Hikâye yazmak, tıpkı şiir gibi
bireysel bir iştir -
TARIK DURSUN K.
Şu an Tarık Dursun K.’nin evine
gitmekteyim. Tarık Dursun K! “Başkaldırı
kuşağı” denilen “1950 kuşağı Türk hikâyecileri” arasında. Evet, yanlış okumadınız. Peki ne yazmış? Öyle üretken ki, hepsini akılda tutmak güç.
Yazarın altmış yılı aşan sanat hayatına sığdırdığı pek çok yapıtı var. Tüm bunlara ek olarak gazetecilik, yayıncılık,
Milliyet Yayınlarının başına geçmesi, Milliyet Çocuk dergisi başta olmak üzere,
çocuk edebiyatına yönelik çalışmaları, çocuklara yönelik ansiklopediler
hazırlaması, halk hikâyelerinin yeni bir kurguyla yazılmasından oluşan ve “Halk
için Taşbasması Öyküler” başlığıyla sunulan ‘Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep’
adlı hikâye kitabı ve Anadolu masallarını yeniden yazdığı ‘Deve Tellal Pire
Berber İken’ adlı masal kitabı, sinema sanatına ilgisi, çevirdiği teorik sinema
kitapları, senaryo yazarlığı ve yönettiği filmler, röportaj yazarlığı…
Diyeceğim o ki, kendi kendini yetiştiren gazeteci-yazar tipinin dikkate değer
temsilcilerinden birisi olan Tarık Dursun K’nin yazı hayatının çok yönlü ve
verimli olduğunu rahatça söyleyebiliriz. 1945’ten günümüze yazdığı şiir,
hikâye, roman, masal, oyun, senaryo, mektup, gezi ve anı türlerinde l20 eserden
söz ediyorum. Yazdıklarının bir kısmını uzun yıllara yayılan bir süreç içinde
okudum, ama yeterli olduğunu söyleyemem elbette.
Onun hakkında yazılanları okudukça küçük
yaşta çalışma hayatına atılmak zorunda kaldığını öğreniyorum. Yaşıtları henüz
oyunlar oynayıp çocukluk ve ergenlik heyecanları yaşadıkları çağlarda, o
köftecilikten, kundura çıraklığına, otobüs biletçiliğine, sinema gişeciliğine
kadar türlü işlerde çalışmış. Bu yüzden eğitim hayatı, ancak ortaokulu
dışarıdan bitirecek kadar sürmüş. Öğrendiklerini bizzat hayatın içine
karışarak, türlü işlerde çalışarak ve çok kitap okuyarak öğrenmiş. Hatta İngilizce’yi de rahatça çeviriler
yapacak derecede öğrenmiş. Edebiyat dünyasına girişi 1945 yılında ortaokul
birinci sınıftayken bir çocuk dergisinin hikâye yarışmasında birinci gelen
hikâyesiyle olmuş. Askerlik yaptığı sırada (1952-1954) Yeditepe, Kaynak, Varlık
dergilerine sürekli şiir ve hikâye gönderiyor; ancak Kaynak dergisinden olumlu
yanıt alıyor. Özellikle Yaşar Nabi’nin Varlık dergisine gönderdiği hikâyeler
için sürekli “red” cevabı alacaktır. Yaşar Nabi’nin yazarın gönderdiği
hikâyeleri düzenli olarak okuyup eleştirmesi ancak yayınlamadan geri göndermesi
yazarın hikâyeciliğinin gelişmesine, olgunlaşmasına katkıda bulunur. Gençlik yıllarında yazdığı şiirlerini ise hiç
beğenmiyor; ancak bunların kendisine kelime tasarrufunu öğrettiğini, bunun da
hikâyeciliğinde işine çok yaradığını sık sık söylüyor. Hikâye türünü “Dünyaya
bakmak ve dünyayı görmek açısından insanlar arasında bir iletişim aracı” olarak
kabul ediyor.
Ustalaşmaya başladığı l960 yılında
röportaj yazarlığı yaptığı sırada “Haritada Beş Nokta” adlı röportajından
dolayı “Gazetecilik Başarı Ödülü”nü kazanır. Aldığı bu ilk ödülü, hikâye
türünde aldığı diğer ödüller izler. ‘Güzel Avrat Otu’ adlı hikâye kitabıyla
l961 yılında “Türk Dil Kururumu Hikâye Ödülü”ni kazanır. Ardından ‘Yabanın
Adamları’ adlı hikâye kitabıyla, l967’de Sait Faik Hikâye Ödülü’nü, l987’de
‘Ömrüm, Ömrüm…’ adlı hikâye kitabından dolayı “İş Bankası Edebiyat Ödülü”nü
kazanır. Romancılıkta da ödülleriyle sanatını perçinleyen yazar, ‘Kurşun Ata
Ata Biter’le l984 yılında “Orhan Kemal Roman Ödülü”nü, ‘Ağaçlar Gibi Ayakta’
romanı ile de l991 de “Yunus Nadı Roman Ödülü”nü kazanır.
İşte ben onunla röportaj yapmaya onun
evine doğru yol alırken bir yandan da bana nasıl bir sınav çekeceğini merak
ediyorum. Hiç kuşkum yok ki ben de gıkımı bile çıkartamayacağım. Ne de olsa
Tarık Dursun K. bu!
Onunla görüşmeden önce onun diğer
röportajlarını okumak oldukça cesaret kırıcıydı. Belki böyle bir söyleşiye hiç teşebbüs
etmemeliydim. Daha önceleri belki de
defalarca sorulmuş bilindik soruları kim bilir kaç defa yanıtlamıştı.
Dışarıda yürürken mükemmel cümleler
kurmuştum, eve girdiğim anda tek kelimesini hatırlamıyordum. Eve adım atar atmaz karşımda Tarık Dursun K
ile karşılaştım. Çalışma masasında
otururken bir taraftan konuşup diğer taraftan da önündeki dosyaları ayıklıyor. Masa neşeli bir karmaşa içinde. Evin her alanına yayılmış kitap yığınları ile
karşılaşıyorsunuz. Oturma odasının boş
olan zeminin her tarafında kitaplar yığılı. Kitaplar! Gazeteler, gazete kesikleri,
dergiler, dosyalar! Müsvedde kâğıtları! Kitaplar her yerdeler, evinin en saygın
konukları olduklarını hemen anlıyorsunuz.
Güleç yüzlü yardımcısı Hamdiye Bahriyeli
biz konuşurken ara sıra yüzünde bir gülümseme ile kendini gösteriyor. Birden kıkırdamaya başlıyor: "Şaşırtıcı
olan ne, biliyor musunuz? Çalışma
hayatımda Tarık Dursun K. ile karşılaşmak benim için güzel bir rastlantı oldu. Onun aracılığıyla dünyayı, insanlara ve
kitaplara bakışım değişti” diyor. Tarık Dursun K. ile geçirilen zamanın
kıymetini anlatmaya devam ediyor. Hatta
yazarın doğum günü için eve gelen konuklardan, yakınlarından ve okurlarından
derlediği yazılardan oluşan “Öpüldünüz Çocuklar” kitabını gösteriyor. Ona, bir yazarla yaşamanın getirdiği bir
armağan olmuş bu kitap. “Tarık Dursun K.
ile yaşamanın değerini bil” diyorum. “Hiç
kimse ile konuşmak veya bir araya gelmek zorunda kalmazsın. Öyle özel, öyle
zengin bir dünyaya adım atmışsın ki! Bak
sen de yazar oldun” diye Hamdiye’yle şakalaşıyorum.
Tarık Dursun K. ile göz göze geliyorum.
Bugün sizinle sohbet edelim, ne dersiniz? diye soruyorum. Tatlı bir sohbet
olsun istiyorum, onu sıkmadan keyifli bir iki saat geçirelim, edebiyattan söz
edelim.
Türk okurunu
nasıl buluyorsunuz?
Ben şimdi
size bir şey söyleyeyim -bu ülke aydınlıktan karanlığa gidiyor. Oysa yine aynı ülke karanlıktan aydınlığa
gitmişti. Bir defa şunun üzerinde anlaşmamız gerek. Biz kitap seven bir ülke ve bir ulus değiliz.
Düşünebiliyor musunuz zorunlu ihtiyaç maddesi olarak kitap l7. kusurlarda ama
kâğıt tüketimi bakımından kıçımıza kullandığımız kâğıt 15. sırada. Başa dönelim bu ülkede medya iyi ya da kötü
niyetle olsun kitap ekleri veriyor. Bu
verdiği kitap eklerinde bir hafta içinde yüzün üstünde kitabın tanıtımı
yapılıyor. Yani şunu demeye getiriyorum. Bu ülkede yılda üç bin kitap
yayımlanıyor. Peki, bu üç bin kitap
okunuyor mu? Yoksa başka gelir
kaynaklarına yasallaşsın diye zarar hanesine mi yazılıyor? Şimdi durup düşünmemeli miyiz yılda üç bin
kitap yayına verilirken yani bizim hepimizin insanlığın bugünkü yerinde değil
çok daha farklı yerlerde olması gerekmez mi?
Bu ülke 30
yıl süren ve 30. yılı da bitip bitmeyeceği bilinmeyen bir iç savaş yaşadı ve
yaşıyor da. Bir ülkede durup dururken
neden iç savaş çıksın? Şundan dolayı çıksın. Silah ticareti, uyuşturucu, sigara
kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti, porno kitap, dergi ve
film gibi bütün bunlar üretildiği ve tüketildiği için – vergi derdi de yok- son
derece yağlı ballı bir iş alanı çıkıyor. Kimi dışarıdaki dış güçler tarafından
bir toplumun aklından bile geçirmediği eğilimlerinin üzerine gidilip toplumu
tahrik etmeye gidiyorlar. Bu arada
toplumdaki değerler skalası inanılmaz erozyona uğruyor. Bu ortamda toplum inanılmaz değer erozyonuna
uğruyor. Sözgelişi, bayrak, şehitlik
gibi kavramlar bir ülkede erozyona uğrarsa, onu iç uçuruma itecek noktaya
getirir. Sonunda ne olur? Olanları
gördük, olacakları da. Kör değilse bir toplum, rahatlıkla görebilir. Biz yaşlı
bir kuşağız. Devrim yapabilmek için
gerekli olan gücü biz tükettik. Bakın şimdi edebiyattan bir örnek vereyim. Benim içinde bulunduğum kuşak 50 kuşağı olarak
tanımlanır ve nitelendirilir. Rauf
Mutluay, Cahit Orhan Tütengil, Cahit Öztelli, Hikmet Dizdaroğlu, Behçet
Necatigil, Adnan Berk ve daha birçok iyi öğretmenlerin elinde yetiştik. Ama biz
kuşak olarak onların bize uyguladıkları, “iyi, yurdunu seven yurttaş, yurduna
yararlı olacak niteliklerle donanımlı” öğrenciler yetiştiremedik.
Oğlumun
kuşağı, 68 kuşağı liseden sonra üniversite eğitimini iyi edinemedi. Çünkü
fakülteler iki taraf olarak sağ, sol diye ayrılmışlar, silahlanmışlar ve
birbirlerini öldürüyorlardı. Bu kuşak
üniversite eğitim alarak mezun olamadı. Anadolu’da beylik bir laf vardır.
Yazmadan kâtip, gezmeden seyyah, okumadan âlim. Hâlâ toplumsal yaraları
yadırgarım. Bu ‘68 kuşağı bugün Türkiye’yi yöneten kuşak. Düşünebiliyor musunuz yazmadan kâtip, okumadan
âlim, gezmeden seyyah bir kuşak! Üstelik
bilinçsizliğin tornasında eğrilip bükülerek ülkeyi bir cahiller egemenliğine
teslim etmiş.
Biz şimdi
politikadan konuştuk. Şimdi biraz edebiyattan söz edelim mi? Bizim işimiz
edebiyat.
Evet,
edebiyat ama benim bir mesleğim de gazetecilik. Size yeri gelmişken bir anımı
anlatayım. Milliyet gazetesinde
çalışıyorum. Abdi İpekçi sağ. Onunla yazı İşleri odasındayız. Çarpıcı bir konu yok mu diye soruyor bana.
Türkiye çarpıcı konular kaynağı. Bürodan
çıkıp maça gittim. Bir taraf yendi, bir
taraf yenildi. Aşağıya indim soyunma
odasına. Çok ünlü bir futbolcuya
yaklaştım, dedim ki: “Sana haciz gelmiş, icra seni arıyormuş? Neden abi?” (O
günlerde Türkiye ayağa kalkmış, taksitle ansiklopediler satılıyor.) Dedim ki: Evlat,
sen taksite kitap almışsın. Ne demek,
abi! Ben kitap almam ki!”
Kitaptan
sporcular korkuyor değil, kitaptan siyasal iktidarlar korkuyor. Neden? Kitap okuyan,
giderek değişime uğrayan, uğrayacak olan yeni bir insan tipi türetebilme gücüne
sahip. Kitap okuyan insan topluma,
yaşadığı sınıfa, başka bir gözle bakmaya başlıyor. Kitapla beslendikçe giderek düşünmeye
başlıyor. Düşünme sondan bir evvelki durak. Önce beyinde harekete geçen sorular kumkuması
zamanla bütün kapı ve pencereleri açıyor. Ve okuyan vatandaş soran vatandaş
oluyor. Soran vatandaş da fatura kesen
bir duruma geliyor. Şimdi çocuklardan örnek alalım. Soru sordukça kişiliği gelişiyor, yanı sıra
hesap sormaya başlıyor. Erişkinler de
çocuklar gibi hesap sorucu oluyor. Bu
kitabın gizem dolu gücünün kanıtıdır. Kitabın
yayılma, etkileme gücüne benzer güç olarak yalnızca sinemada ve tiyatroda
vardır.
Ona göre hikâye, insanın dış dünyadaki
ve kendi içindeki gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet ettiği ölçüde bir kıymet
ifade eder. Hikâye anlatmayı insanın dışarıdaki ve içindeki dramını, dönüşümünü
ve kırılma anlarını yansıtabilmek için bir vasıta olarak görür. Bu kırılma noktalarını, bireysel ve sosyal
dramı, yoğun gözlemlerle yansıtırken kendi tecrübelerine de oldukça yer verir.
Yapıtlarını “yaşadıklarını ve gözlediklerini yazmak” fikri üzerine inşa eder.
Hikâyelerini yazarken olaylara tanıklık etmiş gerçek kişilerle görüşmüş,
onlarla uzun röportajlar yapmıştır.
Bir yazıda edebi yapıtların ruhsal iç
mekânlar ile yaşanılan dış mekânların birbirinin yansımsı olduğunu, içsel ve
dışsal bütünlüğün birbiriyle bağlantılı olduğunu okuduğumu hatırlıyorum.
‘Kurşun Ata Ata Biter’ romanında eşya ve mekânı, insanların psikolojilerini
yansıtabilmek için kullanmıştır. İnsanların umutsuzluklarını ve bunalımlarını,
mekânlardaki eşyaları canlandırarak yansıtır. Bir bacağı kesilen Cevahir’in
psikolojisi koltuk değneklerini canlandırarak anlatmıştır: İki koltuk değneği duvara dayalıydı. Çöken
alacakaranlıkla yadırgatıgıcı bir görünümdeydi ikisi de. Duvara çöreklenmiş iki
yılanı andırıyorlardı. Bükülmüş, kuyruklarını başları üstünden geçirerek ürkünç
biçimler almış iki değişik yılandılar.
Tarık Dursun sevecen, şeffaf ve uzlaşan
bir tutum içinde. Bir soru sorduğumda,
sürekli olarak açıkça bana ne demek istediğimi sorarak kolayca başka bir konuya
geçmiyor. Sevimli ve cana yakın ve üç
saatlik bir konuşmanın geçen ilk çeyreğinden sonra da oldukça hevesli ve
ilgili.
Yıl l951’dır. Devr-i Âlem adlı ortak
şiir kitabında şiirlerini yayınlanır. “Şiir,
benim ‘harcım’ değildi, hiçbir zaman da olmadı. Şiir türler içinde en ‘zor’ olanı diye
düşünüyor. Gençliğimde özellikle benim
kuşağımın gençliğinde şiir baş tacı ediliyordu, hikâye, ‘ikinci sınıf muamele” görüyordu
diyor. O ‘50’li yıllarda dergi sayısı da
azdı. Düşünebiliyor musunuz, bir
‘Varlık’ vardı, bir ‘Yeditepe’, bir de Avni Dökmeci’nin şiir ağırlıklı ‘Kaynak’
dergisi.
Yıl l955’dir. Hasangiller
yayınlanmıştır; yaşı yirmi dörttür.
Parmakları sadece tuşa basacak. Sürekli belli bir ritimde basacak. Tıktıklar
devam edecek. Ne zaman ara verse, içinde
dayanılmaz bir özlem doğacak. İlk
fırsatta bir şeyler yazmak için bahaneler bulup yine o yazı metnini tutsak
edecek kendini. Yazarken ne yazdığını bilecek mi? Gerçekleri mi yazacak? Yalanları mı? Hiç bilmeyecek. Sadece yazacak. O günler Steinbeck, Gorki, Hemingway, İstrati, Remaque okur.
Çehov’la Maupassant oburu olduğu hikâyecilerdir.
Her şeye hazırdı, özgürdü, sonunda
yaşamaya, başka bir dünyada yeniden doğmaya, uyurken bile hayata gülümsemeye
kararlıydı. Ah! Hayat! Sık sık hayalini kurduğu o özgürlük, o yaşama
sevinci, o baş döndürücü tutku! Bir de
küçük bir tutku besliyordu, yani ondan büyük bir özveri bekleyen, yepyeni ve
kışkırtıcı, pırıl pırıl ve baş döndürücü bir ‘yazı’ya ilişkin bir hayali vardı.
Büyülü cümlelerin dehlizlerini izleyerek
edebiyatta yol almak. Kendi yüreğinin
sırlarını açıklamak, damarlarındaki çılgınlığın ve bilinçaltına hapsedilmiş
cesaretin birazını yazdığı metne taşımayı arzuluyordu. Bilirsiniz hayal kurmak tatlıdır, hem de
bedavadır, ayrıca insana güven de verir. Bir de edebiyatçıysanız, tam doğru
yerdesinizdir.
İlk edebiyata başladığı yıllarda gözde
bir hikâyeci kuşağı vardı. Bu kuşak Sait
Faik, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kenan Hulusi, Refik
Halid, İlhan Tarus, F. Celatettin, Oktay Akbal, Samim Kocagöz ve Fahri
Erdinç’ten oluşuyordu. Birbirlerine pek
benzemeyen öykücülerdi bunlar. Bu
hikâyeciler olağanüstü bir üretkenliği sürdürüyorlardı. Çıraklığında ona arka çıkmış yazarlar Orhan
Kemal, Oktay Akbal ve İlhan Tarus olur. Özellikle
Orhan Kemal.
Tarık Dursun K.’nın yapıtları hayatından
izler taşır, kendi deneyimlerini anlatır. Çocukluk anıları, politik
düşünceleri, bir gazeteci olarak yaşadığı kültür zenginliği ve eşitsizliğe
karşı olan isyanı, eserlerinin beslendikleri atardamarlardır.
Ve anlatmaya devam ediyor.
Bütün sermayemi İzmir’den devşirdim ben.
İzmir olmasaydı, ne yapardım,
bilemiyorum. İzmir’den çıkacak daha o
kadar çok konu ve insan kaynağı var ki! Herkesin hayatı roman, ama İzmirlinin
hayatı da, romanı da çok değişik. Oradaki renkliliği başka hiçbir kentte
bulamazsınız. Ben bulamadım, itiraf
ederim.
Bugün İzmir
kentinin geçirmiş olduğu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Çocukluğunuzun
eski İzmir’ine bir özlem taşıyor musunuz?
Benim 50
kusur yıldan bu yana “a babam de babam” yazıp çizdiğim İzmir çağa uygun olarak
değişime uğruyor. Uğraması da
kaçınılmaz. Bir de İzmirli diyalektiğe
vurgun yaşar tabiatı gereği.
Günümüz Türkiye’sini
edebiyat yönünden değerlendirebilir misiniz?
Bu ülkede
Aziz Nesin’in deyişiyle dört insandan beşi şairdir. Bu ülkede yazar gereğinden fazla var ama iyi
okur yok. Davul tozu, minare gölgesi
eski usulde hiçbir değeri olmayan, hatta değeri tartışmaya uğrayacak yazarlar
ve kitaplar yayımlanıyor. Ben öncelikle
şunu savunuyorum: okur, okur, okur... Önce
kitap alma alışkanlığını yaratmak lazım. Bu ülkede iyi kitaba, iyi okur yetiştirmek
üzere yönlendirecek ne bir kişi var, ne bir güç. Herkes karanlıkta, filleri tarif etmeye
çalışıyor.
Öykünün
başlı başına bir anlatım sanatı olduğu, ne anlatıldığı kadar, nasıl anlatmalı
kaygısını da öncelemiş bir yazarsınız. Bireyden, bireyin dünyasını yansıtırken
toplumu da anlamaya yöneldiniz. Toplumcu gerçekçi yönelimde ürün veren
öykücülerimizdensiniz. Bu öyküler demetinden yazarken size en çok etkileyen
hangi öykünüz/öykülerinizden söz eder misiniz? Örneğin, Sait Faik gibi
“yazmasaydım ölecektim” diyeceğiniz bir durum/bir tanıklık? Konunun sizi baştan
çıkardığı bir durumdan, örneğin?
Yazdım değil
yazamadım. O kadar dokundu ki,
yazamadım. Size anlatayım. Bir zamanlar
yakından tanıdığım genç bir adamın hikâyesi. Gerçeğe göre hikâye şöyle başlıyor. Delikanlı dul annesiyle birlikte yaşamaktadır.
Yaşı 20 sularında olsa gerek. Eve geliyor, kapıyı açıyor, birdenbire
şaşırıyor. İşte herhangi bir aile faciasıyla karşılaşacağı andır bu. Anadolu’nun geleneksel ayakkabı çıkarma adedi
vardır. Kapının arkasında ayakkabısını
çıkarır, bir de bakar ki bir erkek ayakkabısı vardır. Bir büyük ayakkabısı. Yavaşça omzuyla kapıyı iter. O anda banyodan yatak odasına doğru koridorda
hızla bir adam çırılçıplak lavabodan çıkmaktadır. Annesinin patronunu tanır. Portmantonun çekmecesinde sustalı bıçak
koleksiyonu vardır. Çekmeceden bir bıçak
alır derhal yatak odasına gider. Şaaak…
Sustalı bıçak elinde gözü dönmüş delikanlı telefonu alıp annesinin boşandığı
kocasının abisini yani amcasını arar. Cehennemde 5 gün… Dedesi gelir anlatır,
babası gelir anlatır. Bu arada duvarla
sırtı arasındaki dengesi kaybolur. Dizleri
bükülür, düşmeden önce sırtı duvara yaslansa da tutunamaz. Duvar onu kendine çeker. Kayar kayar kayar... Bükülmüş dizleri onu
taşıyamaz, gövdesinin üstüne kıç üstü oturur. Vınlayan bir sesle (ona öyle mi gelmişti ne?)
sonra iki gözünün iki alt kapakları, sonra üst kapakları üst üste biner. Çok uykusu gelmiştir…
Bir öykü
daha…
Vehbi Koç’un
Haliç’te bir fabrikası vardı. Demir
döküm fabrikası. Sendika işveren iş
uyuşmazlığı nedeniyle işçiler fabrikayı üç gün işgal ediyorlar. O zamanlar Vatan gazetesindeydim. Ben üç gün, üç gece gazeteci olarak olayları
izledim. Gördüklerimi bugün de yazmak
istememe rağmen yazamadım.
Üçüncü
hikâye
Mahabat
Cumhuriyeti: Şimdi Doğu Anadolu haritasını gözünüzün önüne getirin. Rusya,
Azerbaycan, İran, sonra Suriye… İkinci
Dünya Savaşı sırasında o bölgede Mahabat diye bir kasaba var. Bir Kürt Cumhuriyeti ilan ediliyor;
Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Bakanlar heyeti olan bu Kürt Cumhuriyeti otuz üç gün
sürüyor. Sonra bu hareket Amerika
tarafından bastırılıyor. Bu da bir başka hüzünlü hikâye.
Siz bizzat o
bölgeye gittiniz mi?
Ben gitmedim
ama gidenler yaşadılar.
Bir
röportajınızda kendinize usta olarak sizden önceki kuşaktan Orhan Kemal’ın
adını veriyorsunuz. 1984 yılında “Kurşun Ata Ata Biter” romanıyla Orhan Kemal
Roman Armağanı’nı alıyorsunuz. Ödülü aldığınızdaki duygularınızı anlatır
mısınız?
Bir yazar
adayı olarak, sizden önce gelmiş, ustalığı tartışmasız kanıtlanmış birini
rehber olarak kabullenmiş onun izinden giden bir yazar olabilirsiniz. Burada tehlikeli olan yeri geldiğinde öncü
usta etkisinden kurtulmamaktır. Yoksa
musikimizde Mustafa Kovanca'nın Münir Nurettin Selçuk'un etkisinden
kurtulamaması örnek gösterilebilir. Münir Nurettin varken ben feşmakamı ne
yapayım? Ustalık dediğimiz olgu skalanın
en altından başlayıp aşama aşama en üst çizgiye varması bir tehlikeyi de
beraberinde getirir. O da şudur:
Acemilik ustalığa dönüşmedikçe usta adayının ayağını prangala istediği kadar yırtınsın,
ben ustalıktan prangalar eskittim desin. Ustalık, peşinde koşulmasını sever, o
yüzden o kaçar, güzel acemi kovalar. Yakaladığı
anda (fuhuş) vuku bulur. Bu “vuslat”
olayında sağlıklı ürünler verir. Eğer
doğum tutmaz, döl zayıf gelirse “vuslat” bir başka bahara kalır. O zaman adama derler ya “arkadaş sen ağzınla
kuş tutsan değil hikâyeci, bir (b.k) olamazsın. O yüzden hikâyenin yakasından düş.
Öyküde
senfonik bir söylem kurabilen ender anlatıcılardan birisiniz. Metnin ritmi,
müziğine önem veriyorsunuz? Bu müzik duygusunu nasıl gerçekleştiriyorsunuz.
Yazıya ilk şiirle başladığınızı biliyoruz. Öyküde şair yanınız mı ön plana
çıkıyor?
Bu soruya
dürüstçe karşılık vermek gerekirse şiire karşı duyduğum saygımdan kaynaklanır. Ben çok istememe karşılık şiirin üstesinden
bir türlü gelemedim. Bunun burukluğunu (burukluğun beceriksizliği ya da
beceriksizliğin burukluğunu)her zaman doğduğumdan bu yaşıma kadar beni sadık
bir köpek gibi izleyen yoksulluğum gibi taşıdım. Şairler ne menem kişilerdir ki bir mali
müşavirden daha iyi daha hesabi bir kelime cambazlığı yaparak yazarlar. Kelime cambazlığı hakkından ferah faruh
gelirler. Bunun karşılığında kelime
ekonomisini sahiplenirler. Bize de
onların sunduğu damıtılmış dilimiz kalır. (Lisanımız) *
Bakın en
müsrif kelime harcayan romandır. Şimdi
ben burada size bir örnek vereyim. Nobel
ödülüne aday gösterilen onlarca dile çevrilen (Nobel almasına karşılık biraz
ayıp olacak ama benim pek de hoşlanmadığım Orhan Pamuk) Yaşar Kemal size yeminle
söyleyeyim Türkçemizde roman türü içindeki yazılmış eserlerden Yaşar Kemal’in bütün
yazılarını alın roman kurallarına şablon geçirip baktığınızda bu
kelime lisanı en elle tutulur. Yaşar Kemal’in dil kullanışına gelince; Yaşar Kemal
öylesine güzel bir kelime savrukluğu yapar ki kızamazsınız; hatta geleneksel
ulusal yalakalığımız sizden Yaşar Kemal adına puan toplar. Söz gelişi Yaşar Kemal herhangi bir romanının
ilk sayfasında diyelim bir atlıyı yola çıkarır. At ve atlı sayfalar dolusu varacağı yer neresi
ise (orası da pek belli değildir ya) bin bir çeşit doğa yaratıklarının önünde,
ardında, sağında, solunda kördüğümle bağlar. Ve bir idam mahkûmunun sehpaya gidişindeki
ağırlıkla sayfalar dolusu yazar. Bu
Yaşar Kemal’in türünde bir romanı yine Yaşar Kemal aracılığında ortalama bir
hesapla elli ile seksen sayfa arasında sizi koluna takıp yerden göğe, yılanlar,
solucanlar, kurumuş otlar, çürüyen otlar bin bir çeşit meyveye durmuş ağaçlar,
akarsular, v.b. arasından, yanından, sağından, solundan sizi de tatlı ve itiraz
etmek istemenize rağmen itiraz edemeyeceğiniz bir çekişme sonunda bir suyun
başına getirir. Sonunda atını bir
pınarın başında sular. O sırada uzaktan
bir atlı pınara gelmektedir. O da gelir atından iner hayvanını sular. Bu sırada yeni gelen atlı sizi şaşkınlığa
uğratan bir çabuklukla atına biner ve 80 kusur sayfa peşine takip ettirdiği
öbür atlıyı gerisinde bırakır. Ve
okurunu bu yeni atlının peşine takar. Peki,
güzel hoş da, biz 80 sayfa ağaç mağaç, börtü böcek, bulut mulut, yerden gökten çerden
çöpten niye okuduk? Eğer işlevleri yok
idiyse, roman ilerledikçe okur buna tanıklık edecektir. Evet, kelimelerin gücü. Şunu açıkça söylemeliyim bütün bu kelime
savrukluğuna meydan okuyan Yaşar Kemal büyük yazardır. Unutmamak gerekir Yaşar Kemal'i Yaşar Kemal
yapan Yaşar Kemal kusurlarıdır.
“Hikâye
yazmak, tıpkı şiir gibi bireysel bir iştir” derken öyküyle şiiri yan yana
getiriyorsunuz. Öykülerinizde deneme, anı türüne yaklaştığınız da dikkat
çekiyor ayrıca. Bir öykücü olarak bize öykü anlayışınızı nasıl açıklarsınız?
Doğrudur. Zaten ana amaç da dikkat çekmektir. Ben onu yaptım. Yapmayı da sürdüreceğim. Edebiyata sınırlı bir bakış açısıyla
bakmamalıyız. Dünyamıza pencereden,
balkondan, dar da olsa, geniş de olsa bir perspektiften baktığınızda sizin
dünyanızla pencerelerden bakarak gördüğünüz insanların dünyası eş değerde
değildir. Zaten öyle olsa, kişiliksiz ve
kimliksiz yığınlarla eşleştiriliriz, kişiliğimiz de olmaz. İşte bu gördüğümüz insanların sorunlarıyla,
duygusal hamallıklarıyla gerçeklere bakış açınızla gözleri bağlı dolap
beygirleri ya da at gözlüğü takmadan bakabilmeliyiz. Bir anımı anlatayım. Abdi İpekçi bir gün yanında yabancı bir
gazeteciyle odama girdi. Beni ona şöyle
tanıttı. “Pirinç tanesi üzerine yazı yazar ve okutur.”
Beni televizyondan Foça Belediyesinin
onun hayatını konu alan; “İmbatla Dol Kalbim” belgeselini izlemeye davet
ediyor. Kendisinin aşırı duygusal bir kişi olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu kitaplarında aşıladığı bir karakteristik
özellik. Yazarlık uğraşı ona büyük bir tatmin, gönül rahatlığı ve iç huzuru
verdiğini anlıyorum. Sonuç olarak açık ve net bir şekilde "Bu hayatımdaki
en önemli şey benim için," diyen sesini duyar gibi oluyorum. “İşte böyle
biriktiriyorum günlerimi. İnsan yaşlandıkça yürüdüğü yol da daha çetinleşiyor.
Anılar duman içinde kayboluyor. Farklı olaylar, bir sürü düşünce, birkaç gelip
geçici düş bilince girmenin yolunu buluyor. Ne zaman, nasıl gelecekleri
bilinmeden, birleşerek ya da ayrı ayrı, bir çocuk oyunu gibi kalaydoskoptaki
şekiller gibi... Bazen ciddiyetle, genellikle eğlenceli biçimde.” İç sesi konuşmaya devam ediyor.
Onun için “yazmak”, omuzlarına yüklenen düşünceleri de
beraberinde sürükleyerek dile taşımak. Onun
için “yazmak” saf, berrak, ahenkli, akıcı, ezgiden daha okşayıcı bir dil
bulmak. “Yazmak” biçimbilimin ve
sözdiziminin koyduğu sınırların ötesine geçen bir dil yaratmak. “Yazmak” kederleri ve sevinçleri, yalnızlığı
ve avuntuyu, şaşkınlığı ve bekleyişi, tereddüdü ve kararlılığı, güçsüzlüğü ve
cesareti, dinginliği ve sabırsızlığı, soyluluğu ve acımasızlığı,
alçakgönüllülüğü ve kibri, acıyı ve utancı anlatan bir dil yaratmak…
Bu tatlı sohbetin sonu hiç gelsin istemiyorum. Ancak o yüzünde büyük bir ciddiyetle
“vücudunuzda sıcak su tutmayın” diyerek koltuktan kalkınca etrafta bir
kahkahadır kopuyor.
İşte size Türk edebiyat dünyasının ulu çınarı, onuru,
üstat Tarık Dursun K. ile geçirdiğim üç saatin özeti. Gerçekten de onunla karşılaşmak, oturmak,
sohbet etmek bana müthiş bir keyif verdi. Zeki esprileri, kırıp geçiren fıkraları ile
doğrusu sohbete kattığı renk bambaşka oldu. Eve giderken beni bir endişedir aldı. Nasıl anlatacaktım onu? Düşündükçe Tarık Dursun K. anlatmakla bitmez
dedim kendi kendime. Tarık Dursun K.’nın edebiyatının ana öğesi yaşamı övmek,
yaşamaktan duyduğu şükranı dile getirmek. O ciddi haz arama işinde, zihninin harika
oyunlarında, her zaman alttan alta bir hüzün hissetse de, yaşam oburu ve yazma
oburu olmayı hep sürdürecek.
Raşel Rakella Asal
17 Nisan 2013
Dolu dolu bir şöyleşi - çok beğendim :) teşekkürler
YanıtlaSil