23 Ocak 2014 Perşembe

ÇAMUR ARACILIĞIYLA HİKAYELER ANLATAN BİR SANATÇI: KONCA AĞAOĞLU

                 

  Son yıllarda günümüzün en güncel tartışmalarından biri kadın dili üzerine. Fransız  feminist eleştirmenler Julia Kristeva, Luce İringaray, Helene Cıxous, Monique Witting Batı kültürünün temelde bir erkek kültürü olduğu tezinden hareket ederler ve  bu kültürün erkek egemen dille yapılandığına işaret ederler.  Eğer bir erkek üslubu varsa kadın üslubu da vardır diyen Fransız  feministler, kadınların ancak yeni bir dille konuşup yeni kavramlar yaratabildikleri  ve erkeğin yarattığı kavramlardan kurtulabilecekleri zaman özgürleşebileceklerini söyler.
Türkülere, şarkılara, ezgilere ses; halılara kimlere renk veren hep bu kadın duyarlılığıdır. Her birinin dünyası ayrı, her biri çeşitli duygular içindedir. Kimi ağacın yeşiline, göğün mavisine tutkun. Kimi çocuk sesiyle, kimi yâr hasretiyle dolu. Kiminin mutluluğu kiminin  sitemi dökülür mısralara. Kimi başkaldırı içindedir bütün kadınlar adına.
Bu ayki sayımızda size Konca Ağaoğlu’nu tanıtmak istiyoruz.  O kendi kadın duyarlılığını çamura seslenerek seramik heykeller aracılığıyla kendini ifade eden,  çamuru sanatının dili yapmış bir sanatçı.  Çamur Konca’nın derinlerinde yatan özü, beni; kısaca çamur Konca’yı özetleyen bir nesnedir desem ne düşünürsünüz?
Bu ayki sanat ve kültür sayfamızda Konca Agaoğlu’nu ağırladık.
1. Bir sanatçı olarak kendinizden söz eder misiniz?
Galiba en zor şey insanın kendinden bahsetmesi. Sanatçı olup olmadığımı bilmiyorum. Ben çamur aracılığıyla hikâyeler anlatmayı seviyorum. Görüneni değiştirmeye ve ötesine geçmeye çalışarak anlatmaktır meramım. Hayatın hikâyelerden oluştuğuna inanıyorum. Çamur aracılığıyla hikâyeler anlatırken kendimi, insanı ve dünyayı anlamak istiyorum. Bana öyle geliyor ki yaşadığım sürece bu böyle devam edecek.
2. Felsefe eğitimi almanızın size nasıl geri dönüşümü oldu? Sanatçı olarak şekillenmeye nasıl katkısı oldu?
Felsefe insana düşünmeyi, sorgulamayı, şüphe etmeyi öğretir. Daha doğrusu bana bunları öğretti. Karşılaştığım her durumda her olayda bir neden bulmanın peşine düşmek, sorgulamak, şüphe etmek beni sonu gelmez sorularla karşı karşıya bırakıyor. Durum böyle olunca bir söyleşinin bile -hatta belki de bu söyleşinin- sonunu getirebilmek zor olabiliyor. Düşünün, şu soruyu sorarken cümlede kullandığınız her kelimeyi sorgulamak, cevabı bin bir türlü yazmak mümkün. Korkmayın uzatmayacağım. Sadece şu: bu düşünce biçimi hayatımdaki her şeye olduğu gibi çamura da, yani işime de, hâkim. Nasıl olmalı, ne anlatmalı, ne biçimde anlatmalı, cevhere yaklaşabiliyor muyum, bu renkle anlatabiliyor muyum, aktarmak istediğim düşünce bu muydu gibi envai çeşit sorular, elimdeki çamur biçimleninceye kadar beni bırakmıyor.
3. Sizce bir sanatçının kendini bulması ne demektir?
Bence bir sanatçı kendimi buldum dediği an kaybetmeye başlar. Kaybettiği, çalışma coşkusu, yeni biçimler, yeni yollar, her şeye yeniden bakma isteğidir. Tıpkı bir çocuğun oyuncağına uzanırken duyduğu heyecanını, onunla tekrar tekrar oynama isteğini, enerjisini kaybetmesi gibi. Gerçek sanatçılar bu duyguyu bir şekilde bilir. Onların farklı bir ruha ve zekâya sahip olduklarını düşünüyorum. Bana göre, görünenin ötesine, asıl olana ulaşmaya çalışmaktan vazgeçmek, ben oldum demek, yerinde saymayı getirir. Leonardo, Michelangelo ben oldum tamam deselerdi bugün hala onları biliyor olmazdık.
4. Seramik sanatçısı olarak yola çıkışınızın bir öyküsü olmalı. Bizimle paylaşır mısınız?
Londra’daydım. Doğum günümde dostum Jane’den el yapımı bir kart aldım. Kartta, Hammersmith College’da seramik kursuna davet edildiğim yazıyordu. Çamurla ilk tanışmam böyle oldu. Yirmi kişilik bir sınıfta, diğer öğrencilere de olduğu gibi, elime tutuşturulmuş bir kap ve boyayla masanın kenarında ne yapacağını bilemeden duran ben. İlk yaptığım motif çiniye benzer bir şey oldu. Etrafıma bakınca herkesin elindeki çamurun kendi kültürüne ait bir şeye dönüştüğünü fark ettim. Hintli kocaman bir fil yapıyordu, Japon’un elindeki bir Japon harfini çağrıştırıyordu, Meksikalı önündeki çanağa çiçekler kondurmuştu. Yaklaşık on yıl boyunca Londra-İstanbul arasında gidip geldim. Çeşitli ‘workshop’larda bulundum, kurslara katıldım. İstanbul’da Bilsak’ta çalışmaya ve seramikle yaşamaya başladım. Yaşarken hissettiklerim elimdeki çamurda yeniden karşıma çıkmaya başladı. Şimdi geriye dönüp onsuz zamanlarıma baktığımda, iyi ki var, olmasa ne yapardım diyorum.
5. Atölyede bir çalışma gününüzü bize anlatır mısınız? Bu konuda seramik sanatına yeni başlayanlar için ne gibi önerileriniz var?
Güne kahve ve klasik müzikle başlıyorum. Kendime geldikten sonra, masamın başına geçip şöyle bir bakıyorum etrafa, ruhuma, yaptığım işlere. Duruma göre, yarım kalan bir işe devam ettiğim de oluyor aklıma gelen yeni bir işe başladığım da. Yeni başlayanlara şunları söyleyebilirim. Seramik zahmetli ve parasal tatmini olmayan bir iş. Atölyenizi kurmak, yaptıklarınızı paraya dönüştürmek zaman alacaktır, sabırlı olmanız gerekir. Belli bir eğitimden geçseniz bile, dünyada seramikle ilgili olan biteni takip etmeniz, öğrenmeye bilmeye devam etmeniz gerekir. Bakma-yeniden bakma, öğrenme-yeniden öğrenme yaşam biçiminiz olmalı. Ben zamanla yükümü biraz hafifletebildim. Bir ev-atölye’de yaşıyorum. Alt katı atölyem, üst katı evim. Zamanımın büyük kısmı atölyede geçiyor. Her zaman yapılacak bir iş var. Eğitim size tekniği öğretiyor, gerisi size kalıyor. Sizin çalışmanız, araştırmanız, düşünmeniz, kurgulamanız ve gerçekleştirmeniz gerekiyor. Parasal tatmini olmamasına gelince; belli çevrelerde değilseniz tanınmıyorsunuz, tanınmadıkça adınız büyük harflerle görünür yerlere asılmıyor, adınız bu manada kıymete binmedikçe işinizin etiketindeki rakam küçük miktarlarda kalıyor. Ama çamuru severseniz ve seçerseniz, sizi eğlenceli, sancılı, coşkulu, heyecanlı, kaygılı, yani hayatın ta kendisi gibi bir yolculuk bekliyor diyebilirim.
6. Seramik çalışmalarına başladığınızda sanat görüşleriniz neydi? Şu anda yine aynı kaygıları taşıyor musunuz?
Seramik çalışmalarıma ilk başladığımda, bazı yapıtları hayranlıkla izleyip onu yapabilmenin imkânsız olduğunu düşünüyordum. Zamanla farkına vardım ki bir sanat yapıtını ortaya çıkarabilmek için önce anlamak gerekiyor. Anlamak, kavramak. Bunun için de bilgi gerekli. İnsan bilmediği bir şeyi anlayamıyor. Bir yapıtı değerlendirebilmek için belli bir bilgiye sahip olmak gerekir. Okuduğunu anlayabilmek için o dili bilmenin zorunluluğu gibi. Bilgi sayesinde sanatçının ortaya koyduğu yapıta ulaşabiliriz. Onun çağı, ekonomik koşulları, politik duruşu, yaşam şartları sizin bilginiz dâhilindeyse yapıta bakışınız büyür, genişler. Bütün bunları bilip yine de bir yapıta kendinizi uzak bulabilirsiniz, o da ayrı. Benim için yapıtla izleyen arasındaki duygu, düşünce önemli.
7. Sanatçının toplumsal bir sorumluluğu olmalı mı? Sizin 2008 yılında katıldığınız karma sergiden söz etmek istiyorum. O sergi Pippa Bacca’ya ithaf edilmişti, The Bride to Peace adı ile.
“The Bride to Peace” sergisi benim için, sosyal sorumluluk projesi olmanın yanı sıra, Pippa’yla bir şeyleri paylaşabilme fırsatıydı. Pippa’ya, hayatına, yaptıklarına baktıkça onu kendime yakın hissettim. Ben de onun gibi düşünüyorum. Var olmak için bize dayatılan kurallardan, gerçeklik olduğu söylenen palavralardan uzak olmak, hatta onları yok saymaktan yanayım. Bu benim bir çeşit üst dünyam; dış dünyanın acımasız, sevgisiz, çirkin yüzünden kaçıp sığındığım yer. Pippa’nın da böyle bir üst dünyası vardı bence. Yoksa gelinliğine bürünüp, barış için, dış dünyada, onu ölüme götüren bir yolculuğa çıkmazdı. Böylesine inanç ve eleştiri yüklü bir yapıtın, sanatçının kendinden menkul bu yapıtın, yok edilmesi meselenin sanata dair yanı. Bir kadının öldürülmesi ise insanlığa dair… UPSD’nin Pippa adına sergi hazırlığını duyunca katılmak için başvurmuştum. Başvurum kabul edilince de, kucağımda Pippa’nın seramik heykeliyle, benim yolculuğum başlamıştı.
8. Genellikle her sanat yapıtı bir başka yapıtın tezahürü ya da ayrı ayrı yapıtların arayışları olarak bir diğerini yaratır. Şu andaki projenizde neler var?
Genellikle her sanat yapıtı bir başka yapıtın tezahürüdür, evet. Ya da yeni arayışıdır diyelim. Sizin dediğiniz gibi, biri diğerini yaratır. Bütün sanat dalları birbirleriyle etkileşim halindedir. Klasik müzik ve şiir, benim en etkilendiğim sanat dalları. Şu anda da bu ikisinin bende yarattığı –bana yaşattığı da diyebilirim- hikâyeyi yoğurmaya çalışıyorum. İçinde bol miktarda sevgi var. Önemli ölçüde de merak.
9. Sanat kurgusal bir şey. İnsandan çıkma; ilk beyinde olan bir düşünce veya bir kavramın sonradan bir insan eliyle şekil almasıyla yaratılma sürecinden söz edelim biraz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Size çalışma biçimimi anlatarak bu soruyu cevaplayabilirim. Daha önce de bahsetmiştim, bir düşünce ya da duygunun belirmeye başladığı andan itibaren, aklımda sorular geziniyor. Ne? Nasıl? Neden? Bu soruların cevapları beni yavaş yavaş sonuca doğru götürüyor. Önce hayal ettiğimi çiziyorum, notlar alıyorum. Sonra teknik olarak düşünüyorum. Sonraki aşama, çamurla işe başlama ve istediğim duyguyu düşünceyi aktarma safhası. Son sözü çamur ve ateş söylüyor tabi. Bazen yaptığım şey başlangıç noktasından apayrı bir yere gidebiliyor. Başlangıçtaki fikir çamurla biçimlendiği sırada, çamurun da katkısıyla, başka bir fikre, biçime, görselliğe dönüşebiliyor. Çünkü benim için önemli olan yaptığım şeyle aramdaki duygu ilişkisi. Vermek istediğim duyguyu verene kadar, daha doğrusu bunu çamurdan alana kadar, hah bunu istiyordum diyene kadar, boğuşuyorum. Boğuşuyorsun da oluyor mu peki derseniz, onu ben de bilmiyorum. Son pişirmeden sonra fırından çıkardığım işi karşıma koyuyor ve ona soruyorum, ‘söyle bakalım şimdi, sen neyin nesisin?’
Bu söyleşi için bize zaman ayırdığınız ve sanat dünyanızı bizlerle paylaştığınız için size teşekkür ederiz, sevgili Konca Ağaoğlu. Dileriz bu sanat yolculuğunuz sizi hiç terk etmesin, sanatın elle tutulmaz sırrı, kendi varoluşunuzun özüne dönüşsün.

                                                                                              Raşel Rakella Asal

                                                                                               5 Mart 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder