28 Aralık 2013 Cumartesi

Albert Camus ve Ölüm




"Demokrasi çoğunluğun  kanunu değil, azınlığın korunağıdır."          -ALBERT CAMUS


 Yabancı’yı ilk kez okuduğumda orta üçüncü sınıftaydım. Yıl l965 olmalı. Henüz fikirleri şekillenmemiş bir genç kız düşünün. O yıllarda yaşadığım sarsıntıyı, yapıtın üstümde yarattığı etkiyi tahmin edebilirsiniz. Yalnız bende mi? Tüm benim kuşağım etkilenmiştik bu yapıttan. O zamanlar ne anladığımızı tam olarak kavrayamıyorduk. Bir şey kesindi. Albert Camus bizi ölüm üzerine, yaşam üzerine düşünmeye zorluyordu. Bizim “birey” dediğimiz, bir başına olan, insandan söz ediyordu. Ona göre “birey” kendisi olmak isteyen, kendi başına kararlar vermek isteyen insandı. Birey den söz etmek insanın özgürleşmesinden söz etmekti.

Zaman geçti. Bir kez daha okudum Yabancı’yı. Bu kez Fransızca’sından. O okumamda Meursault’nun kayıtsızlığından çok Camus’nun okuyucuya yönelttiği adalet kavramı üzerine yoğunlaştım. Bir şeyler anlamıştım ama ne kadarını? Yine kendime yönelttiğim sorularla başbaşaydım. Bu kez ikinci bölümüne odaklandım. Ve şimdi aradan geçen bunca zaman sonra tekrar okurken Yabancı’yı yine aynı soruları yöneltiyorum kendime. Camus’nun dünyasına ne kadar yaklaşabildim?

Üzerinde yazılan yorumları okudukça romanının hayata, eylemlere, duygulara, çevreye, beklentilere ve insanın kendisine yabancılaşmasına dair olduğunu kavrıyordum.  Ama yine de eksik bir şeyler vardı. Daha daha okumalara atıyordum kendimi.  Bu kez romanda işlenen yan izlekler karşıma diziliyordu:  ölüm gibi, umursamazlık gibi, kabullenmişlik gibi, yalnızlık gibi, önyargılar gibi.
Doğrusu üzerime yüklediği kavramlar ağırdı. İçinden çıkmaya çalışsam da, arkadaşlar arasında tartışmamızın odak noktasını oluştursa da, Meursault’yu tanımlamak zordu. Taa ki, Ömer Türkeş’in şu sözlerini okuyana kadar:  “Kolay bir yazar değildir Camus. Yapıtları simgeseldir ve çok katmanlıdır; yani iki ya da daha fazla okuması yapılabilir. Üstelik her tür okumasının da ayrı bir çekiciliği var.”

Doğrusu bu sözler yüreğime su serpiyordu. Demek ki ben de her Camus okuru gibi boğuşuyordum onu anlamak için.
Roman şöyle gelişiyordu: Meursault adlı başkahramanın annesi vefat etmişti.  Meursault annesinin cenazesine gitmiş, döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmişti.  Annesi öldükten hemen bir gün sonra en yüz kızartıcı eğlencelere dalmıştı. Plaja yüzmeye gitmiş, ahlakdışı bir ilişkiye girmiş, güldürücü bir filmi görmüş, gönül eğlendirmiş, sevgilisiyle sevişmişti.  Günler geçmişti. Komşusu Raymond ona sevgilisinin ihanetinden söz etmişti.  Raymond ondan intikam almak istiyordu. Meursault komşusu ve sevgilisiyle sahile giderken komşusu Raymond’ın belalılarıyla karşılaşmıştı.  Sahilde oluşan gerginlikler sonucunda Meursault belalılardan birini bir hiç yüzünden ve ağza alınmaz bir ahlaksızlık sorununu temizlemek için öldürmüştü. Bu cinayet sonunda Mersault mahkemeye çıkmış ve iç hesaplaşmalar başlamıştı.
Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir fellahı öldüren Meursault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsızlıkla izliyordu. Meursault, kavurucu güneş yüzünden, hiçbir sebep yokken bir fellahı öldürmüştü. Bu cinayeti sanki kendi iradesi dışında işlemiş ve  tutuklanmıştı. Mahkemede, sanki yargılanan, hayatı söz konusu olan kendisi değil de, bir başkasıydı. Olanı biteni anlamlandıramayan bir kayıtsızla seyrediyordu. Üstelik yaptığına bir açıklama şekli bulmaya uğraşan, bir anlam vermek için çaba harcayan avukatına da şaşıyordu. Kendisini müdafaa etmek zahmetine bile katlanmıyordu. İçinde yaşadığı hayata uygun bir biçimde yaratılmamış gibiydi. Çevresindeki her şeye yabancıydı. İnsanların ahlak anlayışlarına yabancıydı. Yargılanıyordu. Bir adam öldürmekten, annesinin ölümüne ağlamadığı ve niçin ağlamadığını açıklayamadığı için de ölüm cezasına çarptırılmıştı.
Kısaca, roman, etrafında olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir çaba harcamayan kayıtsız, vurdumduymaz Mersault’nun durumunu anlatıyordu. Yorumları okudukça topluma ayrıksı bireyin önyargılı toplumla çatışmasını açıkça anlayabiliyordum.

“Annem ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. Huzurevinden bir telgraf aldım; “Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.” Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü.”

Bu sarsıcı cümlelerle başlıyordu Yabancı.  Olay örgüsü ilerledikçe Meursault kendisine hiç vicdan azabı vermeyen bir cinayet işlemeye kadar gidiyordu kendi varoluş sürecinde. Beni sarsan Meursault’nun vicdansızlığı, bir yandan da annesinin ölümü üzerine olan kaygısızlığıydı.
Meursault’un annesi huzurevinde ölmüştü. Meursault İhtiyarlar Yurduna annesinin cenazesine giderken her türlü ayrıntıyı, havanın sıcaklığını, benzin kokusunu, sızıp kalışını, karşılaştığı insanların görünüşlerini tüm netliğiyle betimlemesi, soğukkanlılığı, bundan öte kayıtsızlığı, yaşanan şeyin/ölümün günlük hayatın sıradan parçalarından biri gibi anlatmasını yadırgamıştım doğrusu. Okudukça sevgiyi ve ayrılığı sadece alışkanlıklara bağlaması, bencilliğine mantıklı nedenler bulması, tüm bu ölüm/cenaze merasimi esnasında ölümle yüzleşmesi gerekirken ölümden başka her türlü ayrıntıyı gözlemlemesi ile farklı bir karakter çiziyordu. İlk cümle beni sarsmıştı ama Meursault’u tanımaya başladıkça onu yadırgamaya ondan uzaklaşmaya başlamıştım. Neydi Meursault’yu itici yapan? Neydi vicdan? Neydi vicdansızlık ?
Meursault’yu anlamak için Freud’ün ahlaki gelişme ve davranışla ilgili teorisi açıklayıcı olabilir miydi? Freud’un ahlaki gelişme teorisini beni bu vicdan konusunda aydınlatabilir miydi? Hiç tereddüt etmeden felsefe kitaplarıma yöneldim.

Freud’un ahlaki gelişme teorisine göre, ahlakın temelinde bir cinsiyet özdeşleşmesi vardı. Erkek çocuk için esas model baba, kız çocuk için de esas model annenin hayatlarını idare eden kurallara çocuklar da gelişmeleri evresinde tabi olurlardı. Bu kurallara karşı gelirse çocuk kendi kendini cezalandırmayı öğreniyordu. Çocukluğunda bu cezayı anne-babası verirken, ergenliğe erişen birey hiç kimsenin müdahalesi olmadan kendi kendini cezalandırmak isterdi. İşte bu vicdanın oluşması demekti. Freud’un kişilik teorisinde vicdan Superego’yla temsil ediliyordu. Ona göre, toplumun değerleri ve kurallarının kaynağını oluşturan bölüm Süperego’dur. Dolayısıyla, Süperego’da oluşan toplumsal değer ve kurallar çocuğun sosyal gelişim sürecinde edinilir. Bu süreç içinde insandaki, değer ve tutumlar da Süperego’da oluşur. Bunun sonucu olarak Süperego, bu değerlere ve kurallara uygun davranmayan bireye “yaptığın yanlış, kendinden utanmalısın” mesajlarını verir. Bu durumda birey suçluluk duyguları içine girer. Kişi kendini günahkâr hisseder.  İşte Freud’a göre, ölüm korkusu genellikle bu suçluluk duygularının bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Meursault’nun annesinin ölümüne duyduğu kaygısızlık, umarsızlık veya ölüye karşı üzüntüsünü dile getiremeyişi benim ona karşı tavır almamı sağlamıştı. Ölümü üzülünecek gerekli bir son olarak, bir kayıp olarak algılamadığındandı. Onun için ölüm, acıların sonuydu. Demek ki Meursault’nun toplum değerlerinden farklı bir ölüm bilinci geliştirmişti. O halde neydi ölüm? Neydi ölüm bilinci?

“Ölümlerden “ölüm” beğen!” adlı felsefi denemesinde Sabri Büyükdüvenci ölüm üzerine tezleri bir bir sıralamıştı. Şöyle ki,

Augustine ve Pascal’a göre ölüm, dikkatimizi Tanrı’ya yönelttiği ve O’na bağlılığımızı anımsattığı ölçüde değerlidir.

Tractatus’a göre ölüm yaşamın bir parçasıdır.

Wittgenstein ölümü yaşamın bir parçası olarak değil, ölümün yaşamın sınırı olduğunu söyler.

Ve deneme şöyle devam ediyordu: “Varoluşçular ise insanın ölüm bilincini ne göz ardı edebileceğini ne de ölüm bilincinin gerektirdiği umutsuzluk ve endişeden kurtulabileceğini düşünürler. Sokaktaki insanın günlük etkinlik ve zevklerindeki eğlence arayışı, varlığının derinliklerinde yer alan endişeyi umutsuzca ve başarısızlıkla gizleme çabasından başka bir şey değildir. Benzer biçimde yüksek değerlere ulaşma çabası içindeki düşünürün durumu da bundan farklı değil. Benzer biçimde insan ölüm bilincini yoğun olarak geliştirmeli. Sağlıklı olan budur. Ölüm bilincine azimle bağlanmadıkça yaşamın onanması olanaksızdır. Yaşamın anlam ve değer kazanması, ölümün gölgesinde yaşayan ve ölüme mahkûm bir varlık olduğu gerçeği ile hesaplaşan insanla olası. Yaşamın yüce değeri ölüm bilincine bağlıdır.(…)Ölümle açıkça yüzleşmek yaşamın anlamını yakalamaktır.” (Sabri Büyükdüvenci – Düşünen Siyaset)

Ölüm bilincinin bireyin öz-farkındalığını güçlendirdiği ve yoğunlaştırdığı düşüncesi Heidegger’in birçok varoluşçu düşünürle, özellikle Hıristiyan varoluşçular Kierkegaard, Unamuno ve Shestov, paylaştığı bir görüştür. Ölüm, insan sonluluğunun temel göstergesidir. Ölüm, ontolojik bir zorunluluktur. Ölüm bilincinin getirdiği acı ve dehşet kazandığımız değerler için ödememiz gereken bedeldir. (Ölümlerden Ölüm Beğen – Sabri Büyükdevenci) 



Turhan Ilgaz, “Ölüm bir Rüya Mıdır?” adlı denemesinde ölüm hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor:  “Düşünmeyi ölüm öğretti bize. Tanrı’yı ölümden yarattık. Bütün uğraşlarımız, didişmelerimiz, eylemlerimiz, en soylusundan en reziline kadar, ölümü ötelemek içindir aslında. Biz yaşam kavgası vermeyiz, ölmemek için debeleniriz bir ömür boyu…”


Camus’ye göre ölümün bir öcü gibi görünüşü, kültüreldir; yorumdan, eğitimden, dünya görüşünden gelir. Ölüm gerçektir ve bizim yorumlarımıza kayıtsızdır. Ölüm içimizdeki sonsuzluğun bir parçasıdır. Ölürüz. Bedenimizin olanağı tükendiği için ölürüz.

Ölüm, her canlının yazgısıdır. İnsanların yanı sıra ağaçlar, balıklar, kuşlar da ölür. Bakın Albert Camus “Başkaldırma ve Sanat” adlı denemesinde insanın çelişmesini şöyle açıklıyor:

“İnsan dünyayı, olduğu durumuyla yadsır; ondan kaçmaya da yanaşmaz. Gerçekte, insanlar dünyaya bağlıdırlar ve çoğu da onu bırakıp gitmeyi istemez. Onu unutmayı istemek şöyle dursun, tersine, yeterince onu elde edemedikleri için acı çekerler;  kendi öz vatanlarında sürgün yaşamı yaşayan, tuhaf dünya vatandaşlarıdır şu insanlar.”

Bu noktada Meursault’nun ölüme bakış şekline odaklanabiliriz. Meursault, topluma yabancılaşmış bir karakterdir. Bu karakteri topluma yabancılaştıran ise toplumun onu dışlaması ya da ona farklı davranması değil, Meursault’ın kendi umursama tarzı, kabullenmişliği, seçimleri ve düşünce tarzıdır. Toplum Meursault’a herkesle aynı şekilde davranmıştır. Ancak Meursault toplum tarafından beklenmeyen şeyler yapmayı seçmiş ve toplumdan bu davranışları sergileyerek kendisini ayırmış ve yabancılaşmıştır. Sergilediği bu hareketler arasında annesinin ölümüne üzülmemesi, hatta annesinin tabutu önünde kahve ve sigara içmesi en önde gelenidir.
Meursault’ı yabancılaştıran sadece cinayet işlemesi veya annesinin ölmesine önem vermemesi değildir, onlar en belirgin olanlarıdır. Genelde onun umursamaz olduğunu söyleyebiliriz.  Ancak onu biraz daha ayrıntılı incelersek bu karakterin daha farklı olduğunu ve insanları gözlemleyen bir yanı olduğunu görürüz. Örneğin, Meursault Celestelerin lokantasında yemeğini yerken tanımadığı bir kadın lokantaya girer, onun masasına gelir ve ondan izin alarak masasına oturur. Kadın masadan kalkana kadar, yemek yediği zaman dâhil, devamlı bir dergide bir şeyler işaretler.  Meursault’la aralarında hiçbir konuşma geçmez. Ama kadını bize en ince ayrıntılarıyla anlatır. Hareketlerinin kesik kesik olduğunu, elma gibi ufacık yüzünde gözlerinin ışıl ışıl olduğunu, ceketini çıkarıp, oturmasını, telaşlı telaşlı yemek listesine bakışını, yiyeceği yemekleri teker teker aceleci bir sesle ısmarlamasını, çerezleri beklerken çantasını açtığını, ufak bir kâğıtla bir kurşunkalem çıkarıp önceden yemeklerin hesabını yapışını, yemek parasını bahşişle birlikte önüne koyuşunu, o sırada önüne konan çerezleri sanki arkasından atlı kovalıyormuş gibi hepsini yutuşunu, yine yemeği beklerken, çantasından mavi bir kalemle haftanın radyo programlarını veren bir dergi çıkardığını, büyük bir dikkatle, hemen bütün yayını bir bir işaretlediğini, bu işi yemek boyunca titizce yaptığını, sonra kalkışını, şaşmaz otomat davranışlarla ceketini sırtına geçirip çıkışını anlatırken Camus burada ayrıntılara girer. (Yabancı, sayfa:49 Romanın sonlarına doğru mahkemede Meursault, kadını o günden beri hiç görmemiş olduğu halde, binlerce kişinin arasından o kadını tanır, hatta Meursault idam kararının sonucunu öğrenmek için mahkemeye girdiğinde binlerce kişinin arasından ilk o kadının suratına bakar ve kadının ona bakmadığını görünce idam edileceğini anlar. Eğer Meursault umursamaz biri olsaydı bu kadını hatırlar mıydı? Meursault’ın da herkes gibi değer verdiği şeyler vardır, ama o insanların genelde önemli bulmayacağı şeylere değer vermeyi seçmiştir ve bu yüzden yabancılaşmıştır.
Albert Camus’nün Meursault karakterini yabancılaştıran başka bir özelliği ise kabullenmişliğidir. Zaten annesinin ölmesine üzülmemesinin asıl nedeni de bu kabullenmişliktir. Bu onun davranışlarında çok etkili bir faktördür. Romanda Marie karakterinin Meursault’a evlenme teklifi etmesine bir bakalım. Burada Meursault Marie’ye onu sevip sevmemesinin önemli olmadığını ve başka birisi de  ona evlenme teklifi etse kabul edeceğini onun için evliliğin bir anlamı olmadığını söylüyor. Bu kelimeleri çoğu insan umursamazlık olarak algılayabilir, ama Meursault’nun bu davranışı tamamen kabullenmişlikle ilgilidir. Meursault nasıl olsa bir gün öleceğini kabullenmiştir ve öldüğünde evli olup olmamasında bir fark görmediği için bu cevabı vermiştir.
Meursault gibi kabullenmiş bir karakter neden öleceğini öğrendikten sonra yalnız kalmak ister ve üzülür? Sonuçta onun için fark etmemesi gerekmez mi?” Doğru, bunun fark etmemesi gerekir, ancak o yıllar sonra öleceğini kabullenmiştir. Önünde daha yaşanacak yılların olduğunu düşünürken birden ölümünün birkaç hafta içinde olacağını öğrenince üzülmüş ve yalnız kalmak istemiştir. Bu onun kabullenmişliğini kanıtlar. Ancak Meursault her insanın kabul ettiği şeyler yerine hemen hemen hiç kimsenin kabullenemediği ölüm gerçeğini de kabul etmiştir. Kendisinden uzaklaşmış bir bireyken, ölüme yaklaştıkça kendine karşı farkındalığı artmıştır. Toplumun onu yargılayışı ve bu yargılanma sonunda kendisini sorgulamasıyla Meursault hayata başka bir açıdan bakmaya başlar. Peki Meursault’ı bu kabullenmeye kim zorlamıştır? Tabii ki kendisi ve bu kendi seçiminde yine onu yabancılaşmaya iten faktörlerden biri olmuştur.
İşte bu noktada Camus’nun “absürd” (saçma) kavramı ortaya çıkar. Meursault Camus’nun “absürd” kavramını ete kemiğe büründürdüğü karakteridir. Varoluşçu felsefeye göre Camus ölümü yaşamın parçası olarak doğal karşılamaktadır. Camus absurd kavramını Meursault’nun ağzından “…bence bir” cümlesiyle işler. Birçok cümlenin ardından gelen “…bence bir” ifadesiyle Meursault’un hayatında bir şeyin olsa da olur, olmasa da olur şeklinde yaşanmasına tanıklık ederiz. Tamamen tepkisizdir, edilgendir, hayatı uzaktan seyreder.
Maire’nin beni seviyor musun sorusuna: “Bu anlamsız bir şey, ama sanırım sevmiyorum.”                diyerek cevap verir. Marie’yi sevmiyordur ama Marie isterse onunla evlenebilir, evlilik ciddi bir şey değildir. Her şeye karşı tepkisi budur :  “bence bir…” Hiçbir şey ciddi değildir bu hayatta.
Bir adam öldürür. Hiç bir şey hissetmeden. Nedeni de gökte kendisini terleten ve rahatsızlık veren güneştir. Tutuklanır. Sorguya çekilir. Tüm sorgulama sırasında kendisini bir oyunda gibi hisseder. Önce, onun için konuşmaz, içine kapanık bir adam dediklerini avukatından öğrenir. Bu konuda “Söyleyecek pek bir şeyim yok da ondan konuşmam”, diye karşılık verir. Avukatı bunun yerinde bir neden olduğunu sonra, bunun pek öyle önemli olmadığını söyler. “Beni asıl ilgilendiren, sizsiniz,” deyişini avukatının bu sözle ne demek istediğini pek anlayamaz, ama sesini de çıkarmaz. Sorgu yargıcının ona sorduğu ciddi sorulara değil de onun siz‘den sen‘e geçerek hitap etmesine takılır. Pişmanlıktan çok bir çeşit sıkıntı yaşar. Hapisteyken ilk başlarda zorlansa da bu sıkıntısını aşmanın yolunu bulur. Buradaki kayda değer en değerli fikir: Cezalandırmanın felsefesini algılamış olmasıdır: Yoksun bırakma.
Şöyle yakınır Meursault:
“Tutukluluğumun başlarında, bana en ağır gelen şey, özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin, içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliveriyordu. (…)Ama bu, ancak birkaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum.” Meursault sıradanlaşmıştır. Hapishanedeyken zaman kavramını kaybeder; hücresinde geçirdiği beş ay kendisine “yaşanan aynı gün” gibi gelir. Adliye sarayına geldiğinde ve mahkeme süreci başladığında kendisine gösterilen aşırı ilgiye şaşırır.  Gazeteciler aracılığıyla kendi suçunun gündemde daha iyi şeyler olmadığı için gazetelerde maksatlı haber yapıldığını öğrenince daha daha şaşırır.(“Biliyorsunuz, sizin davayı biraz da biz hazırladık. Bilirsiniz, yaz mevsimi gazeteler için ölü mevsimdir. İşe yarar türden bir sizin olayınız vardı, bir de baba katilinki” (s.80)
Mahkeme sırasında sorgulanışı Meursault’un annesinin cenazesindeki davranışlarına dayanır. Ve Meursault ilk defa suçlu olduğunu anlar. Bir şeyi daha anlar:  Bir adamı öldürmekten çok, anasını gömdüğü için idama mahkûm edilmiştir. Tüm bu zaman içinde Meursault olayları sadece izlemiştir. Tüm dava boyunca edilgendir, tek kelime etmez. Söylemek ister ama söyleyebilecek tek sözü de yoktur.
Bu noktada Kafka’nın Dava romanına bakalım isterseniz:
1914 yılında yazdığı, başyapıtlarından biri sayılan Dava’da Kafka bir suçluluk öyküsü anlatır. Adalet yüce ve güçlüdür oysa roman kahramanı Josef K. güçsüz bir bireydir. Dünyanın sarsılmaz mantığı fazla güçlüdür. Kendi ile baş başa olan birey bu gücün karşısında edilgendir. Yasalar önünde dirençsiz kalır insan. Yasalar sorgulanamaz. Yabancı’da aşağıdaki ifadeler adaletin sorgulanmayışına gönderme yapar. Yargıcın önüne çıkmak bir hükümdarın önüne çıkmak gibi insanın kendinden üstünde bir makama çıkmaktır. Bir güce sorgusuz sualsiz teslimiyettir.
1) “Yasalar çok iyi yapılmıştır” (s.63)
 2) Savcının elinde ağır basan bir kanıt olur. (s.64)
 3)”Şimdiye kadar mahkemelere düşmediniz besbelli” (s.65)
 4) “Sorgu yargıcının önüne çıkardılar.” (s.65)

Otuzuncu yaş gününde Josef K. sabah iki adam tarafından tutuklanır. Dava doğum günü sabahıyla başlar. Tam bir yıl sonra, otuz birinci yaş gününde de suçlu bulunup ölüm cezasına tıpkı Meursault gibi mahkûm edilir. Dava da Yabancı romanı gibi bir yılı anlatır. Her iki romanda da sanıkların suçlu bulundukları andan itibaren yargılanış ve cezanın hükmü süreci işlenir. K.’nın dokunulmaz adalet sistemi karşısında kendini yok ediş öyküsüdür Dava. Anlatıda anlam bulanıktır. Meursault da annesinin cenaze töreninde gerçeklik algısında bir bulanıklık yaşar. Oradaki varlığına pek inanamaz ama fiziksel kaygıları baskın çıkar. Dışarıdaki dünyadan çok kendi yorgunluğuna, belinin ağrısına odaklanır.

Dava okura garip duygular yükler. Dava bir kez başlamıştır; her önüne çıkanı yargılayacak, onu yasalarıyla edilgenleştirecektir. Romanın başlarında Josef K için bir çıkış kalmadığını anlarız. Bu duygu bizi isyana sürükler. Kafka Dava’yı anlatırken saptırılmış bir gerçeklik duygusu yaratır. Örneğin ilk bölümde yandaki odada sorguya çekilme sahnesi bir düş gibidir. Sanki kahraman her an uyanacak ve bu kâbustan kurtulacaktır. Kafka hep okurun gerçeklikten şüphe duymasını sağlar. Josef K gerçeklikten koptukça okur olarak biz de kopmaya başlarız. Gün normal seyrinde devam etse de karanlık bir gölge hep hissedilir.
Camus de bu tutkusuz, hissiz, edilgen adamı, kendisi dışında kalan her şeyi önemsizleştiren, absürdleştiren, onları hiçleştiren, bu adamı ölüme mahkûm eder tıpkı Kafka gibi. Kurallar ya da toplum Meursault’u cezalandırmıştır tıpkı Josef K’yı cezalandırdığı gibi.  Ve Meursault ilk defa önemli olan şeyi keşfeder: Ölümü.
Ölümle yüzleşen Meursault, ölümle hesaplaşır:
“Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü her iki halde de, pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şey böylesine açık değildi…”
Her şeyden emindir, isteklerinden, yaşadığından, ölümden… Tanrı’yı uzağına atmıştır. Papazla konuşurken ve kendi haklılığını ispatlamaya çalışırken ilk defa gibi olmayan, “tam bir his yaşar: Öfke. Bu öfkeyi dindirdiğinde geriye hiçbir duygu kalmaz; ölümü kabullendiğinde, eski kayıtsızlığına, mutluluğuna geri döner, çünkü umut etmekten vazgeçer.
Roman bize toplumu uzağına almış bir adamın toplumuna yabancılaşmasını ve bu seçimi yüzünden toplum tarafından cezalandırılışını anlatır Saçmayı anlatır. Saçma kavramını/duygusunu işleyen felsefesinin temeline insan ve yaşam sevgisi yerleştiren ve yaşamın yaşanmaya değer olduğu sonucuna ulaşmış bir yazar olarak Camus, sanki Meursault’un her şeyin anlamsız olduğunu özetleyen son anlarındaki düşüncelerine bir cevap verir ve saçma kavramını/duygusunu aşmak için Başkaldıran İnsan’ da şöyle önerir:
 “Saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu  kesmek düşüncesiyle kalamaz insan. Çünkü her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını söylemek, her çeşit  değer yargısını ortadan kaldırmak demektir. Ama yaşamak bile kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer verilmesi söz konusudur.” s.19 Başkaldıran İnsan, Albert Camus, T. Yücel çevirisi
Özetle Camus, her şeyin anlamsız olduğunu söyleyen bir karakter yaratarak aslında bunu söylemenin/yazmanın bile bir anlamı olduğunu, yani anlamsızlığın olmadığını söylemektedir.
Camus üzerine incelemesini l959’da yayımlayan John Cruickshank’ın Albert Camus ve Başkaldırma Edebiyatı’nda şöyle bir yorum yer alır:
Camus “insan”ı, “birey”i kurtarmaya çalışmasıyla ahlakçı, insancı bir düşünür olarak değerlendirirken ona iki yönden bakmamız gerektiğini söylüyor: biri vicdan sahibi, mert bir adam olarak; öteki, kurnaz, yerici, zeki bir kafası olduğu halde sağduyudan şaşmayan bir aydın olarak görür. Onu, büyük Fransız moralist’lerinin bir devamı olarak ve çağında insanlığa taşıdığı değerler bakımından ele alıyor. Sartre gibi Camus de, “burjuva yalancılığından, ekonomik sömürmeden, sömürgecilikten, ırk ayırımından, Franco’nun İspanya’sından iğrenir. Bilimin ve tekniğin gittikçe gelişmesiyle l9. yüzyılın ortalarından başlayıp yirminci yüzyılda bütün ağırlığını duyuran ve insanı uyumsuzluğun içinde yabancılaştıran, bir nesne durumuna düşüren, insanı bir nesne konumuna sokan duruma karşıdır. İnsansal değerler adına savaşırken “birey”i yüceltir. John Cruickshank Camus’nün tarihteki rolünü şöyle açıklıyor:
 “Onun gördüğü, bizim de gördüğümüz ve onun çarçabuk ele alarak çözmeye çalıştığı temel olay buydu. Çağımızdaki insan ıstırabı sorunu. Böyle bir dünya ile karşılaşan Camus kendini aşağı ve yetersiz buldu, ama gözlerini kapatmak istemedi. İnsanlara yapılan işkenceleri ve beyin yıkamalarını, yığın halindeki sürgünleri ve bilimsel insan öldürme makinelerini, ırk ayrılıklarını ve halk mahkemeleri’nin acele kararlarını, hepimiz, yaşamamışsak bile başkalarından okuduk, biliyoruz. Gerçekten korkunç olan şey bu olayların kendileri değil, bunların amaçlarının insan mutluluğu olduğunu savunan ideolojiler adına zaman zaman savunulmalarıdır. Bundan ötürü Camus’nün yapıtlarını yarattığı çağ bir moral ve düşünsel karışıklık ve sarsıntı çağıdır. Aynı değerlere birbirleriyle savaşan o kadar çok dava sığınmıştır ki bu değerler sonunda bütün anlamlarını yitirmiştir. İçinde bulunduğumuz yüzyılın hikâyesi, geleneksel insancıl tasarılara karşı gittikçe artan korkunç vurguların hikâyesidir.”

Raşel Rakella Asal
26 Ocak 2011


Kaynakça
Ahmet İnam, Olabileceğini Olmada Ölümün Yeri, , Düşünen Siyaset, Ölüm sayısı, Esin Sanat ve Felsefe Yayıncılık, Mayıs 1999
Sabri Büyükdüvenci, Ölümden Ölüm Beğen! , Düşünen Siyaset, Ölüm sayısı, Esin Sanat ve Felsefe Yayıncılık, Mayıs 1999
Turhan Ilgaz, Ölüm bir Rüya mıdır? Düşünen Siyaset, Ölüm sayısı, Esin Sanat ve Felsefe Yayıncılık, Mayıs 1999
Murat Yıldız, Ölüm Kaygısıyla Dindarlık, Düşünen Siyaset, Ölüm sayısı, Esin Sanat ve Felsefe Yayıncılık, Mayıs 1999
Memduh Balaban, Albert Camus, Yeni Dergi, Mart l966, Sayı l8, De Yayınevi
Asuman Kafaoğlu-Büke, Kafka ve Yabancılaşma, www.yazinsanati.com
Suzan Başarslan, Yabancı, www.derinduşunce.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder