalıyor. Ama çamuru severseniz ve seçerseniz, sizi eğlenceli,
sancılı, coşkulu, heyecanlı, kaygılı, yani hayatın ta kendisi gibi bir yolculuk
bekliyor diyebilirim.
6. Seramik çalışmalarına
başladığınızda sanat görüşleriniz neydi? Şu anda yine aynı kaygıları taşıyor
musunuz?
Seramik
çalışmalarıma ilk başladığımda, bazı yapıtları hayranlıkla izleyip onu
yapabilmenin imkânsız olduğunu düşünüyordum. Zamanla farkına vardım ki bir
sanat yapıtını ortaya çıkarabilmek için önce anlamak gerekiyor. Anlamak,
kavramak. Bunun için de bilgi gerekli. İnsan bilmediği bir şeyi anlayamıyor.
Bir yapıtı değerlendirebilmek için belli bir bilgiye sahip olmak gerekir. Okuduğunu
anlayabilmek için o dili bilmenin zorunluluğu gibi. Bilgi sayesinde sanatçının
ortaya koyduğu yapıta ulaşabiliriz. Onun çağı, ekonomik koşulları, politik
duruşu, yaşam şartları sizin bilginiz dâhilindeyse yapıta bakışınız büyür,
genişler. Bütün bunları bilip yine de bir yapıta kendinizi uzak bulabilirsiniz,
o da ayrı. Benim için yapıtla izleyen arasındaki duygu, düşünce önemli.
7. Sanatçının toplumsal bir
sorumluluğu olmalı mı? Sizin 2008 yılında katıldığınız karma sergiden söz etmek
istiyorum. O sergi Pippa Bacca’ya ithaf edilmişti, The Bride to Peace adı ile.
“The Bride
to Peace” sergisi benim için, sosyal sorumluluk projesi olmanın yanı sıra,
Pippa’yla bir şeyleri paylaşabilme fırsatıydı. Pippa’ya, hayatına, yaptıklarına
baktıkça onu kendime yakın hissettim. Ben de onun gibi düşünüyorum. Var olmak
için bize dayatılan kurallardan, gerçeklik olduğu söylenen palavralardan uzak
olmak, hatta onları yok saymaktan yanayım. Bu benim bir çeşit üst dünyam; dış
dünyanın acımasız, sevgisiz, çirkin yüzünden kaçıp sığındığım yer. Pippa’nın da
böyle bir üst dünyası vardı bence. Yoksa gelinliğine bürünüp, barış için, dış
dünyada, onu ölüme götüren bir yolculuğa çıkmazdı. Böylesine inanç ve eleştiri
yüklü bir yapıtın, sanatçının kendinden menkul bu yapıtın, yok edilmesi
meselenin sanata dair yanı. Bir kadının öldürülmesi ise insanlığa dair…
UPSD’nin Pippa adına sergi hazırlığını duyunca katılmak için başvurmuştum.
Başvurum kabul edilince de, kucağımda Pippa’nın seramik heykeliyle, benim
yolculuğum başlamıştı.
8. Genellikle her sanat yapıtı
bir başka yapıtın tezahürü ya da ayrı ayrı yapıtların arayışları olarak bir
diğerini yaratır. Şu andaki projenizde neler var?
Genellikle
her sanat yapıtı bir başka yapıtın tezahürüdür, evet. Ya da yeni arayışıdır
diyelim. Sizin dediğiniz gibi, biri diğerini yaratır. Bütün sanat dalları
birbirleriyle etkileşim halindedir. Klasik müzik ve şiir, benim en etkilendiğim
sanat dalları. Şu anda da bu ikisinin bende yarattığı –bana yaşattığı da
diyebilirim- hikâyeyi yoğurmaya çalışıyorum. İçinde bol miktarda sevgi var.
Önemli ölçüde de merak.
9. Sanat kurgusal bir şey.
İnsandan çıkma; ilk beyinde olan bir düşünce veya bir kavramın sonradan bir
insan eliyle şekil almasıyla yaratılma sürecinden söz edelim biraz. Bu konuda
neler söylemek istersiniz?
Size çalışma
biçimimi anlatarak bu soruyu cevaplayabilirim. Daha önce de bahsetmiştim, bir
düşünce ya da duygunun belirmeye başladığı andan itibaren, aklımda sorular
geziniyor. Ne? Nasıl? Neden? Bu soruların cevapları beni yavaş yavaş sonuca
doğru götürüyor. Önce hayal ettiğimi çiziyorum, notlar alıyorum. Sonra teknik
olarak düşünüyorum. Sonraki aşama, çamurla işe başlama ve istediğim duyguyu
düşünceyi aktarma safhası. Son sözü çamur ve ateş söylüyor tabi. Bazen yaptığım
şey başlangıç noktasından apayrı bir yere gidebiliyor. Başlangıçtaki fikir çamurla
biçimlendiği sırada, çamurun da katkısıyla, başka bir fikre, biçime, görselliğe
dönüşebiliyor. Çünkü benim için önemli olan yaptığım şeyle aramdaki duygu
ilişkisi. Vermek istediğim duyguyu verene kadar, daha doğrusu bunu çamurdan
alana kadar, hah bunu istiyordum diyene kadar, boğuşuyorum. Boğuşuyorsun da
oluyor mu peki derseniz, onu ben de bilmiyorum. Son pişirmeden sonra fırından
çıkardığım işi karşıma koyuyor ve ona soruyorum, ‘söyle bakalım şimdi, sen
neyin nesisin?’
Bu
söyleşi için bize zaman ayırdığınız ve sanat dünyanızı bizlerle paylaştığınız
için size teşekkür ederiz, sevgili Konca Ağaoğlu. Dileriz bu sanat yolculuğunuz
sizi hiç terk etmesin, sanatın elle tutulmaz sırrı, kendi varoluşunuzun özüne
dönüşsün.
Raşel
Rakella Asal
5
Mart 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder