10 Ocak 2014 Cuma

Hikâye yazmak, tıpkı şiir gibi bireysel bir iştir - TARIK DURSUN K.










Hikâye yazmak, tıpkı şiir gibi bireysel bir iştir -

TARIK DURSUN K.



Şu an Tarık Dursun K.’nin evine gitmekteyim. Tarık Dursun K!  “Başkaldırı kuşağı” denilen “1950 kuşağı Türk hikâyecileri” arasında.  Evet, yanlış okumadınız. Peki ne yazmış?  Öyle üretken ki, hepsini akılda tutmak güç. Yazarın altmış yılı aşan sanat hayatına sığdırdığı pek çok yapıtı var.  Tüm bunlara ek olarak gazetecilik, yayıncılık, Milliyet Yayınlarının başına geçmesi, Milliyet Çocuk dergisi başta olmak üzere, çocuk edebiyatına yönelik çalışmaları, çocuklara yönelik ansiklopediler hazırlaması, halk hikâyelerinin yeni bir kurguyla yazılmasından oluşan ve “Halk için Taşbasması Öyküler” başlığıyla sunulan ‘Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep’ adlı hikâye kitabı ve Anadolu masallarını yeniden yazdığı ‘Deve Tellal Pire Berber İken’ adlı masal kitabı, sinema sanatına ilgisi, çevirdiği teorik sinema kitapları, senaryo yazarlığı ve yönettiği filmler, röportaj yazarlığı… Diyeceğim o ki, kendi kendini yetiştiren gazeteci-yazar tipinin dikkate değer temsilcilerinden birisi olan Tarık Dursun K’nin yazı hayatının çok yönlü ve verimli olduğunu rahatça söyleyebiliriz. 1945’ten günümüze yazdığı şiir, hikâye, roman, masal, oyun, senaryo, mektup, gezi ve anı türlerinde l20 eserden söz ediyorum. Yazdıklarının bir kısmını uzun yıllara yayılan bir süreç içinde okudum, ama yeterli olduğunu söyleyemem elbette.
Onun hakkında yazılanları okudukça küçük yaşta çalışma hayatına atılmak zorunda kaldığını öğreniyorum. Yaşıtları henüz oyunlar oynayıp çocukluk ve ergenlik heyecanları yaşadıkları çağlarda, o köftecilikten, kundura çıraklığına, otobüs biletçiliğine, sinema gişeciliğine kadar türlü işlerde çalışmış. Bu yüzden eğitim hayatı, ancak ortaokulu dışarıdan bitirecek kadar sürmüş. Öğrendiklerini bizzat hayatın içine karışarak, türlü işlerde çalışarak ve çok kitap okuyarak öğrenmiş.  Hatta İngilizce’yi de rahatça çeviriler yapacak derecede öğrenmiş. Edebiyat dünyasına girişi 1945 yılında ortaokul birinci sınıftayken bir çocuk dergisinin hikâye yarışmasında birinci gelen hikâyesiyle olmuş. Askerlik yaptığı sırada (1952-1954) Yeditepe, Kaynak, Varlık dergilerine sürekli şiir ve hikâye gönderiyor; ancak Kaynak dergisinden olumlu yanıt alıyor. Özellikle Yaşar Nabi’nin Varlık dergisine gönderdiği hikâyeler için sürekli “red” cevabı alacaktır. Yaşar Nabi’nin yazarın gönderdiği hikâyeleri düzenli olarak okuyup eleştirmesi ancak yayınlamadan geri göndermesi yazarın hikâyeciliğinin gelişmesine, olgunlaşmasına katkıda bulunur.  Gençlik yıllarında yazdığı şiirlerini ise hiç beğenmiyor; ancak bunların kendisine kelime tasarrufunu öğrettiğini, bunun da hikâyeciliğinde işine çok yaradığını sık sık söylüyor. Hikâye türünü “Dünyaya bakmak ve dünyayı görmek açısından insanlar arasında bir iletişim aracı” olarak kabul ediyor.
Ustalaşmaya başladığı l960 yılında röportaj yazarlığı yaptığı sırada “Haritada Beş Nokta” adlı röportajından dolayı “Gazetecilik Başarı Ödülü”nü kazanır. Aldığı bu ilk ödülü, hikâye türünde aldığı diğer ödüller izler. ‘Güzel Avrat Otu’ adlı hikâye kitabıyla l961 yılında “Türk Dil Kururumu Hikâye Ödülü”ni kazanır. Ardından ‘Yabanın Adamları’ adlı hikâye kitabıyla, l967’de Sait Faik Hikâye Ödülü’nü, l987’de ‘Ömrüm, Ömrüm…’ adlı hikâye kitabından dolayı “İş Bankası Edebiyat Ödülü”nü kazanır. Romancılıkta da ödülleriyle sanatını perçinleyen yazar, ‘Kurşun Ata Ata Biter’le l984 yılında “Orhan Kemal Roman Ödülü”nü, ‘Ağaçlar Gibi Ayakta’ romanı ile de l991 de “Yunus Nadı Roman Ödülü”nü kazanır.
İşte ben onunla röportaj yapmaya onun evine doğru yol alırken bir yandan da bana nasıl bir sınav çekeceğini merak ediyorum. Hiç kuşkum yok ki ben de gıkımı bile çıkartamayacağım. Ne de olsa Tarık Dursun K. bu!
Onunla görüşmeden önce onun diğer röportajlarını okumak oldukça cesaret kırıcıydı.  Belki böyle bir söyleşiye hiç teşebbüs etmemeliydim.  Daha önceleri belki de defalarca sorulmuş bilindik soruları kim bilir kaç defa yanıtlamıştı.
Dışarıda yürürken mükemmel cümleler kurmuştum, eve girdiğim anda tek kelimesini hatırlamıyordum.  Eve adım atar atmaz karşımda Tarık Dursun K ile karşılaştım.  Çalışma masasında otururken bir taraftan konuşup diğer taraftan da önündeki dosyaları ayıklıyor.  Masa neşeli bir karmaşa içinde.  Evin her alanına yayılmış kitap yığınları ile karşılaşıyorsunuz.  Oturma odasının boş olan zeminin her tarafında kitaplar yığılı.  Kitaplar! Gazeteler, gazete kesikleri, dergiler, dosyalar! Müsvedde kâğıtları! Kitaplar her yerdeler, evinin en saygın konukları olduklarını hemen anlıyorsunuz.
Güleç yüzlü yardımcısı Hamdiye Bahriyeli biz konuşurken ara sıra yüzünde bir gülümseme ile kendini gösteriyor.  Birden kıkırdamaya başlıyor: "Şaşırtıcı olan ne, biliyor musunuz?  Çalışma hayatımda Tarık Dursun K. ile karşılaşmak benim için güzel bir rastlantı oldu.  Onun aracılığıyla dünyayı, insanlara ve kitaplara bakışım değişti” diyor. Tarık Dursun K. ile geçirilen zamanın kıymetini anlatmaya devam ediyor.  Hatta yazarın doğum günü için eve gelen konuklardan, yakınlarından ve okurlarından derlediği yazılardan oluşan “Öpüldünüz Çocuklar” kitabını gösteriyor.  Ona, bir yazarla yaşamanın getirdiği bir armağan olmuş bu kitap.  “Tarık Dursun K. ile yaşamanın değerini bil” diyorum.  “Hiç kimse ile konuşmak veya bir araya gelmek zorunda kalmazsın. Öyle özel, öyle zengin bir dünyaya adım atmışsın ki!  Bak sen de yazar oldun” diye Hamdiye’yle şakalaşıyorum.
Tarık Dursun K. ile göz göze geliyorum. Bugün sizinle sohbet edelim, ne dersiniz? diye soruyorum. Tatlı bir sohbet olsun istiyorum, onu sıkmadan keyifli bir iki saat geçirelim, edebiyattan söz edelim.
Türk okurunu nasıl buluyorsunuz?
Ben şimdi size bir şey söyleyeyim -bu ülke aydınlıktan karanlığa gidiyor.  Oysa yine aynı ülke karanlıktan aydınlığa gitmişti. Bir defa şunun üzerinde anlaşmamız gerek.  Biz kitap seven bir ülke ve bir ulus değiliz. Düşünebiliyor musunuz zorunlu ihtiyaç maddesi olarak kitap l7. kusurlarda ama kâğıt tüketimi bakımından kıçımıza kullandığımız kâğıt 15. sırada.  Başa dönelim bu ülkede medya iyi ya da kötü niyetle olsun kitap ekleri veriyor.  Bu verdiği kitap eklerinde bir hafta içinde yüzün üstünde kitabın tanıtımı yapılıyor. Yani şunu demeye getiriyorum. Bu ülkede yılda üç bin kitap yayımlanıyor.  Peki, bu üç bin kitap okunuyor mu?  Yoksa başka gelir kaynaklarına yasallaşsın diye zarar hanesine mi yazılıyor?  Şimdi durup düşünmemeli miyiz yılda üç bin kitap yayına verilirken yani bizim hepimizin insanlığın bugünkü yerinde değil çok daha farklı yerlerde olması gerekmez mi?
Bu ülke 30 yıl süren ve 30. yılı da bitip bitmeyeceği bilinmeyen bir iç savaş yaşadı ve yaşıyor da.  Bir ülkede durup dururken neden iç savaş çıksın? Şundan dolayı çıksın.  Silah ticareti, uyuşturucu, sigara kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti, porno kitap, dergi ve film gibi bütün bunlar üretildiği ve tüketildiği için – vergi derdi de yok- son derece yağlı ballı bir iş alanı çıkıyor. Kimi dışarıdaki dış güçler tarafından bir toplumun aklından bile geçirmediği eğilimlerinin üzerine gidilip toplumu tahrik etmeye gidiyorlar.  Bu arada toplumdaki değerler skalası inanılmaz erozyona uğruyor.  Bu ortamda toplum inanılmaz değer erozyonuna uğruyor.  Sözgelişi, bayrak, şehitlik gibi kavramlar bir ülkede erozyona uğrarsa, onu iç uçuruma itecek noktaya getirir. Sonunda ne olur?  Olanları gördük, olacakları da. Kör değilse bir toplum, rahatlıkla görebilir. Biz yaşlı bir kuşağız.  Devrim yapabilmek için gerekli olan gücü biz tükettik. Bakın şimdi edebiyattan bir örnek vereyim.  Benim içinde bulunduğum kuşak 50 kuşağı olarak tanımlanır ve nitelendirilir.  Rauf Mutluay, Cahit Orhan Tütengil, Cahit Öztelli, Hikmet Dizdaroğlu, Behçet Necatigil, Adnan Berk ve daha birçok iyi öğretmenlerin elinde yetiştik. Ama biz kuşak olarak onların bize uyguladıkları, “iyi, yurdunu seven yurttaş, yurduna yararlı olacak niteliklerle donanımlı” öğrenciler yetiştiremedik.
Oğlumun kuşağı, 68 kuşağı liseden sonra üniversite eğitimini iyi edinemedi. Çünkü fakülteler iki taraf olarak sağ, sol diye ayrılmışlar, silahlanmışlar ve birbirlerini öldürüyorlardı.  Bu kuşak üniversite eğitim alarak mezun olamadı. Anadolu’da beylik bir laf vardır. Yazmadan kâtip, gezmeden seyyah, okumadan âlim. Hâlâ toplumsal yaraları yadırgarım. Bu ‘68 kuşağı bugün Türkiye’yi yöneten kuşak.  Düşünebiliyor musunuz yazmadan kâtip, okumadan âlim, gezmeden seyyah bir kuşak!  Üstelik bilinçsizliğin tornasında eğrilip bükülerek ülkeyi bir cahiller egemenliğine teslim etmiş.
Biz şimdi politikadan konuştuk. Şimdi biraz edebiyattan söz edelim mi? Bizim işimiz edebiyat.
Evet, edebiyat ama benim bir mesleğim de gazetecilik. Size yeri gelmişken bir anımı anlatayım.  Milliyet gazetesinde çalışıyorum.  Abdi İpekçi sağ.  Onunla yazı İşleri odasındayız.  Çarpıcı bir konu yok mu diye soruyor bana. Türkiye çarpıcı konular kaynağı.  Bürodan çıkıp maça gittim.  Bir taraf yendi, bir taraf yenildi.  Aşağıya indim soyunma odasına.  Çok ünlü bir futbolcuya yaklaştım, dedim ki: “Sana haciz gelmiş, icra seni arıyormuş? Neden abi?” (O günlerde Türkiye ayağa kalkmış, taksitle ansiklopediler satılıyor.) Dedim ki: Evlat, sen taksite kitap almışsın.  Ne demek, abi!  Ben kitap almam ki!”
Kitaptan sporcular korkuyor değil, kitaptan siyasal iktidarlar korkuyor. Neden? Kitap okuyan, giderek değişime uğrayan, uğrayacak olan yeni bir insan tipi türetebilme gücüne sahip.  Kitap okuyan insan topluma, yaşadığı sınıfa, başka bir gözle bakmaya başlıyor.  Kitapla beslendikçe giderek düşünmeye başlıyor. Düşünme sondan bir evvelki durak.  Önce beyinde harekete geçen sorular kumkuması zamanla bütün kapı ve pencereleri açıyor. Ve okuyan vatandaş soran vatandaş oluyor.  Soran vatandaş da fatura kesen bir duruma geliyor. Şimdi çocuklardan örnek alalım.  Soru sordukça kişiliği gelişiyor, yanı sıra hesap sormaya başlıyor.  Erişkinler de çocuklar gibi hesap sorucu oluyor.  Bu kitabın gizem dolu gücünün kanıtıdır.  Kitabın yayılma, etkileme gücüne benzer güç olarak yalnızca sinemada ve tiyatroda vardır.
Ona göre hikâye, insanın dış dünyadaki ve kendi içindeki gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet ettiği ölçüde bir kıymet ifade eder. Hikâye anlatmayı insanın dışarıdaki ve içindeki dramını, dönüşümünü ve kırılma anlarını yansıtabilmek için bir vasıta olarak görür.  Bu kırılma noktalarını, bireysel ve sosyal dramı, yoğun gözlemlerle yansıtırken kendi tecrübelerine de oldukça yer verir. Yapıtlarını “yaşadıklarını ve gözlediklerini yazmak” fikri üzerine inşa eder. Hikâyelerini yazarken olaylara tanıklık etmiş gerçek kişilerle görüşmüş, onlarla uzun röportajlar yapmıştır.
Bir yazıda edebi yapıtların ruhsal iç mekânlar ile yaşanılan dış mekânların birbirinin yansımsı olduğunu, içsel ve dışsal bütünlüğün birbiriyle bağlantılı olduğunu okuduğumu hatırlıyorum. ‘Kurşun Ata Ata Biter’ romanında eşya ve mekânı, insanların psikolojilerini yansıtabilmek için kullanmıştır.  İnsanların umutsuzluklarını ve bunalımlarını, mekânlardaki eşyaları canlandırarak yansıtır. Bir bacağı kesilen Cevahir’in psikolojisi koltuk değneklerini canlandırarak anlatmıştır:  İki koltuk değneği duvara dayalıydı. Çöken alacakaranlıkla yadırgatıgıcı bir görünümdeydi ikisi de. Duvara çöreklenmiş iki yılanı andırıyorlardı. Bükülmüş, kuyruklarını başları üstünden geçirerek ürkünç biçimler almış iki değişik yılandılar.
Tarık Dursun sevecen, şeffaf ve uzlaşan bir tutum içinde.  Bir soru sorduğumda, sürekli olarak açıkça bana ne demek istediğimi sorarak kolayca başka bir konuya geçmiyor.  Sevimli ve cana yakın ve üç saatlik bir konuşmanın geçen ilk çeyreğinden sonra da oldukça hevesli ve ilgili.
Yıl l951’dır. Devr-i Âlem adlı ortak şiir kitabında şiirlerini yayınlanır.  “Şiir, benim ‘harcım’ değildi, hiçbir zaman da olmadı.  Şiir türler içinde en ‘zor’ olanı diye düşünüyor.  Gençliğimde özellikle benim kuşağımın gençliğinde şiir baş tacı ediliyordu, hikâye, ‘ikinci sınıf muamele” görüyordu diyor.  O ‘50’li yıllarda dergi sayısı da azdı.  Düşünebiliyor musunuz, bir ‘Varlık’ vardı, bir ‘Yeditepe’, bir de Avni Dökmeci’nin şiir ağırlıklı ‘Kaynak’ dergisi.
Yıl l955’dir. Hasangiller yayınlanmıştır; yaşı yirmi dörttür.
Parmakları sadece tuşa basacak.  Sürekli belli bir ritimde basacak. Tıktıklar devam edecek.  Ne zaman ara verse, içinde dayanılmaz bir özlem doğacak.  İlk fırsatta bir şeyler yazmak için bahaneler bulup yine o yazı metnini tutsak edecek kendini. Yazarken ne yazdığını bilecek mi?  Gerçekleri mi yazacak?  Yalanları mı?  Hiç bilmeyecek.  Sadece yazacak.  O günler Steinbeck, Gorki, Hemingway, İstrati, Remaque okur. Çehov’la Maupassant oburu olduğu hikâyecilerdir.
Her şeye hazırdı, özgürdü, sonunda yaşamaya, başka bir dünyada yeniden doğmaya, uyurken bile hayata gülümsemeye kararlıydı.  Ah! Hayat!  Sık sık hayalini kurduğu o özgürlük, o yaşama sevinci, o baş döndürücü tutku!  Bir de küçük bir tutku besliyordu, yani ondan büyük bir özveri bekleyen, yepyeni ve kışkırtıcı, pırıl pırıl ve baş döndürücü bir ‘yazı’ya ilişkin bir hayali vardı.  Büyülü cümlelerin dehlizlerini izleyerek edebiyatta yol almak.  Kendi yüreğinin sırlarını açıklamak, damarlarındaki çılgınlığın ve bilinçaltına hapsedilmiş cesaretin birazını yazdığı metne taşımayı arzuluyordu.  Bilirsiniz hayal kurmak tatlıdır, hem de bedavadır, ayrıca insana güven de verir.  Bir de edebiyatçıysanız, tam doğru yerdesinizdir.
İlk edebiyata başladığı yıllarda gözde bir hikâyeci kuşağı vardı.  Bu kuşak Sait Faik, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kenan Hulusi, Refik Halid, İlhan Tarus, F. Celatettin, Oktay Akbal, Samim Kocagöz ve Fahri Erdinç’ten oluşuyordu.  Birbirlerine pek benzemeyen öykücülerdi bunlar.  Bu hikâyeciler olağanüstü bir üretkenliği sürdürüyorlardı.  Çıraklığında ona arka çıkmış yazarlar Orhan Kemal, Oktay Akbal ve İlhan Tarus olur.  Özellikle Orhan Kemal.
Tarık Dursun K.’nın yapıtları hayatından izler taşır, kendi deneyimlerini anlatır. Çocukluk anıları, politik düşünceleri, bir gazeteci olarak yaşadığı kültür zenginliği ve eşitsizliğe karşı olan isyanı, eserlerinin beslendikleri atardamarlardır.
Ve anlatmaya devam ediyor.
Bütün sermayemi İzmir’den devşirdim ben.  İzmir olmasaydı, ne yapardım, bilemiyorum.  İzmir’den çıkacak daha o kadar çok konu ve insan kaynağı var ki! Herkesin hayatı roman, ama İzmirlinin hayatı da, romanı da çok değişik. Oradaki renkliliği başka hiçbir kentte bulamazsınız.  Ben bulamadım, itiraf ederim.
Bugün İzmir kentinin geçirmiş olduğu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Çocukluğunuzun eski İzmir’ine bir özlem taşıyor musunuz?
Benim 50 kusur yıldan bu yana “a babam de babam” yazıp çizdiğim İzmir çağa uygun olarak değişime uğruyor.  Uğraması da kaçınılmaz.  Bir de İzmirli diyalektiğe vurgun yaşar tabiatı gereği.
Günümüz Türkiye’sini edebiyat yönünden değerlendirebilir misiniz?
Bu ülkede Aziz Nesin’in deyişiyle dört insandan beşi şairdir.  Bu ülkede yazar gereğinden fazla var ama iyi okur yok.  Davul tozu, minare gölgesi eski usulde hiçbir değeri olmayan, hatta değeri tartışmaya uğrayacak yazarlar ve kitaplar yayımlanıyor.  Ben öncelikle şunu savunuyorum: okur, okur, okur...  Önce kitap alma alışkanlığını yaratmak lazım.  Bu ülkede iyi kitaba, iyi okur yetiştirmek üzere yönlendirecek ne bir kişi var, ne bir güç.  Herkes karanlıkta, filleri tarif etmeye çalışıyor.
Öykünün başlı başına bir anlatım sanatı olduğu, ne anlatıldığı kadar, nasıl anlatmalı kaygısını da öncelemiş bir yazarsınız. Bireyden, bireyin dünyasını yansıtırken toplumu da anlamaya yöneldiniz. Toplumcu gerçekçi yönelimde ürün veren öykücülerimizdensiniz. Bu öyküler demetinden yazarken size en çok etkileyen hangi öykünüz/öykülerinizden söz eder misiniz? Örneğin, Sait Faik gibi “yazmasaydım ölecektim” diyeceğiniz bir durum/bir tanıklık? Konunun sizi baştan çıkardığı bir durumdan, örneğin?
Yazdım değil yazamadım.  O kadar dokundu ki, yazamadım. Size anlatayım.  Bir zamanlar yakından tanıdığım genç bir adamın hikâyesi.  Gerçeğe göre hikâye şöyle başlıyor.  Delikanlı dul annesiyle birlikte yaşamaktadır.  Yaşı 20 sularında olsa gerek.  Eve geliyor, kapıyı açıyor, birdenbire şaşırıyor. İşte herhangi bir aile faciasıyla karşılaşacağı andır bu.  Anadolu’nun geleneksel ayakkabı çıkarma adedi vardır.  Kapının arkasında ayakkabısını çıkarır, bir de bakar ki bir erkek ayakkabısı vardır.  Bir büyük ayakkabısı.  Yavaşça omzuyla kapıyı iter.  O anda banyodan yatak odasına doğru koridorda hızla bir adam çırılçıplak lavabodan çıkmaktadır.  Annesinin patronunu tanır.  Portmantonun çekmecesinde sustalı bıçak koleksiyonu vardır.  Çekmeceden bir bıçak alır derhal yatak odasına gider.  Şaaak… Sustalı bıçak elinde gözü dönmüş delikanlı telefonu alıp annesinin boşandığı kocasının abisini yani amcasını arar. Cehennemde 5 gün… Dedesi gelir anlatır, babası gelir anlatır.  Bu arada duvarla sırtı arasındaki dengesi kaybolur.  Dizleri bükülür, düşmeden önce sırtı duvara yaslansa da tutunamaz.  Duvar onu kendine çeker.  Kayar kayar kayar... Bükülmüş dizleri onu taşıyamaz, gövdesinin üstüne kıç üstü oturur.  Vınlayan bir sesle (ona öyle mi gelmişti ne?) sonra iki gözünün iki alt kapakları, sonra üst kapakları üst üste biner.  Çok uykusu gelmiştir…
Bir öykü daha…
Vehbi Koç’un Haliç’te bir fabrikası vardı.  Demir döküm fabrikası.  Sendika işveren iş uyuşmazlığı nedeniyle işçiler fabrikayı üç gün işgal ediyorlar.  O zamanlar Vatan gazetesindeydim.  Ben üç gün, üç gece gazeteci olarak olayları izledim.  Gördüklerimi bugün de yazmak istememe rağmen yazamadım.
Üçüncü hikâye
Mahabat Cumhuriyeti: Şimdi Doğu Anadolu haritasını gözünüzün önüne getirin. Rusya, Azerbaycan, İran, sonra Suriye…  İkinci Dünya Savaşı sırasında o bölgede Mahabat diye bir kasaba var.  Bir Kürt Cumhuriyeti ilan ediliyor; Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Bakanlar heyeti olan bu Kürt Cumhuriyeti otuz üç gün sürüyor.  Sonra bu hareket Amerika tarafından bastırılıyor. Bu da bir başka hüzünlü hikâye.
Siz bizzat o bölgeye gittiniz mi?
Ben gitmedim ama gidenler yaşadılar.
Bir röportajınızda kendinize usta olarak sizden önceki kuşaktan Orhan Kemal’ın adını veriyorsunuz. 1984 yılında “Kurşun Ata Ata Biter” romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı alıyorsunuz. Ödülü aldığınızdaki duygularınızı anlatır mısınız?
Bir yazar adayı olarak, sizden önce gelmiş, ustalığı tartışmasız kanıtlanmış birini rehber olarak kabullenmiş onun izinden giden bir yazar olabilirsiniz.  Burada tehlikeli olan yeri geldiğinde öncü usta etkisinden kurtulmamaktır.  Yoksa musikimizde Mustafa Kovanca'nın Münir Nurettin Selçuk'un etkisinden kurtulamaması örnek gösterilebilir.  Münir Nurettin varken ben feşmakamı ne yapayım?  Ustalık dediğimiz olgu skalanın en altından başlayıp aşama aşama en üst çizgiye varması bir tehlikeyi de beraberinde getirir.  O da şudur: Acemilik ustalığa dönüşmedikçe usta adayının ayağını prangala istediği kadar yırtınsın, ben ustalıktan prangalar eskittim desin. Ustalık, peşinde koşulmasını sever, o yüzden o kaçar, güzel acemi kovalar.  Yakaladığı anda (fuhuş) vuku bulur.  Bu “vuslat” olayında sağlıklı ürünler verir.  Eğer doğum tutmaz, döl zayıf gelirse “vuslat” bir başka bahara kalır.  O zaman adama derler ya “arkadaş sen ağzınla kuş tutsan değil hikâyeci, bir (b.k) olamazsın.  O yüzden hikâyenin yakasından düş.
Öyküde senfonik bir söylem kurabilen ender anlatıcılardan birisiniz. Metnin ritmi, müziğine önem veriyorsunuz? Bu müzik duygusunu nasıl gerçekleştiriyorsunuz. Yazıya ilk şiirle başladığınızı biliyoruz. Öyküde şair yanınız mı ön plana çıkıyor?
Bu soruya dürüstçe karşılık vermek gerekirse şiire karşı duyduğum saygımdan kaynaklanır.  Ben çok istememe karşılık şiirin üstesinden bir türlü gelemedim. Bunun burukluğunu (burukluğun beceriksizliği ya da beceriksizliğin burukluğunu)her zaman doğduğumdan bu yaşıma kadar beni sadık bir köpek gibi izleyen yoksulluğum gibi taşıdım.  Şairler ne menem kişilerdir ki bir mali müşavirden daha iyi daha hesabi bir kelime cambazlığı yaparak yazarlar.  Kelime cambazlığı hakkından ferah faruh gelirler.  Bunun karşılığında kelime ekonomisini sahiplenirler.  Bize de onların sunduğu damıtılmış dilimiz kalır. (Lisanımız) *
Bakın en müsrif kelime harcayan romandır.  Şimdi ben burada size bir örnek vereyim.  Nobel ödülüne aday gösterilen onlarca dile çevrilen (Nobel almasına karşılık biraz ayıp olacak ama benim pek de hoşlanmadığım Orhan Pamuk) Yaşar Kemal size yeminle söyleyeyim Türkçemizde roman türü içindeki yazılmış eserlerden Yaşar Kemal’in bütün yazılarını alın roman kurallarına şablon geçirip baktığınızda bu kelime lisanı en elle tutulur.  Yaşar Kemal’in dil kullanışına gelince; Yaşar Kemal öylesine güzel bir kelime savrukluğu yapar ki kızamazsınız; hatta geleneksel ulusal yalakalığımız sizden Yaşar Kemal adına puan toplar.  Söz gelişi Yaşar Kemal herhangi bir romanının ilk sayfasında diyelim bir atlıyı yola çıkarır.  At ve atlı sayfalar dolusu varacağı yer neresi ise (orası da pek belli değildir ya) bin bir çeşit doğa yaratıklarının önünde, ardında, sağında, solunda kördüğümle bağlar.  Ve bir idam mahkûmunun sehpaya gidişindeki ağırlıkla sayfalar dolusu yazar.  Bu Yaşar Kemal’in türünde bir romanı yine Yaşar Kemal aracılığında ortalama bir hesapla elli ile seksen sayfa arasında sizi koluna takıp yerden göğe, yılanlar, solucanlar, kurumuş otlar, çürüyen otlar bin bir çeşit meyveye durmuş ağaçlar, akarsular, v.b. arasından, yanından, sağından, solundan sizi de tatlı ve itiraz etmek istemenize rağmen itiraz edemeyeceğiniz bir çekişme sonunda bir suyun başına getirir.  Sonunda atını bir pınarın başında sular.  O sırada uzaktan bir atlı pınara gelmektedir. O da gelir atından iner hayvanını sular.  Bu sırada yeni gelen atlı sizi şaşkınlığa uğratan bir çabuklukla atına biner ve 80 kusur sayfa peşine takip ettirdiği öbür atlıyı gerisinde bırakır.  Ve okurunu bu yeni atlının peşine takar.  Peki, güzel hoş da, biz 80 sayfa ağaç mağaç, börtü böcek, bulut mulut, yerden gökten çerden çöpten niye okuduk?  Eğer işlevleri yok idiyse, roman ilerledikçe okur buna tanıklık edecektir.  Evet, kelimelerin gücü.  Şunu açıkça söylemeliyim bütün bu kelime savrukluğuna meydan okuyan Yaşar Kemal büyük yazardır.  Unutmamak gerekir Yaşar Kemal'i Yaşar Kemal yapan Yaşar Kemal kusurlarıdır.
“Hikâye yazmak, tıpkı şiir gibi bireysel bir iştir” derken öyküyle şiiri yan yana getiriyorsunuz. Öykülerinizde deneme, anı türüne yaklaştığınız da dikkat çekiyor ayrıca. Bir öykücü olarak bize öykü anlayışınızı nasıl açıklarsınız?
Doğrudur.  Zaten ana amaç da dikkat çekmektir.  Ben onu yaptım.  Yapmayı da sürdüreceğim.  Edebiyata sınırlı bir bakış açısıyla bakmamalıyız.  Dünyamıza pencereden, balkondan, dar da olsa, geniş de olsa bir perspektiften baktığınızda sizin dünyanızla pencerelerden bakarak gördüğünüz insanların dünyası eş değerde değildir.  Zaten öyle olsa, kişiliksiz ve kimliksiz yığınlarla eşleştiriliriz, kişiliğimiz de olmaz.  İşte bu gördüğümüz insanların sorunlarıyla, duygusal hamallıklarıyla gerçeklere bakış açınızla gözleri bağlı dolap beygirleri ya da at gözlüğü takmadan bakabilmeliyiz.  Bir anımı anlatayım.  Abdi İpekçi bir gün yanında yabancı bir gazeteciyle odama girdi.  Beni ona şöyle tanıttı. “Pirinç tanesi üzerine yazı yazar ve okutur.”
Beni televizyondan Foça Belediyesinin onun hayatını konu alan; “İmbatla Dol Kalbim” belgeselini izlemeye davet ediyor.  Kendisinin aşırı duygusal bir kişi olduğunu tahmin etmek zor değil.  Bu kitaplarında aşıladığı bir karakteristik özellik. Yazarlık uğraşı ona büyük bir tatmin, gönül rahatlığı ve iç huzuru verdiğini anlıyorum. Sonuç olarak açık ve net bir şekilde "Bu hayatımdaki en önemli şey benim için," diyen sesini duyar gibi oluyorum. “İşte böyle biriktiriyorum günlerimi. İnsan yaşlandıkça yürüdüğü yol da daha çetinleşiyor. Anılar duman içinde kayboluyor. Farklı olaylar, bir sürü düşünce, birkaç gelip geçici düş bilince girmenin yolunu buluyor. Ne zaman, nasıl gelecekleri bilinmeden, birleşerek ya da ayrı ayrı, bir çocuk oyunu gibi kalaydoskoptaki şekiller gibi... Bazen ciddiyetle, genellikle eğlenceli biçimde.”  İç sesi konuşmaya devam ediyor.
Onun için “yazmak”, omuzlarına yüklenen düşünceleri de beraberinde sürükleyerek dile taşımak.  Onun için “yazmak” saf, berrak, ahenkli, akıcı, ezgiden daha okşayıcı bir dil bulmak.  “Yazmak” biçimbilimin ve sözdiziminin koyduğu sınırların ötesine geçen bir dil yaratmak.  “Yazmak” kederleri ve sevinçleri, yalnızlığı ve avuntuyu, şaşkınlığı ve bekleyişi, tereddüdü ve kararlılığı, güçsüzlüğü ve cesareti, dinginliği ve sabırsızlığı, soyluluğu ve acımasızlığı, alçakgönüllülüğü ve kibri, acıyı ve utancı anlatan bir dil yaratmak…
Bu tatlı sohbetin sonu hiç gelsin istemiyorum.  Ancak o yüzünde büyük bir ciddiyetle “vücudunuzda sıcak su tutmayın” diyerek koltuktan kalkınca etrafta bir kahkahadır kopuyor.
İşte size Türk edebiyat dünyasının ulu çınarı, onuru, üstat Tarık Dursun K. ile geçirdiğim üç saatin özeti.  Gerçekten de onunla karşılaşmak, oturmak, sohbet etmek bana müthiş bir keyif verdi.  Zeki esprileri, kırıp geçiren fıkraları ile doğrusu sohbete kattığı renk bambaşka oldu.  Eve giderken beni bir endişedir aldı.  Nasıl anlatacaktım onu?  Düşündükçe Tarık Dursun K. anlatmakla bitmez dedim kendi kendime. Tarık Dursun K.’nın edebiyatının ana öğesi yaşamı övmek, yaşamaktan duyduğu şükranı dile getirmek.  O ciddi haz arama işinde, zihninin harika oyunlarında, her zaman alttan alta bir hüzün hissetse de, yaşam oburu ve yazma oburu olmayı hep sürdürecek.




Raşel Rakella Asal
17 Nisan 2013




1 yorum:

  1. Dolu dolu bir şöyleşi - çok beğendim :) teşekkürler

    YanıtlaSil