28 Aralık 2013 Cumartesi

Tarih ve edebiyatın ortaklığı


Tarih ile edebiyatın ortak bir ürünü olarak ortaya çıkan tarihî romanlar, üstlendiği toplum mühendisliği misyonuyla tarihî bilgileri, belgelere boğulmuş kasvetli bir anlatımdan kurtararak okura sunma gayretinin ve geçmişi edebî açıdan yeniden inşa etme çabasının bir ürünüdür. Tarihî olayların insan açısından sonuçları üzerinde yoğunlaşan bu ürünler, okuru hayalî olarak geçmiş zaman yolculuğuna çıkarır ve hayal edemediği mekânlarda yaşanmış bazı gerçeklerle buluşturur

Bu eserler, yazıldığı dönemin pek çok açıdan çekilmiş fotoğrafı durumundadır. Bu yönüyle edebî eserler, sözlü ve yazılı ürünler, gelecek için tarihsel bir anlam yüklenir; geçmişle geleceği buluşturma noktasında oynadığı rol bakımından büyük bir önem taşır. Tarih ile edebiyatın buluştuğu kavşak noktası da burasıdır.

Tarih bilimi veya tarihçi, genelde insanlığın, özelde toplumların geçmişte karşı karşıya kaldığı önemli olayları ayrıntısına girmeden konu edinir. Edebiyat ise, daha çok tarihin anlatmadığı sıradan kişi ve olaylarla, bunların bıraktığı izlerin ayrıntılarıyla ilgilenir.

Kültür kavramına giren her şey gibi, ulusların edebiyatı da tarih boyunca bir miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılır. Bir milletin geçmişteki varlığı, yani bugüne ulaşan izleri da pek çok yönüyle kendi edebiyatına mal olmuş tarihidir. Tarih denilince biri “yaşanılan”, diğeri de “yazılan” olmak üzere iki şeyin anlaşıldığını belirten Mehmet Kaplan’a göre “yazılan tarih”, “yaşanılan tarih”in binde biri değildir.”  Konusu ne olursa olsun tarih, yaşanmış bir olayın gelişim ve oluşumunu bildiren o dönemden kalma hatıralardan, iz ve eşyadan, yazılı belge ve kitaplardan öğrenilir. Buna göre “yaşanılan tarih”i öğrenmemiz ancak “yazılan tarih” vasıtasıyla mümkün olabilmektedir (Kaplan, 1982).

Türk romanında roman kahramanı olarak öğretmeni en çok kullanan edebiyat adamı kimdir denilince akla hemen Reşat Nuri Güntekin gelir. Bu yüzdendir ki, kendisi "öğretmenlerin romancısı" olarak anılmıştır. Onun romancılığı ve romanlarındaki öğretmen tipleri üzerine bir hayli çalışma yapılmıştır.

Öğretmenler, Türk romanında çoğunlukla idealist ve mücadeleci insanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Feride, idealize edilmiş bir öğretmen tipini sergilemektedir. Gerek Meşrutiyet döneminde gerekse Cumhuriyet'in ilk yıllarında olsun, ülkemizin ilköğretim sorunu çözememiş olması, eğitimden çok şey beklenmesi ve sorumluluğun ilkokul öğretmenlerine yüklenmesi, dolayısıyla romancılarında genellikle onları konu edinmesine yol açmıştır.
Bununla birlikte, Orhan Pamuk, Adalet Ağaoğlu gibi çağdaş Türk romancıları da karakterlerini özellikle tarih öğretmenlerinden seçmiştir.

 Orhan Pamuk – Sessiz Ev – Tarihçi Faruk

Faruk, üniversitede çalışan bir tarih doçentidir.   Romanda Faruk'un üniversitedeki öğretim yaşantısından çok onun bir tarihçi olarak geçmişi imgelemi ve zihninde yeniden inşası anlatılmaktadır.  Bilim adamı olarak Gebze arşivindeki ferman, tapu kayıtları, mahkeme sicillerinin sağladığı yaşanmış geçmiş hikâyelerle "sisin arkasındaki kara parçasının" incelemektedir. Kendisinden önce " mesleğini seven ve cumhuriyetin ilk yıllarına özgü o bürokratik milliyetçilikle yanıp tutuşan bir lise tarih öğretmeni bunlara bir düzen vermeye çalışmış, hatta kendi hayat hikâyesinden ve Gebze'nin tarihsel yapılarıyla, ünlülerinden söz ettiği bir kitapçık yayımlamıştır. Bu bağlamda, II. Meşrutiyet sonrası Darülfünun'un Edebiyat Şubesi Tarih bölümünden mezun olan genç öğretmen adaylarının tarih öğretmeni oldukları yerin "yerel tarihlerini" ve bazılarının kendi otobiyografilerini de yazma girişimi içine girmeleri bir gerçektir.

Orhan Pamuk, bu romanında bir bilim adamı olarak tarihçi ile geçmişten kalmış bir vesika arasındaki ilişkiyi "yaşamışçasına" anlatır. Okuyucu, Osmanlı'nın ilk dönemlerinde İzmit'in adının "İznikmit" olduğu gibi çok ayrıntı bilgi ile bile satır aralarında bilgilendirilir. Faruk, arşivde okuduğu tarihi metinlerdeki Şeriyye Sicilleri'ndeki kahramanlarla empatik bir ilişki kurar. Faruk, bu haliyle Herbert Butterfield’in tarih hakkındaki görüşleri ile örtüşür:

" Sizler( tarihçiler), kişileri içerden görmeden oynadığı rolü bir aktör gibi hissetmediğinizde onların düşünceleri üzerine tekrar tekrar düşünmediğinizde, gözlemci rolünde değil de eylemi yapan konumunda olmağınızda, hikâyeyi doğru anlatamazsınız.”



Adalet Ağaoğlu -  Romantik bir Viyana Yazı -  Kâmil Kaya

Türk edebiyatında ele aldığı konular kadar, ele alış biçimi ve roman tekniği bakımından seçkin ve öncü bir yere sahip olan Adalet Ağaoğlu’nun Romantik Bir Viyana Yazı (2000) adlı romanı bu bağlamda örnek bir eserdir. Adalet Ağaoğlu kendiyle çok acıtıcı bir hesaplaşmanın sonucunda, kendi romanını kurmuş bir yazardır.  Ona göre, Türk romanıyla hesaplaşmanın yalnızca özle, anlattığıyla ilgili bir yönü yoktur.  Aynı zamanda yazılış biçimiyle, kurgusu, biçemi, roman kişileri, topluca roman diliyle ilgilidir. İnsana ve tarihe alaycı ve sorgulayıcı bir üslupla yaklaşırken birçok soruyu cevapsız ve olay örgüsünün ucunu açık bırakır.  Böylece hem anlatı kurgusuyla oynar, hem de yazılı tarihin gerçeklik olgusunu soruşturmuş olur. 

Romantik bir Viyana Yazı’nda bir tarih öğretmeni, kentler, her yıl tekrarlanan konular, öğretmenin anlattığı yerleri görme özlemi, anlatılanları dinleyen tip tip öğrencilerle karşımıza çıkar Adalet Ağaoğlu.  Romanı okudukça her tablo, her kişi, irdelenen her kavram sizi tarihi sorgulamaya iterken tarihsel olaylarla biçimlenen insanın “simgesel varlığını ” aramaya sürükleniyorsunuz.  

Verilen bilgilere göre, Kâmil Kaya 25 yaşında 1953 yılında göreve başlamıştır. Kendini romantik bir tarih öğretmeni olarak tanımlar. Tarih anlatmanın yanı sıra edebiyatla da ilgilenen biridir. Şiir yazmayı sever. Daha ilk dersinde Kâmil Kaya'nın eş zamanlı bir tarih anlayışını benimsediği görülmektedir. Yani, bir yandan Türklerin İslamiyet'e geçişlerini ve Osmanlı devletinin kuruluşunu anlatırken, diğer yandan Avrupa'nın ve dünya'nın durumunu göz önüne getirmektedir. Öğrencilerin bilmedikleri kavramları açıklamakta, edebiyat metinlerine (şiirlere) göndermeler yapmaktadır.

Kâmil Kaya: “ Avrupa haritasını göndermediler,” diye inleyen bir tarih öğretmenidir. Tarihi görsel malzemeler ile öğretiminin önemini şu cümlelerle vurgular:

" Yalnız haritalar mı kardeşler, elimizin altında şöyle bol bol gravür, resimler, fotoğraflar falan olmalı. Mısır dedik mi Allahım, ben size Firavun mezarlarını, Bizans dedik mi Ayasofya'yı her yanıyla gösterebilmeliyim. Selçuklu deyince köprüleri, kervansarayları... Bakın işte, tarih kitabınızda Selçuklu İmparatorluğu diye bir şey çizilmiştir, ancak koskoca imparatorluk neyle çevrili, bu yok. Bir iki nehir, bir iki göl resm edilmiş, o kadar. Bunlar dışında ne yaylalardan, ne dağlardan haber var. Bilhassa komşular, hiç. Ne yazıyor şurada okunmuyor bile. İmparatorluk diye gözümüzde canlanan mücerret, yani soyut kocaman bir boşluk. Bu imparatorluğun hiç mi bölgeleri, şehirleri yoktur. İsfahan nerede biter, Hamedan nerede başlar, değil mi ya?..."

Kâmil Kaya'nın bu cümleleri o günün tarih öğretmenlerinin tarih kitaplarındaki resimlerin ve haritaların ilkelliği hakkındaki şikâyetlerine tercüman olur. Kâmil Kaya harita yokluğunun bir çaresini bulmuştur. Tahtaya bölgenin haritasını eliyle çizer ve öğrencilerden düşleriyle bu çizgilerin içlerini doldurmasını ister.  Kâmil Bey, yerel tarihten yola çıkarak ülke ve dünya tarihini anlatan bir öğretmendir. Bu konuda kendini şöyle ifade eder:

" Ayıp ayıp insan doğduğu, hem de doyduğu yerin
tarihini bilmezse ne memleketin ne dünyanın tarihini bilebilir?"


Kâmil Bey, tarihi, coğrafya ve edebiyat ile ilişki kurarak işler.  Kastamonu Lisesi II. sınıf öğrencilere kentin tarihini sorarak, önce kentin müze ve tarihi yerleri gibi yaşadıkları topraklar ile ilgilenmelerini sağlar.  Ona göre tarihle insan hayatı birbirine benzer.  Onun için, insan hayatını en iyi anlatan, açığa çıkaran edebiyatla toplumların hayatın aydınlatan tarih arasında sıkı bir bağ olduğunu düşünür. 

Önümüzde sürekli akan, değişen bir hayat vardır.  Tarihte ise hep olduğu gibi duran bir geçmiş tarih… Ve biz tarihi yorumlarken hep şimdinin bakış açısıyla bakıyoruz.  Bu bakış açısı bizi köreltir.  Tarihe akıp geçen, değişen bugünün aynasından bakmalıyız.  Çünkü tarih, sanıldığı gibi ölü değildir. Canlı bir şeydir.  Sanki bir insanı anlatır gibi, tarihin anlatılması gerektiğine inanır.  Çünkü insanlar tarafından yapılmıştır. (s.90-91) 

Kâmil Kaya resmî tarihten çok özel hayatlar arkasında koşar. İnsanlığın ortak bilincinin uyanması için tarihe tek yanlı değil çift yanlı bakılması gerektiğine inanır.
Viyana kapısı dedik mi,yeniçerilerin tak tak vuran şahdamarı da,Viyana kalesi içinde sersefil yatan gariplerin küt küt atan yürecikleri de… genç kızların yarım kalmış çehiz kanaviçeleri,bağ bozumlarında damağa vuran şıranın tadı,savaş tarlalarında açan kiraz ağaçlarının çiçekleri de akılda olmalıdır. ”

İlk öğrencilerinden Yusuf’un halası, Kâmil Öğretmen’in şiirlerini radyodan dinledikten sonra Kamil Öğretmen’e, “Hayalci Hoca” lakabını takar. Bütün öğretmenliği boyunca lakabı değişmez. Kâmil Öğretmen lakabından dolayı rahatsız olmaz. Çünkü “hayalsiz tarihin olmayacağını” söyler. Ona göre tarih ezberlemektense, o tarihi ete kemiğe büründürmeliyiz.
“Ey tarih, ey tarih, seni tarih kitaplarından, tarih öğretmenlerinden çok, o tarihi yaşayanların taşa, kâğıda, kile, tuğlaya, boyaya, çizgiye döktüklerinden sorsunlar.  Konakladıkları hanlardan, içinde yıkandıkları ırmaklardan ve hamamlardan, yedikleri kaplardan, içtikleri kâselerden, giyip çıkardıklarından sorsunlar.  Araç ve gereçlerden, onları ne biçimde kullandıklarından ve kadınların elişlerinden sorsunlar; yaktıkları kandillerden, baş koydukları yastıklardan, döktükleri gözyaşlarından sorsunlar…”
Hayatla edebiyat arasında sık bir bağ vardır.  Örneğin hayal-düş-rüya-ütopoya üstüne soru sormalarını ister öğrencilerinden.  Bu soruyu yanıtlamak için edebiyattan, resimden ve hayattan örnek vermelerini ister. Tarihi insan hayatlarıyla düşünmek, onların sevinçleri, kederleriyle hayal etmek onu heyecanlandırır. Bir imparatorluğun kuruluşu, çöküşü ya da savaşları, saraylar, kaleler, deniz savaşları gözünde bütün bu olaylar olurken insanların yiyip içtikleri, yatıp kalktıkları halleriyle canlandır.  Düğünleri, cenazeleri, insan ilişkileriyle… Kraliçe Elizabet, der demez örneğin, yanından biri ipek etekliğinin hışırtıları ve hatta birazcık koltukaltlarının ter kokusuyla geçiverir.
Kâmil Öğretmen, atandığı illerdeki ilk dersinde, o ilin tarihini anlatır. Böylece kitap bazı illerin tarihini öğrenmemizi sağlar. Kastamonu ilinin tarihini anlatırken, bir yandan da bizim şapka devrimini öğreniriz. Kırşeşhir’e tayin olduğunda, öğrencilere kentin bir zamanlar adının Gülşehri de denilmiş olduğunu öğreniriz.  (Kim bilir, ya gülleri boldu, ya insanlar böylece bir özlemlerini dile getirmek istedi.  Yüzü gülen, güllerle bezeli bir şehir hayal ettiler belki. )  Böylece öğrencilere bir ad için bile birkaç türlü olasılık olduğunu göstermiş olur.
Kâmil Öğretmen Kütahya’dan ayrılırken Kütahya kent haritasını çizip sınıfına hediye eder. Kent kütüphanesinin rengini, keder ve yalnızlık rengi olan griye boyar. Öğrencilerini kütüphaneye gitmeleri için teşvik eder. Kütahya’daki son dersinde Asaf isimli öğrencisi, su kabağı üstüne yerküreyi işleyip getirir. Kamil Öğretmen bu duruma çok duygulanır.
Öğrencilerine sorduğu en can alıcı sorulardan biri tarihin ne için öğrenildiğidir.  Tarihe kendisini o kadar adamıştır ki, gündüz anlattığı tarihi gece hayal etmeden uyumadığını şu sözleriyle anlatır:
 “Geceleri yatağımda gözlerimi kapıyor, gündüzleri size anlattığım olayları asıl o zaman anlamlandırabiliyorum. Çünkü bu imparatorluğun kuruluşu, çöküşü ya da bilmem ne savaşı, saraylar, kaleler, deniz muharebeleri gözümde bütün bu olaylar olurken insanların yiyip içtikleri, yatıp kalktıkları halleriyle canlanıyor. Düğünleri, cenazeleri, insan ilişkileriyle… Kraliçe Elizabeth der demez mesela, yanımdan biri ipek etekliğinin hışırtılarıyla geçiveriyor… Gözümüzde canlandırmazsak, onu duymazsak tarihi nasıl anlayıp anlamlandıracağız? Kuru kuruya filan savaş şu tarihte başladı, şu tarihte bitti, demekle olur mu?”
Kâmil Öğretmen yirmi yıl aradan sonra ikinci kez Kütahya’ya tayin olur.  Şimdi elliyle altmış yaşları arasında, yaşamının orta durağındadır.  Kastomonu’dan Kütahya’ya yirmi yıl aradan sonra yaptığı bu ikinci yolculuk onun hayatının bir olgusu olarak kendi şahsi tarihine geçecektir. 
Kâmil Öğretmen meslek hayatı boyunca hemen hemen hep aynı tarihi olayları hep aynı biçimde anlattığının sıkıntısı yaşar.  Kentte kente sürülür, öğretmenlikten atılır,  çıkan af yasası ile tekrar öğretmenliğe döner, zaman içinde öğrencileri değişir ama o mesleğinde hep aynı konuları tekrar tekrar işlemektedir.  Oysa hayalinde o anlattığı yerleri görme özlemiyle yanıp tutuşur.
Ayrıca barok dönemin müziğine, resmine özel bir merakı vardır.  Barok kentler, o tuhaf tantanalı hayatlar ilgisini çeker. Viyana’ya hep gitmek istemiş, ancak öğretmenliği devam ettiği süre içerisinde gidememiştir.  İçinde kopan, şiddetli bir fırtına, bir depremdir sanki.  Ansızın kendini görür.  Otuz yedi yıldır Bizans, Venedik, Avusturya-Macaristan, Roma-Cermen, Hotin-Budin, Viyana yine Viyana diye anlatıp duran, kafasından sürekli kaleler, kuleler, kiliseler, katedraller, saraylar, nehirler ve denizler geçen, ama benliğini kuşatan sınırların üç adım ötesine geçememiş olan kendini görür. (s.105) Bu özlemini şu sözleriyle dile getirir:
Viyana… Oralara gitmeliyim, elimi saray duvarlarına sürmeliyim, eski alanlarda durmalı, daracık taş döşeli sokaklarında gezinmeliyim. Çok ayıbıma gidiyor, bir tarih öğretmeni kırk yıl aynı kentlerin, yolların, ülkelerin serüvenini anlatsın da, oralara ayak basmasın!”
Öğretmenliği boyunca haritaları eliyle çizmiştir. Yunus isimli bir öğrencisi Kamil Öğretmen’e harita çizme işinde çok yardım etmiştir. Bakanlıktan materyal (harita, yerküre vb.) istemekten asla bıkmamış, bakanlık her seferinde bu isteklerini yerine getireceklerini söylemiş, ancak hiçbir zaman Kamil Öğretmen’in isteklerini yerine getirmemiştir.
Otuz yıl öğretmenliğinden sonra, öğrencilerine bir şeyler veremediğini düşünmeye başlar. Yıllar içinde oluşan bir kültürel aşınma vardır.  Gençlerin dünyası da değişmiştir.  Şimdiki öğrencileri anlattıklarını hayal dünyasından dinlerken, o da gençleri anlamakta zorlanır.  Artık yaşamının bu dönemini kapamak zorundadır. Okuttuğu derslerin kentlerini gezmeyi hep arzulamıştır.  Bu arzusunu Venedik, Floransa, Milano ve İstanbul olarak düzenlenen bir tura katılmakla gerçekleştirir.  Böylece yıllarca anlattığı, hayalini kurduğu kentleri de görebilecektir.  Gezide her şeyi daha iyi görür. Çağları, imparatorlukları, Haçlı Seferleri’ni, kuşatılan kentleri, insan ruhlarını, alınan kaleleri, yıkılan kuleleri, kurulan cumhuriyetleri… Kafka’yı da daha iyi görür, Milena’yı da.  Garları, taşra istasyonlarını, vilayetleri, parçalanışları, dağılışları, bozgunları, kendini daha iyi görür.
Gezi boyunca tarihin kokusunu arar.  Kentlerin duvarlarında o duvarları ağır taşlarla ören işçileri, kireç kuyularına düşmüş amelelerin hatırasını arar.  Tarih savaşlarında yaralananları,  ölenleri, iktidar hırsı ile boğdurulan sultanların izini arar. Tarihe tekil insan açısından yaklaşarak onda kaybolmuş kan ve gözyaşı "kokusunu" arar ama bulamaz. Çünkü tarihin kokusu yoktur.  Tarihin gölgesinde kalmış küçük, tekil acıların tarih tarafından yutulduğunu söyler. Üstelik bu acıların üstünün kapatıldığını, tarihin bu tortuları yok ettiğini, böyle olunca da sahiliğini yitirdiğini; romantik ile roman-tik'in hayal gücü ve yazı aracılığıyla el ele vererek tarihi yeniden keşfetmemiz gerektiğini ima eder.
Ağaoğlu için, tarihin kokusuzluğunu yani duyarsızlığını ya da insansızlığını sürdürdüğü, edebiyat ve romanın gitgide insana iyice yabancılaştığından yakınır.  Edebiyatı çıkış yolu olarak görür. 
Bu duruma işaret eden anlatıcı- yazar, "roman öldü" fikri için ise şöyle der:

Bir de roman öldü, diyorlar. Ölmek kolay mı? Roman, arkasında kocaman ayısı, küçücük merkebi, elinde defiyle ortalıkta dolanıp durmakta, çalıp oynamaktadır… Olsa olsa ne olmuş olabilir? Eskilerin enine boyuna, ağırsıklet "tik" romanları, bir yanda zurna-tef, öte yanda çeşit çeşit cinayet girişimciliğinin yol açtığı yırtıcı çığlıklar, bela ve şeytan kovucu tam tam, zom zom'lar nedeniyle 'stres olup' 'tike yakalanmış,' roman-tik bir hal almıştır." (s. 231)
Yazar, romanın öğretmen karakteri Kâmil Kaya aracılığıyla yerel tarihin önemini kavratmaya çalışır. Öğretmen, romanda yerel tarihten yola çıkarak ülke ve dünya tarihini anlatırken, çocukların ve gençlerin ayaklarının bastığı yörelerinin tarihini mutlaka bilmeleri gerektiğini vurgular. Adalet Ağaoğlu romanını bu görüş üzerine temellendirir.  Olaylar hayalden somuta, anlatıdan yaşanmışlığa, romandan hayata doğru bir akış içinde anlatılır.  Yazarın yazma süreci de üst kurmaca olarak romanın hayat yanını oluşturur.  Yazılan metin yani yazarın yazdıkları Romantik bir Viyana Yazı”nın kurgu yanını oluşturur.  Başlangıçta birbirinden ayrı yürüyen bu çizgiler yazarın Viyana’da kır kahvesinde öğrencisi Asaf’la karşılaşmasından sonra (IV.bölüm,Hayatın Kumarı) birbirine geçer ve artık roman ile hayatın ayrılığından söz etmek imkânsız olur.


Romantik bir Viyana Yazı, hayatın, tarihin ve roman sanatının sorgulandığı bir roman olarak okuru sarsarken  hayatın zenginliğini öne çıkarır. Deneyci, arayış bir yaklaşımla yazarın romanını yazmaya çalışırken (ba-rok oh-huhh ile başlayan çarpıcı cümleleri ile roman yazmanın sancısı vurgulanır. Yazar bu tıkanıklığı ancak hayatın içinde giderecektir.  Hayatın Kumarı  başlığını taşıyan bölümde hayatın bir kumar olduğu görüşü sıkça vurgulanır. Bir kumar olduğu için ne zaman ne getireceği belli olmayan hayat daima romandan zengindir.

Hayatta her şey dağınık ve kopuk bir biçimde bulunur ; romansa sonucu ve bağlamları çoktan belirlenmiş bir kompozisyondur.  Onda her şey daha başlangıçtan belli bir sonuç için seçmeci bir tavırla düzenlenmiştir.
Romanın hayattan en büyük farkı bu seçmeci tavrıdır.

Adalet Ağaoğlu bir söyleşisinde romana bakış açısını şöyle açıklar : 

Roman (oyun da), zamanın tek çizgide aktığı, tek fikir, tek izlekle kurulamaz.  Ya da şöyle söyleyeyim :  Geldiğimiz bilinç düzeyi toplumsal bilnci aşar, onunla çatışır.  O zaman birçok izlek birbirinde birbiriyle yankılanarak yer alır.  Böyle olunca di ive tekniği de değişkenleriyle bulmak zorunda kalıyorsunuz.  Aslolan, bundan kaçınmamak. Böylece, bir kere « roman yazmakla yetersiz görünen » Türkçenin, sanıldılğlından olanaklı bulunduğunu öğreniyorsunuz.  Önerilebilir teknikler, deyiş biçimleri buluyor, hatta bunların benimsendiğine tanık oluyorsunuz.  Çokseslilik sağlıyorsunuz.  Anlatıyı geldi-gitti’nin, mıştı-mişti’nin ilkel, tekdüze, tektelli halinden kurtarabiliyorsunuz."

Adalet Ağaoğlu yaşamdan yola çıkıp, tarihteki değişik dönemdeki çağları metinlerarası göndermelerle örüyor.  Yazara göre tarih çözemediğimiz bir bilmecedir ve bu bilmecenin gerisinde yatan gerçeğin bulunmasına ancak değişik bakış açılarıyla bakarak erişebiliriz.  Simgesel alan, bir düş alanıdır.  Her tarih çalışması altta örgü dokusuyla üste metinsel okuma içerisinde, bir uç yerini bir başka bir uca bırakmasıyla, okurun tarihe değişik açılardan bakması sağlanır.  Bu çaba, yaşamla tarihin, düşle gerçeğin birbirine karışmasıdır.  Bir araya getirilen farklı tarihsel dönemler düz bir tarih düşüncesini siler, böylece çok boyutlu bir tarih düşüncesine erişilir.

Adalet Ağoğlu romandan yaşanmışlığa, düşten gerçeğe,doğu kültüründen batı kültürüne gelgitlerle bir anlatı evreni oluşturuyor. Francoise Giroud’un eseri "Alma Mahler ve Sevme Sanatı"ndan Graham Greene’in " Üçüncü Adam" filmine, Kafka’dan Milena’ya, Stefan Zweig’den Wergel’e, Gustav Klimp’ten Cannetti’ye, Gottfried Benn’den Burghard’a, Strauss’a metinlerarası göndermelerle bir okuma yolculuğu sunuyor.  Yazarın da ifade ettiği gibi, " Bazı yolculuklar böyledir.  Bizi büyüler ve sınırın " öte yanı"na, orbidin dışına kadar sürer gider ; ondan sonra da artık hep sürer. "



Raşel Rakella Asal
20 Kasım 2013




Kaynakça
1.  Dilek Yalçın-Çelik, Yeni Tarihselcilik Kuramı ve Türk Edebiyatında Postmodern Tarih Romanları, Akçağ yayınları, Ankara 2005
2.  Semih Gümüş, Yazının ve Tarihin Bilinci, Can yayınları, Eylül 2012
3.  Nazan Bekiroğlu- Romantik Bir Viyana Yazı –www.kadinlarkulubu.com
4.  Mustafa Zeki Çıraklı – Romantik ya da Roman-tik: Adalet Ağaoğlu’nun Bir Viyana Yazı’nda çok katmanlı anlatım, Tarih ve İroni - mzekicirakli.blogspot.com/2008/.../romantik-ya-da-roman-tik-adalet.htm
5.  Yrd. Doç. Dr. Kemal Erol - Tarih - Edebiyat İlişkisi ve Tarihî Romanların Tarih Öğretimine Katkısı (jllesite.org/sayilar/1(2)/erol.pdf
6.  Bahri Ata - Türk romanında tarih öğretmeni tipolojisi –www.egitim.aku.edu.tr/bata07.htm
Paylaşılan yayına bak7.   Kaplan, Mehmet- Öğretmenler ve Memurlar Romancısı Reşat Nuri Güntekin, İstanbul, 1982

8. Anların Uzun Soluklu Yazarı, Adalet Ağaoğlu, Tuyap İstanbul Kitap Fuarı, TÜYAP yayını, 1994 – Hazırlayan Alpay Kabacalı


9. Adalet Ağaoğlu, Romantik bir Viyana Yazı, İş Bankası Yayınları, 2007, l4. baskı

Sen bana güveniyorsun ha?


Toprağı sahiplenme içgüdüsü tüm canlılarda rastlanan bir özelliktir. Hele memeliler söz konusu olunca, özellikle erkeğin üreme ve yaşama alanını garanti altına alma arzusunun tavan yaptığını görürüz.  Hayvanlarda bu sahiplenme genellikle cinsel ilişkiye girmeden gerçekleşir. Karada yaşayan hayvanların en temel özelliklerinden birisi, kendisini kendisine ait bir yerde, evinde hissetme zorunluluğudur.  Önce kendine bir yer bulur, o yeri işaretleyerek koruma altına alır.  Mülkü sahiplenen erkek, çiftleşebileceği dişiye kur yaparak onu bu alanın içine çekmeye çalışır.  İyice belirlenen ve kokulu salgıların yayılması ile işaretlenen sınırlar erkek tarafından koruma altına alınır.  Genellikle komşular da bu sınırlara saygı gösterirler. Her erkek kendi sınırları içinde üstünlüğünü gösterirken, komşularının da kendi sınırları içinde egemenliğine saygı göstermelerini ister.  Tam bir “her horoz kendi çöplüğünde öter” durumu söz konusudur.  Kesin çizgilerle belirlenmiş bu sınırlar psikolojik olarak üstünlük sağlanmasına da yol açar.  Kendi sınırlarını ihlal eden bir yabacıya karşı erkek doğal olarak bir düşmanlık besler. 
Öte yandan bireyler arasındaki ilişkilerin de sınırlarının çizili olduğu psikologlar tarafından belirtilir.  Her insanın bir kişisel sınırı vardır ve bu sınır karşıdaki bireyle girilecek ilişkiye göre değişkenlik gösterir. Karı koca ilişkisinin yaşanmaya başlamasıyla aralarında bir hukuk oluşur.  Çiftleşme ve yavruları büyütme alanının belirlenmesi hukuksal bir çerçevede gerçekleşir. 
Yerleşik düzene geçen insan, yaşam biçimini farklı ihtiyaçlarına göre şekillendirdi.  Bu şekillenme beraberinde yeni kısıtlamaları da getirdi.  Bu aslında kişisel özgürlüklerin sınırlanması, dizginlenmesi ve ortak bir asgari müşterek bulma çabası idi.  Konulan sınırlamalar, yasaklar ve sınırlar bilinçdışındaki karanlık yarığın daha da büyümesine neden oldu.  Kültürleşen insan doğasından da uzaklaştı.  Bilinçli yaşam bilinçdışı mekanizmayı körükleyen bir ateşleme sistemi gibiydi.  Topluma getirdiği düzenlemeler toplumsal yasaklamalar ve sınırlamalar içerdiği için bilinçdışının zenginleşmesine neden oldu.  Özellikle kadın-erkek ilişkileri temel allındı, cinsellik, mülkiyet ve ahlak gibi konular her defasında yeniden yeniden yorumlandı, yeni yasaklar ve sınırlamalar getirildi.  Bilincin yasaklarından ve getirdiği sınırlamalardan beslenen bilinçdışı her seferinde daha da besili bir hale geldi.
Düşünce, duygu, olay ve hayalleri güzel ve etkili bir biçimde anlatan edebiyat sanatı,
hayatın her alanını olduğu gibi, cinsel duygulanımları, cinsel istek ve tutkuları ve cinsel
eylemi de yapıtlarında işlemiştir. Erotizm, sadece bedensel bir eyleme ve kaba saba anlatıma
indirgenmediğinde kadın-erkek ilişkileri açısından her dönemde edebiyatın ana konularından
biri olma özelliğini sürdürecektir.

Cinsellik, açık saçıklık konusundaki anlayışlar toplumdan topluma, çağdan çağa
toplumsal gelişime koşut olarak değişmekte, bir toplumda, bir çağda sıkı sıkıya sarıldığımız
değerler alt üst olabilmektedir. Günümüz insanı için hiç de açık saçık sayılmayan
Decameron öykülerinin yazıldıkları dönemde büyük tepkilerle karşılanmaları bunun kanıtıdır. Erotik edebiyatta kalıcı olabilmenin koşulu, gerçekliğin sanatsal bir biçimde sunulabilmesidir.

Bu günlerde Arthur Schnitzler’den okuduğum “Rüya” evlilik ilişkisine odaklanıyor.
Arthur Schnitzler da ciddi anlamda rüya analizlerine Freud’ la başlamış. Freud gibi, o da, bastırılan cinsellik ve saldırganlık dürtülerinin kendilerini rüyalarda ifade ettiğini, ancak bu ifadenin açıkça olmayıp, rüyalarda sembollerle olduğunu savunuyor. Bir rüyayı ve bu rüya aracılığıyla da sadakati ve varoluşu sorgulayan, fantastik öğeler taşıyan Stanley Kubrick’in “Gözleri Tamamen Kapalı” filmini Psikanalist Arthur Schnitzler’in 1926 yılında yayımlamış olduğu “Traumnovelle” (Dream Novel ) isimli eserinden uyarlamış. Kubrick’in konusundan faydalandığı roman l9.yüzyıl sonu Viyana’sında geçiyor.  Film 20. yüzyılın kapandığı bir dönemde, (New York) yaşayan, orta sınıf bir burjuva bireyin, “sosyete” doktoru Bill’in kimliğinde) yaşamaya çalıştığı fantezi bir dünyada cinsellik üzerine bir çalışma. Kubrick bu filminde toplumsal dokunun içine girmiş, aile kavramının kutsallığını ya da günümüz ailesinin ahlaki değerlerini sorgulamış. Olaylar ilerlerken, doruk noktasına yaklaşmışken, karakterlerin iç dünyasını yaşamaya başlıyoruz.  Aldatma, cinsellik, sadakat, psikanalizle iç içe bir dünyaya adım atıyoruz.

Film boyunca Bill’in bilinçaltına, rüyasına ait süreçler karşımıza geliyor.
Gerek Traumnovelle (Rüya Romanı)nda gerek Eyes Wide Shut (Gözleri Tamamen Kapalı) da izlediklerimizin ne kadarı temel karakterlerin gerçek yaşamı, ne kadarı rüyaları tam olarak bilemiyoruz.  Romanın adının “Rüya” olması daha ilk başta olay örgüsünün bir rüya olarak kurgulandığını düşündürüyor. Bireyin, simgesel evrende ifade edilemeyen, bastırılan içgüdülerinin gerçeğine yaklaşıyoruz.  Filmi, Bill’in rüyası olarak düşünürsek düzenli bir anlatıdan çok,  sıkı sıkıya örülmüş üç ana bölümden New York’ta birbirini izleyen üç geceden oluşuyor.

Tom Cruise filmde Dr. William ‘Bill’ Harford, Nicole Kidman da Alice Harford karakterleriyle başrollerdedir. Alice Harford, eşinin kendisini kıskanmadığı düşüncesiyle bir gece gizlediği cinsel arzularını paylaşır. Alice kocasının ona duyduğu aşırı güvenden şiddetle rahatsızdır. Birlikte marihuana çektikleri bir gece yakışıklı denizci ile yatma fantezisini dile getirir. Alice’in itirafinın sertliği Bill’i çileden çıkarır. Alice şöyle der: “Sen bana güveniyorsun ha? O zaman tam bir körsün, “O adam beni bir an için bile isteseydi; seni, çocuğumuzu ve hatta kendi geleceğimi bile feda edebilirdim…”. O güne dek karısını aldatmayı aklına bile getirmeyen Bill, bu itirafın ardından sıra dışı ihanet arayışlarına girip tam bir kâbus yaşar.

Dr.Harford, karısının başka bir adama karşı hissettiği cinsel arzularını öğrendikten sonra, bu arzularıyla ilgili rüyalar görmeye başlar. Evlilik, cinsellik, sadakat sorgulaması burada başlar. Bill öncelikle bir hayat kadınıyla beraber olmaktan son anda vazgeçer. Daha sonra bir arkadaşı aracılığıyla katıldığı “gizli bir örgüt”ün ayinine katılır. Bu ayin aynı zamanda örgütün seks partisidir. Bu sahne, sinema tarihinin en iyi sahnelerinden kabul edilir. Cinsellik, insanoğlunun temel içgüdüsü olarak bu sahnede tüm albenisiyle sunulmuştur.  Ayin sırasında  takılan maskeler kişilerin kendileri olmaktan çok sadece birer simge, birer obje olduğunu bize hatırlatır. Bill, eve gittiğinde Alice’le yaşadıklarını paylaştığında, Alice’de ona rüyasını anlatır. Tam bu noktada filmde hangi sahnenin rüya hangi sahnenin gerçek olduğu konusunda bir şüpheye düşülür çünkü Alice rüyasında Bill’in yaşadıklarını görmüştür. Yani, Bill aynı zamanda Alice’in rüyasındadır. Filmde genel olarak gerçek ve gerçekdışılığın savaşı izlenmektedir. Filmdeki rüya kavramı en iyi şekilde Alice’in şu sözlerinde görülür : “ Maybe we should be greatful.. that we’ve managed to survive through all of our adventures, whether they were real or only a dream.” (Tüm bu serüvenler, ister gerçek ister rüya olsa da, tüm bu yaşadıklarımızdan sonra tekrar kendimiz olduğumuz için minnettar olmalıyız.)

İnsan ruhunun anlaşılmaz karanlık yanları filmde ısrarla vurgulanır. Bill’in karısına duyduğu bağlılık, oynadığı iyi aile babası rolü, bir fahişenin şehvetli davetiyle paramparça olur. Kendi duyguları ve ihtiraslarının karşısında insanoğlu açıkça acizdir. 
“Gözleri Tamamen Kapalı”ve “Rüya Roman” genel olarak birbirlerine benzer kurguda ele alınmışlar.  “Rüya Roman”aynı tema üzerine örülmüşse de iki yapıt “cinsellik” temasını ayrı şekilde ele alır. “Rüya Roman”da Fridolin kendi yarattığı bir dünyanın peşinden gider.  Her sahnede onu deli bir âşık olarak görürüz. Bu cinsel ihtirası onu endişelendirse de, kendiliğinden ortaya çıkmaktadırlar. Tıpkı her insanda olduğu gibi. “Gözler Tamamen Kapalı”da bu cinsel dürtüler bize yabancı, bizim dışımızda gelişen, kötü niyetli arzularımızdır. Özellikle Bill’in içinde devinen cinselliği onu zayıflatan bir tehdit alanıdır. “Rüya” kendiliğinden gelişen bir kurgu içinde örülmüş olması, yavaş yavaş okuru simgesel bir görüntü alanına çekiyor.  Bu görüntü akıldan çıkmayan, sıra dışı ve öyle rastlantısaldır ki, artık gerçek bir dünyanın içinde yer almadığımızı anlarız.  Bu formatı içinde Schnitzler’in “Rüya”sı  bir rüyanın tüm görüntülerini içinde barındırıyor. Bu rüyada olaylar anında yaşanır, insanlar çabucak belirir ve kaybolurlar.  Görüntüler sisli, pusludur.  Kararlar bilinemeyen bir güdü ile çarçabuk ve dikkatsizce alınırlar. Böylece ürkütücü bir mekânın içinde geziniriz. Okur olarak rüyadan uyanmayı arzulasak da bu hiç gerçekleşmez.
Schnitzler’in “Rüya”sı Binbir Gece Masallarından bir hikâye ile başlar.  Fridolin ve Albertine çiftinin kızları 1001 Gece Masallarından bir pasaj okumaktadır.  “Yirmi dört esmer köle, Prens Amgiad’ı halifenin sarayına götüren muhteşem kadırgada kürek çekiyordu…”diye okumasını sesli okuyan küçük kızın aniden gözleri kapanır.  Ebeveynleri birbirine gülümseyerek bakışırlar, çocuğun uyku vakti gelmiştir.  Çocuk odasına yatmaya gider, Fridolin ile Albertine, yalnız kalınca, akşam yemeğinden önce başladıkları, önceki gece
gittikleri maskeli baloda yaşananlar hakkındaki sohbetlerine devam ederler. Böylece ilk sayfadan “uyku” , “1001 gece masalları”  ve “maskeli balo” üzerinden bir gizemli bir yolculuğa doğru yol alacağımızın bilgisi okura verilmiş olur.

1001 Gece Masalları bizi gizemli, sınırsız hayal gücünün yer aldığı, hiç var olmayan, bir
âleme götürür.  Bu âlem mistisizm ve ahlaki normların geçerli olmadığı bir dünyadır.  Esrarengizdir.  Doğunun gizemli, şehvet içeren Prens Amgiad’ın dünyasına adım atmış oluruz.  Bu gizemli masalın öyküsü şöyledir.  Prens Amgiad ve Prens Assad aynı kralın iki ayrı anadan doğmuş oğullarıdır.  Amgiad’in annesi Prens Assad’a âşık olmuştur, Prens Assad’ınki de Prens Amgiad’a.  Bu noktada ana sevgisinden söz edilemez, bu aşk şehvet içeren cinsel bir aşktır. Prensler, annelerinin bu duygularına karşı koyunca kadınlar kralı çocukların onlara kur yaptıklarını söyleyerek oğullarını kralın gözünden düşürürler.  Kral oğullarının krallığından kovulmalarını emreder. Masal prenslerin değişik serüvenlerinden sonra oğulların evlenip babalarının yanına gelmeleri ve ailenin barışmasıyla biter. Masalda iki prensin olması Fridolin karakterinin iki yüzüne, onun duygusal ve mantık yönüne, gönderme yapar:  Fridolin etrafındaki kadınlar arasında ve kadınların etkisi altında kendini zayıf hisseder, hiç bir şekilde iradesine hâkim olamaz.

Çocukları yatmaya gidip hiçbir yerden bir rahatsızlık beklentisi olmayınca önceki gece katıldıkları maskeli baloda yaşananlar hakkındaki sohbetlerine devam ederler. Balonun karanlık suretleri yeniden gerçekliğe kavuşur.  Yaşadıkları kayda değmez şeyler bir anda, kaçırılmış fırsatların aldatıcılığıyla büyülü ve ıstıraplı bir hale bürünür.  Zararsız ama pusuda bekleyen sorular, hınzırca, müphem sorular dolaşır aralarında. Fakat sonra, geçen gecenin sudan maceraları hakkındaki hafif gevezelikten sonra, en duru ruha bile bulanık ve tehlikeli girdaplar sokabilecek o gizli, hemen hemen hiç sezilmeyen arzulara dalarlar.  Maskeli baloda  da olsalar, bir defalığına savrulabilecekleri gizli bölgelerden söz ederler. Zira duygularında birbirlerine ait olsalar da biliyorlardır ki katıldıkları maskeli balo kendilerine macera, özgürlük ve tehlike alanı açmıştır.  Bu sohbet kendilerine acı verircesine, saf olmayan bir merakla birbirlerinden itiraf koparmaya yaklaşır.  Ne kadar önemsiz de olsa bir gerçeği, ne kadar sudan da olsa söylenemeyeni ifade etmeye zorlar onları.  Bu sohbet gittikçe dayanılmaz olmaya başlayan bir itimatsızlık alanı da açar aralarına.  İkisinden daha sabırsızı, daha dürüstü ve daha iyi niyetlisi Albertine olur.  Açık konuşmaya cesaret ederek geçen yaz Danimarka sahilinde bir akşam iki subayla komşu masada oturan, akşam yemeği esnasında gördükleri bir adamı hatırlayıp hatırlamadığını sorar kocasına.  Fridolin başını sallayarak hatırladığını belirtir.  Albertine böylece itirafına başlar.  O sabah o adamın Albertine’i kaçamak bakışlarla süzdüğünü, bakıştıklarını ve hiç olmadığı kadar heyecanlandığını, tüm günü o adama ait hülyalara dalmış halde geçirdiğini, onu çağırmış olsa ona karşı koyamayacağını, kendini her şeye hazır hissettiğini; kocasını, çocuğunu, geleceğini feda etmeye kendini neredeyse kararlı hissettiğini ifade eder. Sözünü söyle bitirir: “…ama aynı anda –bilmem, anlayacak mısın? –benim için her zamankinden daha kıymetli oldun.”  Albertine’in itirafından sonra sohbet o gün Fridolin’in yaşadıklarıyla devam eder. O sabah, Albertine daha henüz uykudan kalkmadan önce Fridolin de sahil boyunca yürümüş karşısına on beşinde gencecik bir kız çıkmıştır. Kızla karşı karşıya kalırlar, belki on saniye.  Gayri ihtiyarı kollarını ona açar, kızın bakışında neşe vardır. Ama birden kız oradan uzaklaşmasını emredercesine bir işaret yapar.  Çocuk gözlerine bir rica, bir yalvarış belirir.  Fridolin’in gitmekten başka çaresi kalmaz.  O son bakışının ardında o ana dek yaşadığı her şeyi aşan, bayılacakmış gibi olduğu bir duygulanım yaşamıştır. Bu sohbet çiftin birbirlerine böyle yaşadıkları olayları hemen anlatacaklarına dair söz vermeleriyle sonlanır.

Sahneler birbirini izler.  Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir.  Rüyadan rüyaya birlikte sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu; karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik duygusu verilir.  Tedirgin ve sıkıntı içinde olan biteni izleriz.  Fridolin’in sıkıntısı kendi kendine yarılan benliğinin içimizdeki yankısıdır…boşluğun açığa çıkmasıdır.  Aşırılıklar, ölçüsüzlükler ve dengesizliklerin dünyasındayızdır. 

Rüyalarımız bilinçaltımızın aynasıdır. Rüyalarımızda hiç hoşumuza gitmeyen, yadırgadığımız görüntülere şahit oluruz.  Bu görüntüler karşısında ürperir, iç benliğimiz tüm çıplaklığı ile serilir gözlerimizin önünde. Bizi kemiren, ne olduklarını pek anlamadığımız bu görüntüler karşısında rahatımızı bozmamak, keyfimizi kaçırmamak adına bu görüntüleri rafa kaldırırız. Üzerlerine fazla düşünmemeye çalışırız; sorun yokmuş gibi davranırız. Ya da bazen üstlerini örteriz, bastırırız onları.  Çünkü bize hayal gücümüzü baskı altında tutmayı ve reddetmeyi öğrettiler.  Rüyalarımızdan korkmayı öğrendik. Oysa rüyalarımız ve düşlerimiz ruhlarımızın öteki yüzüdür. Rüyalarımızda gördüğümüz tüm imgeler içimizde bastırılmış, inkâr edilmiş ya da tüm eğilimlerimizdir.  Bu görüntüler karşımıza gelince onları kabullenmekte zorlandığımız için “gözlerimizin tamamen kapalı” olduğunu söylüyor S. Kubrick.

Bill’in başlangıçta ışığa doğru ilerlediğini sanırız.  Sonra bu hedefsiz yürüyüşünden yorulur. Gitgide yumuşayan zemin artık onu taşımaz, açılır.  Güneşli bir sona götüren bir güzergâhı boş yere izlemeye çalışsa da, içindeki koyu karanlık genişler.  Bu esnada onu aydınlatacak hiçbir pırıltı olmaz.  Olmak istediği her şey, onu aydınlığa taşıyamamıştır.  Hayal kırıklığı içinde gömülmüştür.

Filmde ve filmin uyarlandığı romandaki anlatılan ritueller Dionysos ayinlerinde aynen gerçekleştirilen ayinlerdendir. Geçici bir süre de olsa her türlü hiyerarşik ilişkinin, imtiyazların, tabuların yıkıldığı bir zaman dilimidir.  Mevcut düzenin ve kanunların “baş aşağı” edildiği, “kralın uşak, uşağın kral olduğu” sınırlı bir zaman dilimi içinde özgürlüğün egemen olduğu bir gündelik-dışı yaşam alanıdır.

Gerek Arthur Schnitzler gerek 20. yüzyıl sonu sinemasına ayrı bir renk katmış olan Stanley Kubrick karnaval geleneği ile çağdaş film seti arasında göz kamaştıran zenginlikte, yaratıcı ve karmaşık metaforları ile özgün bir bireşimi harmanlayarak unutulmaz bir sahneyi sinema sanatına kazandırıyor. “Gözleri Tamamen Kapalı” bireyin yapmakta zorlandığı iç yolculuğunu anlatıyor. Bilinçdışına yapılan bir yolculukta olup bitenler, akla uygun gündelik yaşam diliyle tarif edilemezdi.  Ancak ruhun derinliklerindeki simgesel dil bu yolculuğu anlatma işlevine uygun düşerdi. Kubrick de Schnitzler da evlilik kurumunun çok ince ve hassas noktası olan eşlerin karşı cinse duydukları cinselliği sorgularken, evlilik bağının ne kadar pamuk ipliğine bağlı ve kırılgan olduğunun da altını çizmiş oluyorlar. 




Raşel Rakella Asal
24 Aralık, 2012


Kaynakça
Arthur Schnitzler, Rüya, Alakarga yayınları, Ekim 2012
İsmail Gezgin, Sanatın Mitolojisi, Sel yayınları, 2011
Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Metis yayınları, Mart 2011

Kutsaldır Vazife Her Şeyden Günden Kalanlar - Kazuo Ishiguro



Günden Kalanlar
’da İşiguro, İngiltere'de,  soyu tükenen 'butler' denen, frakı ve her türlü resmiyeti yerinde bir malikânenin baş uşağı olan kişinin anılarını anlatıyor. Duygularını disiplinli bir denetim altında tutan, onun için olmadığını bildiği şeye el uzatmayan, birtakım soyut şeref kodlarına karşı gevşemez yükümlülük bağları olan bir insan tipi canlandırılıyor.
Kişiliği, hiçbir zaman hayatın ve kaderin ona uygun gördüğü üniformanın içinden çıkmayan biridir Stevens. 

O baştan sona denetimli, kalıplı ses tonuyla kâhya Stevens bize öyküsünü aktarır.  Kendisi için önemli ve başka herkes için son derece sıkıcı ayrıntılar üstünde dura dura bize vazifesinin ne kadar önemli olduğunu anlatır.  Çünkü o her şeyden önce vazife aşkı ile donanmış biri olmasıyla kendinden ve yaptığı işten gurur duyar. Darlington malikânesinin uzun koridorlarında, geniş merdivenlerinde, boş odalarında, kilerinin karanlığında ve bahçelerinin yeşilliğinde konuştuğunu duyarız Stevens’ın. Bu ses biz kitabı okudukça bize eşlik edecektir.  Yaptığı işlerin ayrıntılarını bastıra bastıra anlatırken, bir süre sonra, asıl anlatılanın, efendisine vermiş olan hizmet aşkını Stevens’ın gözünde kendini nasıl saygın bir konuma taşıdığını anlarız.  İşiguro, Stevens’ın iç dünyasını bize aktarırken diyaloglar aracılığıyla yapmaz, daha çok bir iç monolog havasında - ama iç monologda 'bilinçlik akışı' tekniğine kaçmadan anlatır hikâyesini.  Stevens’ın sesi tekrarlar üzerine kuruludur. Kendi kendimizi bir fikre, bir hakikate, bir yalana inandırmaya çalıştığımızda yaptığımız gibi, aklındaki düşünceyi farklı biçimlerde yenden düşünmeyi sever Stevens.  Tıpkı bir asker komutan itaatkârlığındadır.  Verdiği emri, anladığından emin olmak için, bir kez daha tekrarlatan komutan gibi, komutun tam olarak anlaşıldığından emin olmak isteyen komutanın karşısında pısırık, aptal durumunda olan asker gibidir Stevens. Stevens’ı bu emir tekrarına sürükleyen şey, işvereni Lord Darlington’a olan sadakatidir.  Stevens sahibinin sesi olur. Yine aynı sadakat duygusu ile efendisinin Birinci Dünya Savaşı’nın ardından önce Almanya’ya, sonra da Hitler ve Ulusalcı Sosyalilstlere sempatiyle bakışını anlamayı ve anlatmayı ister. İster çünkü efendisi Nazilerin yanında yer alıyorsa bunun haklı bir sebebi vardır elbet.  Hizmetçi bir taşıyıcıdır öncelikle.  Efendisinin hem sesini, hem düşüncelerini başkalarına aktaracak kişidir. Efendisinin sesi Stevens aracılığıyla meşrulaşacak, mantıklı hale gelecektir.**  Lord Darlington evdeki Yahudi hizmetçileri işten atmaya karar verdiğinde Stevens efendisinin bu kararını kendi mantık süzgecinden geçirmeden onlara hiç iletmekle yetinir.  Efendisinin her kararı doğrudur çünkü.  Sorgusuz sualsiz bir teslimiyetle bağlanmıştır efendisine.  Butler'in dinleyicisi ortada yok, diyebiliriz; ama o da dinleyen biri veya birileri varmış gibi anlatır.*

“O inanılmaz sindirilmiş resmiyet... Anlatılan her olayı kesin olgularla ve duygu iniş çıkışlarına izin vermeyen bir saygıdeğerlik akışı içinde sunmak... İşiguro, işte böyle bir "anlatı ustası". Bu tonu bir an aksatmadan götürüyor ve bu müthiş disiplinli tonla duygusallığı, gerilimi hiç de az olmayan bir mutsuz aşk hikâyesi anlatıyor. Mutsuzluğun nedeni de bu ton zaten. Butler, tonuna sığdıramadığı bir şeyin varlığını da kabullenemediği için, bu aşkı (evde çalışmaya gelen bir genç kadınla) söyleyemiyor, söyletmiyor, dinlemiyor, bastırıyor.(…) Romanın olağanüstü ustalığı bu 'ton'un denetlenmesinde olduğunun altını çiziyor Murat Belge.

İngiltere’de Darlington maikhanesinde yaşayan Mr. Farraday, Amerikalı bir centilmendir.  Çoktandır hiç tatil yapmamış olan yaşlı kahyası Stevens’ın bir tatile ihtiyacı olduğuna inanır, onu seyahata çıkmasını önerir. Stevens bu öneriyi batı İngiltere’de yaşamakta olan  Darlington malikânesi’den eski çalışma arkadaşı Miss Kenton’ı (artık Mrs. Benn’dir) ziyaret ekme arzusu ile birleştirir. Yirmi yıl önce, o ve Miss Kenton, Darlington Malikânesinde birlikte çalışmışlardır, o kâhya, Miss Kenton hizmetçidir.  Miss Kenton, evlenip Darlington malikanesi’ndeki işinden ayrımıştır. Şimdi yirmi yıl sonra, eşinden ayrıdır. Stevens onu artan personel sorununa yardımcı olması için Darlington malikânesine geri döndürmek istemektedir. Özellikle II. Dünya savaşı sona erdiğinden beri malikânenin işleri için yeterli personel bulmakta sorun yaşamaktadır. İngiltere Parlamentosunun icraatlarından dolayı aristokrasinin gücü sınırlanmış, elinde bulundurduğu geniş mülkleri parçalanmaya başlamıştır. Darlington malikânesi de aristokrasinin kullandığı birkaç son malikanelerden  biridir.

Günden Kalanlar’ın olay örgüsü Stevens’ın Miss Kenton’ı ziyaret için yaptığı bir haftalık yolculuk etrafında döner. Stevens’ın yaşamının ahlaki dökümü bilinç akışı ile verilir. Yolculuk boyunca tüm yaşamının zihinsel günlüğü yaratılırken yaşamındaki seçimlere odaklanırız. Kahya Stevens’ın ilk üzerinde düşündüğü şey bir kâhyanı mükemmel yapan şeyin ne olduğudur.  Bu onda bir saplantı halindedir; mükemmel kâhya olmak en çok arzu ettiği erdemdir.  Stevens 1920ler ve 30’larda ki elit kâhya derneği olan Hayes Derneği’nin bir üyesidir. Ve o derneğin tanımladığı saygın hane sakini ve ağırbaşlı kişi olduğuna hiçbir şüphesi yoktur. Onu en çok “saygınlık” tanımı ilgilenmektedir ve şartlar ne olursa olsun “saygınlığını” korumasının onun profesyonelliğini oluşturduğuna inanır. Anlatının büyük bölümü, Stevens’ın mesleği uğruna insanca duygularını nasıl baskıladığına dairdir. Örneğin, 1923’de Lord Darlington'ın evinde yapılan büyük toplantıda, Stevens toplantının konuklarını ağırlarken üst kattaki odalarda ölüm döşeğinde olan babası ile başa çıkmak zorunda kalır. Ama ne yazık ki misafirlere yoğunlaşmak için babasından feragat edecek ve babasının son nefesine yetişemeyecektir. Stevens o ana gururla bakar. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, işte şu babasının ölüm anı gibi, o işini aksatmamış, patronuna servis etmiştir. Onun ne kadar işine sadık bir kahya olduğunu gösteren başka bir olay da  Miss Kenton’a olan ilgisine karşı koyması olmuştur.  Evet, o her durumda,  Darlington malikânesinde sadık kalmış, mükemmel bir kahya olmuştur. Gözlerinde işvereninin mutluluğu için yapılan fedakârlığın zaferi vardır. Hatta küçük bir anekdotlar bunu gözler önüne serer. Stevens, Lord Darlington’ın isteği üzerine, iki Yahudi hizmetçi kızı, işvereninin politik görüşüne katılmasa bile işten çıkarmıştır. Patron Lord Darlington’dur ve tabii ki, onun malikanesinde onun sözü geçerlidir.

Olay örgüsünün büyük bir bölümü,  20 yıl önce Darlington malikânesinde Stevens ve yardımcısı Miss Kenton ile olan ilişkisinin aktarılmasına ayrılmıştır.  Stevens’ın babası da malikânede çalışmaktadır.  Stevens ve Miss Kenton, Stevens’ın babası ile birlikte çalışmaya aynı zamanda başlarlar. 20 yıl boyunca beraber çalışırlar. Miss Kenton’a göre Stevens’ın babası yaşlanıyordur, ve artık aktif görevden çekilmesi gerekmektedir. Ama işten ayrılmaz, çünkü o da son nefesine kadar işine sadık bir kahyadır. Ölüm döşeğinde yatarken sonuna kadar başında bekleyen yine Miss Kenton olur. Babasının ölümünden sonra Miss Kenton Stevens’ın hayatında önemli bir yerini alır. Onun bir ailesi gibidir. Onu seven tek kişi de yine odur.

Romanın başlangıcında Miss Kenton gideli 20 yıl olmuştur. 20 yıl önce Miss Kenton onunla evlenebileceğine dair imada bulunmuşsa da Stevens bu fırsatı değerlendirmemiştir. Çünkü bir kahya için tüm insani tutkuların bastırılması şarttır.  Ne aşka ne de evliliğe yer vardır.  Onun görevi iyi bir kahya olmaktır.  Mr. Farraday’ın teklifini değerlendirirken Miss Kenton’u ziyaret etmeyi düşünür, seyahatini onu görme için planlar.  Çünkü aldığı duyumlardan evliliği  dağılıyordur. Böylece Stevens yolculuğa çıkar.

Moscombe’de Stevens’ın arabasını benzini biter ve yolda kalır.  Taylor’da bir gece geçirir. Ona yardıma gelenlerle bir akşam yemeği yer. Stevens ileri gelen, yüksek mevkiden kimseler ile tanışmasından söz eder ama hiç kâhya olduğunu açığa çıkarmaz. Ertesi gün Dr. Carlisle onu arabasına geri götürdüğünde, doktorun kurcalaması ile Darlington Malikânesinde kâhya olduğunu itiraf eder.

Stevens Miss Kenton’a olan yolculuğunun son kısmına gelir. Amacı  hem Miss Kenton’u tekrar Darlington malikânesine geri götürmektir hem de ona karşı duygularının değiştiğini söylemektir. Stevens Miss Kenton ile buluştuğunda, Miss Kenton kocasına geri döneceğini söyler. Stevens çok geç kaldığını anlar, iyi dilekleri ile onu uğurlar ve Darlington Malikânesine günden geriye kalanlar ile geri döner.

Ana Tema
Ishiguro'nın romanında işlenen en önemli tema Stevens’ın görevi ve kişisel arzuları arasındaki çatışmadır. Stevens’a göre saygın bir kâhya koşullar ne olursa olsun asla görünüşünü ve  profesyonelliğini yitirmez. Bu nedenle Miss Kenton’a derinden âşıkken, bunu ifade edemez, çünkü onun emrindeki bir çalışana tutulmak uygunsuzdur, dahası aşk dikkat dağıtıcıdır. Belirtilmesi gereken diğer bir husus da Stevens saygınlığını korumaya kararlı oluşudur. Kendine duygularını hissetmesini engelleyen koruyucu bir gömlek yaratmıştır. Stevens bu tutumundan zevk almaktadır. Örneğin ölüm döşeğindeki babasını görmezden gelme becerisi, Fransa elçisinin yaralı ayakları ile ilgilenmesi veya efendisi Mr. Farraday’in Nazı taraftarlığını kabul etme becerisi gibi davranışları onu mükemmel bir kahya yapmaktadır. Romanın sonunda tutkularını tamamıyla feda etmek zorunda kalan Stevens’ın elinde görevinden başka bir şey yoktur.

Stevens'ın kahyalık üzerindeki düşünceleri
Stevens'ın kahyalık üzerindeki düşünceleri onun saygınlık tanımı üzerine şekillenmiştir. Emir almak ve onları yerine getirmek onun en iyi yaptığı şeydir, bu kendine saygı duymasını sağlamaktadır. Ona göre, bir kâhya, şartlar ne olursa olsun işini sürdürmelidir. Saygınlık çevrende olup bitene rağmen görevini bırakmamaktır. Yolculuğunun sonunda Moscombe’de Taylorların evinde tanıştığı bir adamın farklı bir “saygınlık”  tanımı vardır.  Ona göre “saygınlık” kendini tam olarak ifade etmek, özgün olmaktır. Bu adamın tanımında profesyonellik adına kendi duygu ve görüşlerini bastıran kişi onursuz olarak değerlendirilir. Ishiguro'nun hikâyesini saygınlığın iki farklı anlamı üzerine kurar.  Böylece bize Stevens’ın ikilemini verir. Sonunda “saygınlık” kelimesinin yanlış tanımı izlediğini keşfederek kendine olan saygınlığını yitirir.

 

Romanda birçok farklı sosyal ilişkilerin keşfine çıkarılırız.
Bunların kimi resmi birliktelikler kimi de daha gündelik anlaşmalardır ve hepsi de sınıf farkına işaret eder. Özelliklede romanın geçtiği dönem olan 20.yy’ın başlarındaki İngiliz aristokrasisine odaklanırız. Stevens ilişkilerindeki resmiyet konusunda son derece titizdir. Bunu ona karşı son derece resmi bir şekilde davranan babasından öğrendiğini sezinleriz. Ölüm döşeğinde bile Stevens'ın babası görevi için kaygılanır.  Stevens, bu arada, resmi tabiatı ile öylesine sarılmıştır ki yeni işvereni Mr. Farraday ile espirili bir şekilde konuşmayı veya şaka yapmaya hiç yanaşmaz.  Laubaliliğe hiç yer yoktur onda.  Ancak uzun zaman geçtikten sonra şaka yapmayı becerebilir. Hatta yolculuğunda bu yeni yeteneğini kullanmaya çalışır, fakat bu yeni ortamda, burada uşak değildir, esprileri farklı algılanır. Stevens Darilngton malikânesinden ayrı kaldığı sürede formalitenin dışında da bir dünya olduğunu bu yolculuğu esnasında farkına varır.

Stevens'ın dünyası

Stevens'ın iki dünyası vardır. Biri yukarındaki, Lord Darlington ve Mr. Farraday’a ve de onların misafirlerine hizmet ettiği dünyadır.  Bu dünyada katı formaliteler ve nezaketi içeren kurallar geçerlidir.  Stevens kendini bu yukarıdaki dünyaya ait görür. O tamamen Lord Darlington’ın bir uzantısı, onun bir temsilcisidirBu dünyada  Stevens’ın kimliğine ve arzularına yer yoktur.  Aşağıdaki dünyada ise, Stevens hizmet eden değildir. Onun emirlerini altında çalışanları tamamen onun kontrolü altındadırlar. Bu iki dünyanın birinde itaat edenler vardır, diğerinde ise dizginleri elinde tutanlar. İki farklı kimliği içermesi ile bu iki dünya çatışmayı getirmektedir. Stevens yukarıda işini profesyonel şekilde yapabilmek için egosunu, duygularını ve arzularını bir kenara bırakmayı öğrenmek zorundadır. Aşağıdaki dünyada  insanca olaylar karşısında duygularının sürekli uyandığını görür – babasının ölümü, Miss Kenton’a âşık olması, dini inançları yüzünden iki hizmetçi kızı kovması gibi. Yukarıda hizmet ederken bir maske takar, aşağıda o maskeyi çıkarır. Soru Stevens'nın bu iki dünyayı bağdaştırıp bağlaştıramayacağıdır.

İtaat

Belki de Günden Kalanlar’da ilgi çekici anlardan biri de Stevens Stevens’ın Moscombe’deki Taylorların evinde yediği akşam yemeği ve kâhya olduğunu açığa vurmadan Darlington malikânesindeki hikâyeleri aktarmasıdır. Bu satırları okurken hala egosunu ve erdemini koruyan bir adam ile yaşamını başkalarına adamış bir adam arasındaki çatışmayı görürüz.
Darlington malikânesinin dışında, Stevens kısa sürelide olsa aristokrasinin gücünü keşfeder. Bir anlığına da olsa kendi olmak özgürlüğünün sarhoş edici duygusunu yaşar. Bunu kavradığında, rahatlar. Tekrar kendini kâhya olarak görünce gerçeği hatırlatır.

Sadakat
Stevens’ın İngilizceye olan hakimiyeti, onun kurallarına yönelik sadakatidir.  Dilin iyi kullanımına büyük bir sadakatla bağlıdır.  Cümlelerinde dilbilgisi hatası yoktur.  Efendisinin kütüphanesinden ödünç aldığı kitaplarla düzenli olarak İngilizcesini kusursuzlaştırma gayreti içindedir. Anlatımı ayrıntılı ve kesindir. Konuşması tutku ve duygu içermediğinden ruhsuzdur. Her şeyi aldığı emirler bağlamında görür.  Gerçekten önemli tek şey aldığı emirlerdir.  Mesleğinde duygulara yer yoktur.

Arzuların bastırılması

Miss Kenton görevleri ve insani özellikleri arasında denge kurmayı başarmıştır- özellikle insani cinsel arzuları dizginlemek ve profesyonelliğini korumak arasında. İzinlerinde bir adamla görüşür ve eş olmak ile hizmetkâr olmayı birbirine karıştırmaz. Diğer yandan Stevens aşkı ve insanca arzuları dile getiremez.  Her Miss Kenton’a iltifat etmek veya romantik bir şekilde yaklaşmak istediğinde, iş içerikli şeyleri söyler. Miss Kenton ise gittikçe sınırlarını zorlamaktadır, içten içe aşkını itiraf etmesi için ona yalvarmaktadır böylece her ikisi de yaşamlarını mutluluk içinde sürdürebileceklerdir. Miss Kenton’ın, her zaman Stevens'nı sevmiş ve onunla evliliği düşünmesi için ona şans vermiştir. Fakat Stevens arzularını işinden ayıramaz- ve işinin dışında kendini ve duygularını ifade etmenin yolunu bulamaz. Sonunda Stevens Darlington malikânesinde - kendi hapishanesinde- yaşamına devam etmeye mahkûm olurken, Miss Kenton, bir eş ve anne olarak kendine başka bir yaşam bulmak için Darlington malikânesini terk eder.

Geriye, mesleğinin kendisine yüklediği o yapay tumturaklılık içinde ölen babasını bırakıp içki servisine koşan ve tutkusunu sevdiği kadına değil kendine de söyleyemeyen yaşlanmış uşak kalıyor, 'günden kalanlar'la baş başa.

Kâhya Stevens özgür olamayan ve kendini bu hakkı göremeyen bir kâhyanın trajik hayat hikâyesidir.  İnsani eğilimlerinden, hayattan zevk almak, oynamak, keşfetmek, mutlu olmak ve sevmek gibi duygulardan kendini bilerek mahrum etmiştir.  Bunu patronu olduğu Mr. Farraday uğruna yapmıştır. Bu açıdan o bir kurbandır.  Özgür değildir çünkü inandığı sistem itaate dayalı bir sistemdir ve bu sistem ona kendisi olma iznini vermemiştir.  İtaat programlanmış bir zihin özgür olamaz.  Ne yazık ki bu itaat zincirini Stevens babasından edinmiştir.  İnsandan insana, nesilden nesle aktarılan bu itaat zincirinde Stevens babasının takipçisi olmuştur.  Babasından aldığı bu eğitimle kendi üzerindeki kontrolü kalmamıştır, farklı davranması da mümkün olmaz.  Sorumluluk duygusu devreye girmiştir. Bir iç ses ona her an sorumluluklarını hatırlatır.  “Bir dakika, sorumluluklarını düşün, yapman gereken şeyler var.  Çalışmak zorundasın.  Hayatını kazanmak zorundasın.”  Yaptığı şeyler patronunu memnun etmek, onun tarafından onay ve kabul edilmek üzere yapılmıştır.  Kendisini memnun etmek için çok az şey yapmıştır.  Hatta bir tatile çıkma fikri bile patronundan gelmiştir. Tüm bu sorumluluklar aklına geldiğinde kendine özgürlük hakkını tanımadığının farkında değildir. Kahya olarak efendisine hizmet etmiş, ve yalnız onunla ilgilenmiştır.  Stevens hizmet ettiği süre boyunca, bir anlamda hizmet ettiği kişinin malı haline gelmiştir. Ancak yaptığı yolculuktan sonra hayatını yaşamadığını anlayacaktır

Orhan Kemal’in Murtaza romanındaki bekçi karakteri Stevens ile benzer durumlar sergiler. Murtaza da iş anlayışı bakımından hiç kimseye benzemeyen biridir. Yaşadığı mahallenin gözünde bir 'deli' olarak görülür ve öyle tanınabilir. Kendini adadığı görev anlayışı, tutum ve davranışları ile üstlendiği görevi  'mükemmel' bir uyum içinde yerine getirir. Mahalledeki bekçiliği ve daha sonra fabrikadaki görevinde amirlerinden aldığı kuralları sorgusuz sualsiz yerine getirmesi onu diğer işçilerle karşı karşıya getirir. Güç ve otoriteyi temsil eden amirlerin yanlarında çalıştırmak istedikleri 'ideal' bir memurdur. Her otoriteyi temsil eden bir 'büyüğün', müdürün, amirin emrinde çalıştırmak istediği, ‘örnek' bir vatandaştır. Verilen hiçbir emri tartışmazsız, kabul eder Murtaza. Onun için amirinden aldığı bir emri yerine getirmesi yeterlidir. Bu emirlerin  'yanlış' ya da 'doğru' olduğu değerlendirmesinde bulunmaz. Bu emirlere onun asla itirazı olamaz, çünkü onun görevi sadece amirinden aldığı emri yerine yetirmektir. Emre kayıtsız şartsız itaatin temsilidir.

Görev başında onun gözü hiç kimseyi görmez. Kimseyi kayırmak, ayrıcalıklı davranmak asla onun yapacağı bir davranış değildir. Görevinde eş, dost, tanıdık, çoluk, çocuk ayrımı yapmayan biridir.  Örneğin görevli olduğu çırçır fabrikasında kendisiyle beraber çalışan çocuk yaştaki kızının açlık, yorgunluk insafsız çalışma ve sömürü ortamında yorgun düşmüş küçücük bedenini 'kutsal görev' başında uyuyakalmış gördüğünde çılgına döner. Zavallı çocuğu öldüresiye döver.  Fabrika müdürünün karşısında izahat verirken bir an yaptığı işten pişmanlık duymaz. Orhan Kemal Murtaza karakterini çizerken korkunç bir görev makinesinin gayri insani yüzüyle karşılaştırır bizleri. Murtaza insani değerlerini görevi uğruna yitirmiş, robotlaşmış, bir görev makinesine dönüşmüştür. Böyle olmakla kendinden gurur duyan bir kişi olmuştur.

Duyguya karşı “vazife”, birey yerine “kitle”, özgürlük yerine “düzen” ve “disiplini” koyabilmektir. Bir düdük sesiyle herkesi hizaya sokma arzusunun romanda cisimleşmiş halidir. Emre ve amire sarsılamaz itaatle bağlı, görülmemiş derecede ciddi, disiplinli, her zaman kahramanlık mitosunu kendine kalkan yaparak, her yerde hazır ve nazır Murtaza ve Stevens farklı toplumlarda aynı kişiliklerin temsilcileridir.

Raşel Rakella Asal
4 Nisan, 2012

 

 

Kaynakça
          *    Murat Belge, İngiliz Japonu, http://www.milliyet.com.tr
       **  Kaya Genç, Gizli Müttefikler, Sabit fikir, Ocak 2012
             ***Mehmet Nuri Gültekin, Murtaza emekli olmaz, http://www.radikal.com.tr. l5/06/2007

           **** Semiramis Yağcıoğlu, Lacan’ın Aynasında Murtaza’yı Okumak, Roman Kahramanları, Nisan/Haziran 2012, 

Evrenin Sessizliğinin Sonsuza Dokunduğu An



Nereden geldim? Ben kimim? Nereye gidiyorum? Ne yapmalıyım? Niçin buradayım? Yaşam nedir? Ne Umabilirim? Aşk nedir? Özgürlük nedir? Tutku nedir?  Ya Ahlak? Demokrasi? 
Sanat, sürekli soru işaretleri üreten, zaman zaman kendisiyle hesaplaşan bir alan. Ya felsefe ? Felsefe de çağını özetler, çağının bilincidir. Dünyaya, doğaya ve topluma, onun içinde insanın konumuna bir bakıştır. Felsefe evreni, insanı ve bütün olarak insanlığı yöneten en genel yasaları inceler; insanın toplumla, insanın doğayla olan birliğinin temellerini inceler.
İkisinin de amaçları farkındalık yaratmak. Söz konusu sanat ve felsefe olduğunda doğru diye bir şey yok! Yanlış diye bir şey de yok.  Hayatınızın ortasından durmadan buldozerler geçer!  Yıkılır bildik şeyler.  Artık her şey değişebilir. Hiçbir şey yeni kalmaz. Düşünce, kendisini düşünür olmuştur. Çünkü hiçbirimizin doğrusu kalıcı değil artık.
Kimdir felsefeci? Salt bir dil oluşturucusu mudur? Gizemli, yarı tanrısal bir yeryüzü bilgesi mi? Ya da insanüstü bir deha manifestocusu, aykırı yaşamların bohem kuramcısı mı? Bir felsefeciye nasıl bakılmalı; düşüncelerini nasıl yorumlamalı?
Thierry Paquot bir felsefeci. Düşüncelerini kendine mal etmiş bir felsefeci. Hem de kendini önemseyen bir düşünür.  Fakat bunu bir kendini beğenmişlik olarak mı ele almak gerekir? Bence hayır. Gerçekliği arayışın tek bir sistematiği, yöntemi yoktur ki.  Her iddia ya da öne sürüş bir kendini beğenmişlikten çok bir arayış sayılmalı kanısındayım.
Thierry Paquot, 1952 doğumlu bir Fransız felsefeci. Öğle uykusu hakkı için mücadele etmekten yana kendi fikrini geliştirmiş. Asıl alanı her yönüyle şehirler ve şehircilik. Sokağın yeni türettiği sözcüklerden, metropol yaşamının kültüre etkilerine çok yönlü araştırmaların başında yer almış bir isim.  “Bir Sanattır Öğle Uykusu” Can yayınlarından, Kırkmerak serisinden yayımlanmış.  Biyolojik zamanımız üzerindeki egemenliğimizi yitirdiğimizi, saniyelerimizi bile planlamaya çalışan kapitalizme karşı, öğle uykusunu savunuyor yazar. Öğle uykusunu edebiyatta, güzel sanatlarda, felsefede, tarihte, sosyolojide, mitolojide arıyor. Siesta olarak anılan öğle uykusunun kelime anlamına bakarak kökenlerine doğru bir yol alıyor Thierry Paquot. “Sözcüğün (siesta) klasik Latince (sexta hora) sözcüğünden, ‘altıncı saat’ten, yani ‘günün ortası’ndan, ‘öğle’den geldiğini açıklıyor.
Kendisi neden böyle bir kitap yazmaya girişmiş? Çünkü inanıyor öğle uykusunun hazla ve ciddiyetle savunulması, yaygınlaştırılması gereken bir yaşama sanatı olduğuna. Hatta bununla da kalmıyor, aktivizme davet ediyor herkesi: “Her yaştan, her enlemden boylamdan, her saat diliminden, her meslekten uykucular, size sesleniyorum, eşsizliğinizin arkasında durun ve dünya saatine, uydu saatine, totaliter saate direnin!” Çünkü günümüzde tembellik olarak algılanan öğle uykusu aslında bir zorunluluk ona göre...

Uzmanlara göre, biyolojik olarak insanın ihtiyaç duyduğu öğle uykusu, vücudu tazeliyor, performansı artırıyor, düşünme ve problem çözme yeteneğini hızlandırıyor, hafızayı güçlendiriyor. Vücudun öğle uykusuna ihtiyaç duymasının nedeni gündüz saat üç ile dört arası ısısının düşmesi. Hepiniz yaşamışızdır, yemekten sonra üzerimize bir ağırlık çöker. İşte bu ağırlık bu ısı düşmesinden ileri geliyor. Bu uykuya boyun eğmek gerekiyor. Çünkü bu kısacık şekerleme uykunun en kaliteli olduğu zaman dilimi. Üstelik uzun uzun uymak da gerekmiyor. On beş yirmi dakika kestirmek bile yetiyor.
Kitap başlığından da anlaşılacağı üzere elbette öğle uykusuna methiye düzüyor. Ancak bu kuru bir övgü kitabı değil.  Öğle uykusunu masaya yatıran yazar, öğle uykusundan boş zaman alışkanlıklarına/eylemlerine, boş zamandan genel zaman algısına, zaman meselesinden de zaman-mekân ilişkisine ve zamanın üretim süreciyle ilişkisine girerek bol kaynaklı, bol göndermeli bir metin sunuyor.
“Ağır ağır kalkıyorum çalışma masamdan, bilgisayarımı kapıyorum, yatağıma doğru ilerliyorum; pantolonumu, ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıyorum, telefonun fişini çekiyorum ve biraz da üzülerek Martine Geliot’nun “Arp Resitali”ni sona erdiriyorum. Arkasından, uzanıyorum, gözlerimi kapatıyorum ve ortaya konuşurmuşçasına, kendi kendime “iyi uykular” dediğimi duyuyorum; enikonu işitilmeyecek bir sesle, bir mırıltı, bir okşama gibi. Birkaç saniye sonra, artık hiçbir şey benim denetimimde değil, bütünüyle “başka bir yerde”yim, uyku âleminde… Saat kaç? Neredeyse bir buçuk. Öğleden sonranın başlangıcı. Öğle uykusunun sizleri çağırdığı ve ona nasıl yanıt vereceğinizi bilemediğiniz o leziz, kısacık süreç. Uyumak mı? Ama yapacak onca şey var. Uyumak mı? Ciddi olamam! Ya biri duysa bunu, eşime, dostuma, öğrencilerime, meslektaşlarıma, üstlerime söylese… Hayır, rahatsız etmeyin beni, dinlenme zamanı bu. Burada olmamın nedeni kimse değil: Uyuyorum ben! Ne? Evet, evet ya,…”

Thierry Paquot’un “Bir Sanattır Öğle Uykusu” böyle başlıyor. Ve ardından öğle uykusuna övgüler sıralıyor. Okudukça öğle uykusu üzerine siz de yazarla beraber düşünmeye başlıyorsunuz. Öğle uykusu, bizdeki adıyla şekerleme, İspanyolların tabiriyle siesta ‘nın özelliğini siz de anlamaya başlıyorsunuz. Yaşamın çalkantısı içinde bir soluklama durağı… Günün hayhuyu ve karmaşası içinde bir soluklanma zamanı.  Thierry Paquot’un “Bir Sanattır Öğle Uykusu” adlı uzun denemesini renkli görsellerle desteklediği ilk bölümde, yazar öğle uykusunun sanattaki yansımalarını ele alıyor. Etkin üretim ahlakının kınadığı bir kurum olarak öğle uykusu bir direniş tarzı olarak siyasi ve toplumsal boyutlarıyla da ele alınıyor kitap boyunca. Elbette kültürel etkiler yoğunlukla vurgulanıyor; örneğin İspanya ve İtalya’da bir kültürel olgu olan öğle uykusuna Çin’de xiu-xi deniyor ve yine Çin’de, 1949 Anayasası’nın 49.maddesinde açıkça öğle uykusu hakkından söz ediliyor.
Girişteki methiyenin ardından yazar, kitabın ilk bölümünde öğle uykusunun sanattaki yansımalarına yani öğle uykusu tablolarına bakar.  Monet, Manet, Toulouse-Lautrec, Gauguin ve daha niceleri, adına öğle uykusu denen, o “duran zaman”ı, gün içlindeki o arayı, insanın “kendine ayırdığı süre”yi betimlediklerini görür. Ona göre bu resimlerde ana konu öğle uykusu değildir. Resimlerin konusu öğle uykusu olmasa da onun varlığını asla yadsımazlar. Hatta bu resimlerde izleyiciye öğle uykusunun cinselliğe, bedensel arzuya, bedenlerin birleşmesine eşlik ettiğini düşündürtürler. Gerçekten de bu resimlerdeki yarı çıplak insanların birbirine değmesi, mayışmış yüzler, serbest kalmış bedenler cinsel çağrışımlara neden olmaktadır.
“Öğle İblisi” bölümünde resim ve heykel sanatında bu tatlı uykunun izlerini sürüyor. Zampieri’den Caravaggio’ya, Bruegel’den Rembrandt’a, Courbet’ten Seurat’a... ‘Öğle iblisi’ni mitolojide arıyor ardından.
Paquot, “Kendine Ait Bir Zaman” başlığını verdiği bölümde onun gönderme yaptığı başka isimler ve metinler de var. Bunlar arasında bizim edebiyatçılarımızdan andığı isim Yaşar Kemal de var. “Zaman meselesi” için şöyle kendini ifade ediyor yazar:
“ Anne tarafından dedem hiç aksatmadan öğle uykusu uyurdu. Öte yandan ne sıra dışı bir adamdı, ne de keşiş: Belki de zamanın yoğunluğunu bizlerden daha iyi değerlendirir, vaktini tadına vara vara düzenlerdi. Bu konuda yalnız da sayılmazdı. Söylediklerime inanmıyorsanız, André Gide’in aynı zamanda Thomas Mann’ın Günlük’lerini okuyun, XIX. yüzyılda doğmuş bu adamların yaşamlarında öğle uykusunun önemini anlarsınız. Ama görünen o ki, Jorge Amado’nun, Yaşar Kemal’in, Tevfik el-Hakîm’in, Miguel Angel Asturias’ın, Rabindrath Tagore’un romanlarındaki pek çok kahraman için de öğle uykusu belirleyici bir süreçtir: insanın düşüncelere dalıp gittiği, düş kurduğu, keyif yaptığı ya da uyuduğu bir süreç.”
Yazar, zaman meselesini ele aldığı bu bölümde Perec’ten Andre Gorz’a uzanan çok çeşitli isimleri anıyor.
İlerleyen bölümlerde toplumun “çalışma saatleri” üzerine odaklanıyor. Amerikan teknoloji tarihçisi Lewis Mumford’un şu sözlerine yer veriyor:  “Çağdaş sanayi döneminin asıl kilit makinesi buhar makinesi değil, saattir”.  Mekanik saat, on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda, Hıristiyan âleminin önemli kentlerinde her saat başı çalan bir çan size zamanı hatırlatır. Bu akrep ve yelkovanla donatılmış olmasa da, geçen zamanı insana hatırlatma işlevini yerine getirir. İnsan yaşantısının bu saatin ritmine göre kendini ayarlanması istenir.  Çünkü Thierry’ye göre saat kapitalizme başka bir zamandizini kazandırır. Zaman bir deneyimler zinciri olarak değil, bir saat, bir dakika, bir saniye gibi görüldüğünde, onu fazlalaştırmak ya da ölçülü kullanmak gerekir.  Çan kulesinin tepesinde bize saati hatırlatan kocaman saat, birkaç yüzyıl içinde, evlerdeki duvar saatlerine, ardından kişisel cep saatlerine dönüşerek ve gitgide daha da gelişip ufalanarak insanın üzerinde taşıdığı en gerekli araca dönüşür. İlk cep saatlerini sadece varlıklı kesim satın alabiliyorken, on sekizinci yüzyılın sonundan başlayarak, sanayileşen ve ücretli çalışan Avrupa’da saat “halka yayılır”, o kadar ki İngiltere’de saatlerin vergilendirilmesi kararı alınır. Bu karar halk arasında büyük ölçüde tepki alır. Başbakan, bir evdeki sadece ikinci saatten vergi alınması gibi birtakım değişiklikler önerir. Bu önlem de yalnızca birkaç ay sürer. En yoksullar bile Duvar ve Cep Saatleri Kulüpleri sayesinde taksitle saat edinmeye çalışırlar. Saat vazgeçilmez bir nesne olarak kendini dayatmıştır.
Ama “saat” in değerli olmasının tek nedeni, mekanik zamanın tüm toplumsal zamanı düzenlemesidir. Öngörülmemişlerin, sürprizlerin, programsızlığın sonu gelmiştir.  Kişiye zamanını nasıl kullanması gerektiği bir buyruk gibi yankılanır. 1700’den sonra, yoklama kâğıdıyla, zaman ölçümcüsüyle, para cezalarıyla “sıkıdüzenli sınaî kapitalizmin” tembel ve işe geç kalan işçileri ihbar eden “jurnalci” saatleri vardır. Düzenleme kırsal alanda daha acımasızdır. Tarım işçilerine “gündelikçiler” terimi bir günde sürülebilecek toprak ölçüsünden gelir.  Aylak, öğle uykucusu köylü, canını istediği gibi düzenleyemeyecektir artık.  Dışarıdan dayatılan, kendi yaşama tarzına bütünüyle yabancı bir sıkıdüzene boyun eğmek zorunda kalmıştır.

İşveren sizin olabildiğince fazla üretmenizi, boş geçecek zamanların önüne geçmeyi hedefler. İşçinin saatleri bölünür. Kaç saat çalışacağı belirtilir. Çalışanların uğraşlarını belli saatlere göre bölüştüren ilk yönetmenliklerin ortaya çıkışıyla, grevler ve “çalışma zamanı” konusunda talepler baş gösterir. Her şeyi Chaplin’in Modern Zamanlar filminin afişindeki o resim özetler.  Artık işçi tamamen bağımlı olduğu çarklı bir makinenin çarklarından birine dönüşmüştür. İnsanın yaşamı elinden kayarken, parça parça bir kayboluşa sürüklenir. Hep bir yabancıymış gibi kendini duyumsamak; oraya buraya, şu işe, bu işe koşturmak… Bu çarklar saat mekanizmasındakilere bir göndermedir. Sanayinin, fabrikalarda giriş çıkışlarda imza atan, kadını erkeği herkesin bireysel zamanından beslendiğini açıkça dile getirilmesidir. 

Thierry Paquot, Jean Giono’nun Poids du Ciel (“Gökyüzünün Ağırlığı) kitabındaki şu sözlerini kendi tezini doğrulamak için alıntılıyor.  “Yaşamı doğal biçimde kullanmak yaşamakla olur. Yaşamak doğal sevincin ardında koşmak demektir.  Sevinç ne bir toplumsal ürün, ne de teknik bir üründür. O bireysel bir üründür; doğal zenginliklerle zengin birey, cisminin uzamı işgal ettiği tüm o zamanı, bir insan ömrüne sahip çıktığı ve koruduğu ölçüde bir başkasından daha nitelikli olacaktır. İnsan özgür yüceliklerde yaşar.”

Öğle uykusu bu “özgür yücelikler”dendir. İnsan bedeninin ve de ruhunun gün içinde kısacık bir uykuyla dahi sistemi nasıl cilaladığı, verimliliğini ve yaratıcılığını artırdığı bir sır değil.

Bu arada İspanya’da yaşadığım dönem boyunca bizzat yaşadığım siesta zamanını sizlerle paylaşmak istiyorum. Madrid’e bir saat araba mesafesinde olan Salamanca’ya vardığımda öğlen olmuştu; ortalık terk edilmiş gibiydi. Her şey bir an için hareketsiz bir biçimde donmuştu: zaman, yaşam, düşler, arzu ve özlem… Siesta vaktinin Salamanca’nın kutsal zamanı olduğunu yaşadıkça öğrenecektim. Yadırgamıştım bu durağanlığı bir müddet. Alışmam zaman aldı. Siesta’nın tadını ben de her İspanyol gibi çıkarmaya başlayınca, onun günün saydam gövdesinde mutlu bir durağanlık olduğunun ayrımına varacaktım. İspanya beni fethedecekti. Sonunda baştan çıkarılmıştım. Ve ben bundan mutluluk duyacaktım. Siesta günün yaş dökümünde insanın zamana meydan okuyuşuydu. Saatlere ayarlı yaşantımızın baş döndürücü temposunda bir soluklanma zamanıydı. Kentin uğultusu yoktu. Issız ve alabildiğine sessiz bir kentin ortasında bir an için yakalanmış ve sadece bir an süreceğini bildiğim uçucu bir mutluluk dilimini içime doyasıya çeke çeke yaşıyordum.

O güçlü köpeğin ağaçların gölgesinde mutlu mesut uyuyuşu… Paçavralar içindeki serserinin yüksek otların arasındaki serin yorgunluğu… Nemli, uzak bir temmuz gününde bir kedinin kaldırım üzerindeki uyuşukluğu…Yorgun gözlere çöken esnemenin lezzeti – hepsi de değişik uyku halleriydi.  Beni unutuşa davet eden, beni oyalayan, ruhumun panjurlarını usulca iten, beni yatıştıran, bana el değmeden bedenimde bir elin okşayışı gibidir.  Çünkü uyumak, biz farkında değilken uzakta olmamızdı.  Uzanmak, kendi bedenimizle kendimizi, dünyayı, bu âlemi unutmamızdı. Bilinçsiz olma özgürlüğümüzdü. Kısa bir dönem için yaşadığımız hiçliğimizdi. 

Siz de yaşamışsınızdır.  Yepyeni bir tazelilikle uyanır insan öğle uykusundan.
Evrenin sessizliği sonsuza dokunur. Uyku damla damla akar gözkapaklarınıza
Varlığınızın hiçe indirgendiğini hissedersiniz. Başınızın cismen yastığa gömüldüğünü, orada küçük bir vadi oluşturduğunu hissedersiniz. Yastık kılıfının yüzü, loş ışıkta teninize bir beden gibi temas eder. Gözkapaklarınız yorgunluktan seğirir. Kirpiklerimizin kabarık yastığa değmesiyle incecik, zor duyulan bir ses çıkar. Dudaklarınızın, yüzünüzün etrafını kuşatan yastık kılıfının hafif kıvrımlarını usulca oynatarak gülümsediğinizi hissedersiniz. Kendinizi uykuya teslim edebilirsiniz, uyuyabilirsiniz, kendinizi unutabilirsiniz.

Hepimiz şu ya da bu şekilde bize nasıl olunması gerektiği dayatılmış elden bilgilerle, ideolojilerle donatılmış bir üst-sistemler karmaşasının içine doğuyoruz. Yani hiçbir şey kendi seçimimiz değil. Seçimlerimizi ne oranda özerk bir şekilde yaptığımız üzerine bir çalışma olarak okudum bu kitabı. 

Özerk insan nedir?  Engin Geçtan özerk insanı şöyle tanımlıyor: “Özerklik, bir insanın seçimlerini dış etkenlerden ve şartlanmalardan bağımsız şekilde ve iç sesi doğrultusunda yapabiliyor olma özgürlüğüdür.” Özerk olmamak yani sürü olmak, kuzu kuzu itaat etmekle eş anlamı ifade ediyor. Özerk olmayı öğrenememiş olmanın başlıca belirtileri, karar verememe ya da verilen kararla ilgili şüpheye düşme ve kendini ortaya koymaktan utanma olarak kendini gösteriyor. Özerkliği yeterince öğrenememiş insanların eylemlerini kendileri için değil, kim olduğu belli olmayan birileri için yaparcasına gerçekleştirdiklerini, çoğu seçimlerimizin şartlanmalar sonucu yapıldığına değiniyor. Engin Geçtan’a göre, “Ne istediğini seçmekte zorlanan günümüz insanı genellikle ya başkalarının yaptığını yapıyor ya da üst-sistemlerin taleplerine boyun eğiyor.”
İşte bu evrede sözü Thierry Paquot alıyor. Kendi yazgısına hükmedebilen veya en azından bu konuda hiç kimsenin müdahale edemeyeceği bir özgürlüğe sahip olduğunun bilincindeki insandır Thierry Paquot’nun gönlünde yatan. Thierry Paquot bu dünya düzeni ile ilişki kuramaz. Ona göre insanoğlunun zamanı parsellenmiştir. Israrla çalışma saatleri ile hesaplaşır. Çalışma düzeninin ezici ağırlığı ile bedensel öznenin özgürlüğü olan gereksinimini olanca açıklığıyla gözler önüne seriyor. Kalıplaşmış tüm kavramların tepe taklak olduğu, dayatılmış tüm kalıpların, yerleşik tüm öğelerin alt üst olduğu bir sistem öneriyor.Yaşamın evrensel yüceliği ve sınırsız cömertliğini yaşamak adına.


Bir saat önce müthiş bir sarsıntıyla uyandım. Hangi çağda, nerede, kim olduğumu, müthiş bir panik ve inanılmaz bir şekilde yataktan fırlamayla “Ya?  Ne oluyor bana?” dememle birden odamdan dışarı fırladım. Eve torunum gelmiş, ben de onun açtığı müziğin sesiyle uyanmışım. Yüzlerce yıllık bir inzivada yaşamış gibiydim. Issız bir göl gibi. Gözlerimi sokağa diktim. Dışarıdaki ağaca baktım. Sokaktan geçenlere. Uğuldayan arabalara. Her gün sesini dinlediğim sokağın uğultusunu duydum. Her şey bir netliğe büründü. Yaşayıp yaşamadığım bir zaman dilimiydi sanki. Bütün beynim bir anda- nadiren olur- durmuştu. Hiçlik duygusuydu bu belki, garip… Mutlu bir şaşkınlıktı yaşadığım.Yaşam, içinden, ta derinlerden, kendini bana fısıldıyordu. Bir kuş ince bir dala kondu, hayretle bana baktı ve sonra neşeli bir cıvıltıyla hızla tekrar uçup gitti.

Thierry Paquot ile karşılaşınca, felsefi soruların önünden geçilip gidilemeyeceğini anlıyorum.  Onun bana anlattıklarıyla değişimde, farkındalıkta, anlamda yeni boyutlar ediniyorum.  Onun da amacı bu değil mi?  Biyolojik bir beden olarak yaratılan insanın, düşünerek kendini yeniden yaratması değil mi?




Raşel Rakella Asal
22 Aralık 2010



Kaynakça:
Thierry Paquot, Bir Sanattır Öğle Uykusu, Can yy, Mayıs 2010
Galina Kirilenko, Lydia Korshunova, Felsefe Nedir? Bilim ve Sanat Kitapları, Mayıs l987
Engin Geçtan, Zamane, Metis yy, Mart 2010
Müge Karahan, Öğle Uykusunun Daveti, www. kitaphaber.net.com

BanuTuna, Bir Lütuftur Öğle Uykusu, btuna@hurriyet.com.tr