‘Başarısızlık şairin en büyük korkusu ve
karşısında hayal gibi duran sürekli arkadaşıdır.’
Dave Smith
1932’de
Boston’da doğdu. Doğuştan yetenekli, çok disiplinli ve çalışkan bir
öğrenciydi. Smith College’indeyken
başarı üstüne başarı elde ediyordu.
Katılıp da kazanmadığı şiir yarışması neredeyse yoktu. Edebiyat dalında
çok üretken bir yazar olmaya çalıştı.
Olaylar, herkesi etkilediğinden daha fazla etkiledi onu. Cambridge
Üniversitesine romancı Olive Higgins Prouty tarafından sağlanan burs sayesinde
girdi. Burada İngiliz edebiyatı üzerinde yüksek lisansını aldı. Prouty onun
sürekli dostu ve gözetmeni oldu. 1953’te
‘Mademoiselle’ dergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik ödülü aldı. Ödül olarak bu dergide bir ay konuk yazı
işleri müdürlüğünde çalıştı. Akademik
kusursuzluğu rahatsız edici boyutlara vardı.
Daha iyi yazma hırsı onu yetenekleri konusunda kuşkularının artmasına
neden oldu. Çalıştığı bu ortam onu zamanının ünlü yazarları ile tanıştırdı,
onlarla yakınlaştı. Kendine güveni
sarsıldı. İyi bir yazar olma hırsını
taşıyordu. Dev isimler arasında bulunmak onlarla yarışmak gereğini duymak
dehşete kapılmasına ve tüm yaşamını etkileyen çelişkilerini geliştirmesine
neden oldu. Harvard Üniversitesi yaz okuluna yazarlık kursuna kabul edilmemesi
onu ruhsal bunalıma itti. Çeşitli elektroşok tedavilerinden sonra intihara
kalkıştı. 14 Temmuz l953 yazında geçirdiği ruhsal
çöküntüden önceki son günce girişi şöyle:
“Bir öykü oku: Düşün.
Yapabilirsin. Dahası, yapmalısın,
uyku sırasında sürekli kaçmamalısın- ayrıntıları unutmamalısın-, sorunları
umursamazlık etmemelisin- kendinle dünya arasında ve bütün parlak zekâlı neşeli
kızlar arasında duvar çekmemelisin -:Lütfen düşün- kurtul bundan. İnan, sınırlı benliğinden daha yüce yararlı
bir güce: Tanrım, Tanrım, Tanrım: Neredesin?
Seni istiyorum, ihtiyacım var:
Sana ve sevgiye ve insanlığa inanmaya.
Böyle kaçmamalısın.
Düşünmelisin.”
Ruhsal
çöküntüsüne ilişkin elektrik şokları içeren tedavisi bittikten sonra 1954’te Smith
College’e geri dönüp daha önce kendisinden başka kimseye verilmemiş özel bir
başarı belgesiyle mezun oldu. Daha yürekli ve daha sevecendi. Birkaç şiir ödülü
aldı. 1955’te mezuniyetinden sonra
Fullbright bursu kazanarak Cambridge’deki Newriham College’e geçti. Orada genç İngiliz şair Ted Hughes ile
tanıştı. 1956’da Dostoyevski’nin yapıtlarındaki ‘çift kişilik’ üzerine
hazırladığı tezle mezun oldu. Bu
tezdeki başarısı ile okulun bütün ilgisini üzerine toplamıştı. Edebiyat eleştirmenlerince tezinin konusu
olan ‘gerçek’ ve ‘sahte’ sorunuyla ne denli boğuştuğunun göstergesi olarak
yorumlandı.
Sylvia, ailesinin ilk çocuğudur. Babası Otto Plath, Boston Üniversitesinde
hayvan bilimcisi (zoology) ve Almanca öğretmenidir. Sylvia’nın doğumundan iki yıl sonra erkek
kardeşi Warren doğar. Alman göçmen Otto
Plath, aynı zamanda örümcek ve akrep gibi hayvanlar üzerinde makaleler ele
almış, arılar hakkında da bir kitap yazmıştır.
Avusturya göçmeni anne Aurelia Plath’in geniş entelektüel çevre içinde bulunması
onu çocuklarının eğitimi üzerinde
iddialı ve hırslı olmaya iter. Sylvia
Plath’in (Sylvia Plath: Bir biografi) hayatını kaleme alan Linda
Wagner-Martın’e göre baba Otto Plath çocuklarına karşı son derece katıdır. Onlara pek zaman ayırmaz ve mesafelidir. Çocuklarının tek sevgi kaynağı
anneleridir. Sylvia Plath’in kısa
yaşamında annesine yazmış olduğu üç yüze yakın mektup bunun en belirgin
örneğidir.
1940
yılında, Sylvia sekiz yaşındayken babasını kaybeder. Babası ihmal ettiği ve tedavi
olmadığı şeker hastalığının kangrene çevirmesinden dolayı vefat etmiştir. Baba kötüye giden sağlık durumunu ailesinden
saklamıştır. Bu ani ölüm karşısında anne
Aurelia Plath eşinin çalıştığı Boston Üniversitesinde steno ve sekreterlik
dersleri vermeye başlar. Bu tarihten
itibaren ailenin maddi sıkıntıları hiç bitmez. Fedakâr, mükemmeliyetçi bir
kadın olan annesi kızından da ‘en iyisi’ni ister. Kızından esirgediği anlayış ve empati Sylvia
Plath’in ruh sağlığını gittikçe kötüleştirir. Annesinin desteğiyle
okulun önde gelen öğrencilerinden olsa da okuldaki başarısı bile altüst olan
ruhsal dengesini onarmaya yetmez. 1953’te yirmi bir yaşındayken fazla dozda
uyku hapı alarak ilk intihar girişiminde bulunur.
Baba imgesi
en belirgin imgelerindendir. Babası ile hep
sorunlar yaşamıştır. Plath, baba ile
yaşadığı iletişimsizliğin izlerini l963 yılındaki intiharına dek hep içinde taşır. Bu çekişme Plath’i manik depresif, şizofren,
içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara yatkın bir duruma getirir. Sylvia
Plath babası ile olan bu olumsuz ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan
Nasyonal Sosyalizm ve lll. Reich rejimi ile özdeşleştirir.‘Babacığım’ şiirinde
babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren
şair, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi
bir kıza benzetir. Bu konuda diğer bir
yorum, Sylvia’nın babasına beslediği öfkenin kaynağının, babasının erken yaşta
ölerek onu yalnız bırakmasına karşı babasına duyduğu sitem olduğudur. Baba
kendisi öldüğü için o da şiirinde babayı öldürecek, böylece ondan
bağımsızlaşacaktır.
‘Dikenli tellere takıldı kaldı / ich,
ich, ich, ich / Güçlükle konuşurdum / Her Alman’ı sen sanırdım / Hele o yüz kızartıcı dilin’
Plath’in, babasına duyduğu
öfkenin boyutları oldukça korkutucudur.
Bu öfke yer yer karşılanması zor bir intikam duygusuna dönüşür. Bu duygunun baskınlığı Plath şiirlerinde
cinayet işleme isteği formunda açığa çıkar:
‘Babacığım öldürmek zorundayım seni... / Ben
zaman bulamadan ölüverdin...’
Yaşamı
boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nin intiharından önce yazdığı ve
geniş yankılar uyandıran ‘Babacığım’ şiirinin son dizelerinde artık önü
alınamaz bir hale gelir:
‘Baba,
baba, seni piç / Artık seninle işim tamamen bitti’
Hayatına girmiş ya da hayatını
belirlemiş erkekleri tehdit eder bir bakıma bu şiirinde. Öldürmek istediği eril ideoloji ve faşist
patriyarkadır. Yaşamındaki tüm haksızlıkların sorumlusu olarak gördüğü babasına
Yahudi tutsaklar üzerinde biyolojik deneyler yapan Alman doktorların kimliğini
yakıştırır bu şiirinde. Babayla buluşma
onu ölüme çağırır, ancak yeniden doğuşa da bir davetiyedir. Bu yeniden doğuş sayesinde, erkekleri yiyen yamyam
bir cadıya dönüşecektir.
‘Ben
diriliyorum, kalkıyorum işte / Küllerin arasından, kızıl saçlarımla / Ve insan
yiyorum hava solurcasına’
1956’da Ted
Hughes’la evlendi. Karı koca şairler,
dünya görüşlerini, yazınsal kaynaklarını
paylaşırlar, birbirlerini eleştirirler. O güne değin Plath teknik üstünlüğe ermiş,
şiirlerini zekice yapılandırmıştı.
Kullandığı sözcükleri özenle seçmeliydi, hatta sürekli yeni sözcük türetiyor, şiir içinde ölçüye
dikkat ediyordu. Tek sıkıntısı yavaş
üretmesiydi. Daha üretken olmak için
üzerinden baskıları atmalıydı. Şair
kocası ona çeşitli yazma alıştırmaları gösterdi, yeni konular bulabilmek için bilinç dışına
ulaşmanın yöntemlerini denemesini önerdi.
Plath, kocası Ted Hughes’i tıpkı babası gibi putlaştırıp onun beğenisini,
onayını bekliyor ve şiirlerini ona sunarken çok heyecanlanıyordu. Kocası YMHA Şiir Merkezi İlk Basım Ödülü
aldığı zaman annesine yazdığı bir mektupta şöyle diyordu.
“Yayımlanan kendi kitabım olsa daha
mutlu olmazdım... Aramızda rekabet diye bir şey yok, yalnızca karşılıklı sevinç ve ödül kazanan
yapıtlarımızı ikiye katlama duygumuz…”
“...hiçbir zaman olmadığım gibi şiir
yazıyorum; en iyilerini. Kendi içimde güçlüyüm ve dünyada benim dengim olabilecek bir adama âşığım...”
Oysa aralarında büyük bir rekabet olduğu
kesindi. Plath ve Hughes’ın şiir anlayışları
tamamen birbirlerinden farklıydı. Hughes
akılcı şiirler yazmak peşindeydi, Plath daha tutkulu ve duygusal şiirler
yazmaktan yanaydı. Hughes edebiyat
alanında alkışlanırken Plath’in öfkesi kınanıyordu. Plath iki çocuk annesi biri gibi hanım
hanımcık yazmıyordu, oysa Hughes tam cinsel kimliğine uygun, yani ‘adam gibi’
yazıyordu. Ayrıca Hughes, Sylvia Plath’in eşi olarak karısının tüm yayın haklarını
elinde tutuyordu. Hatta onun toplu
şiirlerinin kapağına ‘Ted Hughes tarafından yayına hazırlanmış ve sunulmuştur.’
diye yazılmasına Sylvia Plath’in engel olmaması, Plath’in Hughes’ı gözünde ne derece büyüttüğünün
göstergesidir.
1957
yılında Cambridge’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra kocası ile Amerika’ya
döndü. Boston’da Robert Lowell’in verdiği şiir yazımı seminerine katıldı. Lowell’dan etkilendi. Daha az kontrollü, biçimde daha bireysel ve
son derece kişisel yaşantılarının özgürce yansıtıldığı şiiri tanıdı, benimsedi.
1957-1959
yılları arası ‘The Red Book’ (çocuk şiiri) ve ‘Johnny Panic’ ve ‘In the Bible of Dreams’ adı altında öyküler
yazdı.
1960’ta ilk
şiir kitabı ‘The Colossus’ yayımlandı, çok olumlu eleştiriler aldı. Uygarlık
sembollerinden biridir Colossus. Bu
heykel Rodos Liman’ının girişinde bulunan
Yunan mitolojisinden Güneş Tanrısının heykelidir. Antik dünyanın yedi harikasından biri olarak
kabul edilir. Bu heykel MÖ 224 yılında
bir deprem sırasında yıkılmıştır. Gösterişli
biçimde büyük, ezici ve insanları küçümseyen bakışlar fırlatan bu heykeli, Sylvia Plath ‘The Colossus’ şiirinde babasıyla
özdeşleştirirken bir yandan da varlığını ‘anıtlar’ dikerek süsleyen uygarlığı
eleştirir. Bazıları da şiirde verilen ‘parçalanmışlık’ duygusunu dünya
savaşlarının ardından insanlığın uğradığı kişilik bölünmesi olarak da
yorumlamışlardır. Babasını bu heykel
gibi paramparça görür; tıpkı onun gibi ‘taş
gibi soğuk’ ve ‘yıkık.’ Şöyle ifade eder:
“Seni hiçbir zaman bütünüyle
birleştiremem artık, / Kırık parçalarını uçuca getirip, yapıştırıp.”
Yarı
otobiyografik olan tek romanı Sırça Fanus’ta, 1950’lerin Amerika’sında kadın
olmanın ne anlama geldiğini de sorguladı.
Sırça Fanus imgesi kadını çevreleyen toplumu ifade ettiği kadar, kadının
toplumun onu koyduğu yerden çıkışsızlığını da dile getirir. Fanusta yaşamaktan kurtulmak için ölmek, bu
rüyadan uyanmak gerekir. Ama orada ölmek
de yaşamak kadar zordur, çünkü ölmek ‘bir sanattır, her şey gibi.’ Bu romanında
1953’teki ruhsal bunalımından yola çıkarak ‘ben’ini bütünlemeye çalışan ve
kendine özgü yeni bir benlik arayışı içinde olan yazarlık yeteneğine sahip genç
bir kadının öyküsünü anlatır. Bu kitapta
bir çıkış yapacağını ve adının tanınmış yazarlar arasında anılacağını ummuştu. Bu başarısızlık onu roman yazmaktan
ürkütür. Tekrar dergilere kısa öyküler
yazmayı sürdürür.
‘Bir gün
bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla
sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki içinde ölü bir kelebek gibi
tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.’
Evliliğinden
iki çocuğu olur. Ancak aradığı
dinginliği bir türlü kocasından bulamaz. Evlilikten beklediği koruyucu erkek
imgesi, yerini ev işleri ve mutfak alır. Hatta intiharını da mutfakta
gerçekleştirir. Evlilikten aradığını bulamaz. Bu beraberliği yapay, dayanılması
zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler ‘Aday’ şiirinde. Evlenmeyi
düşünenlere ya da evlenmiş olanlara bir öğüt niteliği taşır şiir:
“Çay getirecek / Baş ağrılarını geçirecek ve
ne dersen yapacak / Bir el / Evlenir misin /
Garantisi var”
Yaşamına
eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı Plath’in ruhsal
durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir.
Plath’in dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki
komplekslerinin kocası Ted Hughes üzerinde bir baskı oluşturmasına neden olmuş
ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer rakip olarak
algılamıştır. Bu korkunun izinden giden
Sylvıa, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal
bunalımlarının artmasına yol açar.
Kendisini hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği ‘Sırça Fanus’ta
kocasının bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre
uğrar ve kitaptan çıkarılır. Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve
ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler.
Böylece şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur. Plath, kocasının da
bulunduğu evini, canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:
“Pek yakında, evet pek yakında / Mezar
inimin yediği etim / Gene üstümde olacak eve gittiğimde”
Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’ı korumasız
bir gemiye ya da koruması gereken bir gemiye saldırıda bulunan II. Dünya Savaşı Japon intihar uçaklarına
benzetir:
“O ince / Kâğıtsı duygu / Sabotajcı / Kamikaze
adam”
Sylvia, aldatılan her kadın gibi Ted Hughes’e
boşanma davası açar. Mahkeme sürecinde
edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu kararlarından vazgeçirmek
için arabuluculuk yaparlar. Ted Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür
diler, ancak her bağışlama yeni bir aldatma ile sonuçlanır. Hughes, Sylvia’dan
vazgeçemediği kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen
kadınlardan da vazgeçemez. Bir süre
sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar. Bu arada Slyvia Plath’in şiirlerini okuyan
bir basımevi sahibi bu şiirleri basar.
Bu şiirleri İngiltere’de olumlu karşılanır. Ancak bu başarı bile Sylvia’yı intihardan
kurtaramaz. 1963 yılında iki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler
diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter,
kızı Freida’nin başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına
sokarak intihar eder. Yanı başında üstünde doktor çağrılmasını isteyen bir not
duruyordu. Takip eden yıllar boyunca
mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir.
1962’de bir
kadınlar koğuşunda geçen manzum kısa oyunu ‘Three Women’ (Üç Kadın)’ı küçük oğlu Nicholas’ın doğumundan hemen sonra
radyo tiyatrosu için yazdı. Ted Hughes evi terk etmişti. Eleştirmenler, bu
şiirsel tiyatro metnini şiir açısından onun en kusursuz ve en dokunaklı şiiri
olarak değerlendirmişlerdir. Metin üç ayrı kadının konuşmalarından
kurgulanmıştır. İlk kadın normal bir
doğum yapmıştır. İkinci kadın ise düşük
yapmıştır. Üçüncü kadın çocuğunu
evlatlık vermeye karar vermiştir. Bu üç
kadın aracılığıyla, kadın duyarlılığının yansıtıldığı bu kadın deneyimleri bize
bir söylev gibi ulaşır. Evlilik, erkekle
kadın ruhları tarafından lanetlenmiş bir evde birlikte yaşamak olarak
resmedilir:
“
(...) Ellerim / Bu malzemenin üstüne güzel işlemeler yapar. Kocam / Bir kitabın
sayfalarını çevirir de çevirir.
/ İşte şimdi evde birlikteyiz, akşam saatleri.”
Bu aile
tablosu mutsuzluğun resmidir âdeta. Aile
kurumuna olan tepkisi çok sert ve katıdır. Gene aynı şiirde kadının içine
kapatıldığı erkek dünyasına tepkiyle yaklaşır:
“Ben birinin karısıyım”
Kocasının
kendisini terk etmesinden sonraki sekiz ay boyunca ‘öfke ve yoğun kararlılıkla’
yazdı. Son aylarında ‘Hayatımın en güzel şiirlerini yazıyorum.’ demişti ve
gerçekten de yazmıştı. Öfkesiyle yapacak
bir şey bulmuştu: Şiire sarıldı ve şiir
yazdı. Kendi dünyasına başı dik olarak
gitmenin bir aracıydı öfke. Son şiirleri,
tamamen onu travmaya iten olayların bir dökümü, bir itirafıdır. Öfkesinden
kendini doğuran bir şair oldu. Travmasıyla yüzleşme alanı olarak sanatını
kullandı. Gücünü çok iyi şiir yazdığının bilincinde olmasından aldı. Şiirleri ile adını yaratacağından (‘yeniden
doğuş’) emindi. Özgeçmişini ele alan
yeni bir romana başlamıştı. Bu roman da
yeniden doğuşun coşkusu ile bitecekti.
1963’te en güçlü on şiiri Encounter dergisinde
yayımlandı ve çok büyük ilgi gördü. 1965’te son şiirlerinden oluşan ‘Ariel’ İngiltere’de yayımlandı. 1966’da Robert Lowell’in
desteği ile ‘Ariel’ ve 1971’de ‘Sırça Fanus’un Amerika’da yayımlanması ile,
kadın özgürlük hareketlerinin sembolü oldu.
M. L.
Rosenthal, onun şiirini ‘giz dökümcü’ (confessional) olarak niteleyince
‘tanımlara, etiketlere sığmak istemeyen Plath de sonunda bir gruba ait
oldu. Ona yakıştırılan ‘giz dökümcü’
etiketi birçok eleştirmen tarafından benimsenmiştir.
1981’de Toplu Şiirler
(The Collected Poems) yayımlandı.
Bu kısa yazın hayatına sığdırmayı başardığı
onca şiir, mektup, günce, öykü, oyun ve romanlardan Crossing the Water 1971,
Winter Trees l972, Letters Home 1975, Toplu Şiirler 1975’te yayımlanmıştır.
1982’de
‘Journals’ (Günceler) yayımlandı ve kısa bir süre sonra Pulitzer Ödülüne layık
görüldü.
Henüz
ortaya çıkmamış yapıtları da olduğu söylenir.
1962 ile ölümü arasındaki döneme (kocasından ayrıldıktan
sonra) ait günceleri kayıptır. Bu günce
defteri kocası tarafından ‘Çocuklarım okumamalı.’ gerekçesi ile imha
edilmiştir.
Şiirlerinde
şiddet içerikli imgeler kullanan şair Sylvia Plath, gerek eserleri ve gerekse
de yaşamı ele alındığında son yüzyılın en çarpıcı isimlerinden birisidir.
Kısacık hayatında bize kadın yaşamından sahneleri dizelerinde aktardı. Bunu hem
şiirlerinde hem de yazdığı iki romanında ve günlüğünde yansıtarak kendi
feminist uyanışının da habercisi oldu. Plath’in belleğimizden silinemeyen
şiirleri kadının köleleştirilmesi, kadının öfkesi, kadının isyanına
dairdir. Kendi bastırılmış kadın
sesinden bir söyleşidir bu. O bir kadın, bir anne ve bir şairdi. Kendini ‘hiç’in içine atarak var olmaya
çalıştı. Varlığının anlamını sorgularken kendini ‘hiç’likte buldu. Psişik
sesini bu hiçlikten fırlattı ortaya. Şiiri giderek şiddetlendi; kan, jilet,
parmak kesilmesi, yaralar, ateş ve hastalık gibi imgelerle sarmalandı. Hiç
kuşkusuz Sigmund Freud’u ve James Frazer’i okumuş olması, ona psikoanalitik ve
mitolojik boyutlu şiirler yazmasına katkı sağlamıştır. Feminist bakış açısıyla
yazarak o güne değin şiirde bir ilke de imza atmıştı. Onun şiir dünyası öyle tahrip edici bir
hüzünle yüklüdür ki, yalnız bu şiirleri yazanı değil, okuyucuyu da sarsar. Öyle
ki bu şiirlere katlanmak çok acıtıcı olur.
Bu
şiirlerin can yakıcı yanı, onları kendi yaşamında yaşayıp yaşamadığına dair
belirgin bir yanı olmamasıdır. Sylvia Plath şiirleri, yaşamla sanat arasındaki
o çok ince sınırda gezinir. Bir taraftan
deneyimlerini sergilemekten çekinmez gibi bir görüntü verirken, bir yandan da
bu sergiledikleri, okuyucunun gözünde hiçbir zaman saydamlık kazanmaz. Tecrübelerine sadece ima yoluyla değinmesi ve
imgelerle kendini ifade etmesi, bu tecrübelerini çok zengin bir boyuta taşır.
Kaynakça
1) Enis
Akın Tanrı’yla Bir Daha hiç Konuşmayacağım,
Dünya Yayınları, 2004
2) Steven
Axelrod, University of California Riverside pres, Sept 2003
3) Tasha
Whitton, Sylvia Plath: A search for Self
(Internet)
4) Aurelia
Schober, Plath, Letters Home. New
York:Harper & Row, 1975 (Internet)
Hüseyin Cahid Doğan, Plath
şiirinde eril etki, dergibi.com (Internet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder