28 Aralık 2013 Cumartesi

Öfkeli Bir Şair Sylvia Plath



‘Başarısızlık şairin en büyük korkusu ve
karşısında hayal gibi duran sürekli arkadaşıdır.’

               Dave Smith



            1932’de Boston’da doğdu. Doğuştan yetenekli, çok disiplinli ve çalışkan bir öğrenciydi.  Smith College’indeyken başarı üstüne başarı elde ediyordu.  Katılıp da kazanmadığı şiir yarışması neredeyse yoktu. Edebiyat dalında çok üretken bir yazar olmaya çalıştı.  Olaylar, herkesi etkilediğinden daha fazla etkiledi onu. Cambridge Üniversitesine romancı Olive Higgins Prouty tarafından sağlanan burs sayesinde girdi. Burada İngiliz edebiyatı üzerinde yüksek lisansını aldı. Prouty onun sürekli dostu ve gözetmeni oldu.  1953’te ‘Mademoiselle’ dergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik ödülü aldı.  Ödül olarak bu dergide bir ay konuk yazı işleri müdürlüğünde çalıştı.  Akademik kusursuzluğu rahatsız edici boyutlara vardı.  Daha iyi yazma hırsı onu yetenekleri konusunda kuşkularının artmasına neden oldu. Çalıştığı bu ortam onu zamanının ünlü yazarları ile tanıştırdı, onlarla yakınlaştı.  Kendine güveni sarsıldı.  İyi bir yazar olma hırsını taşıyordu. Dev isimler arasında bulunmak onlarla yarışmak gereğini duymak dehşete kapılmasına ve tüm yaşamını etkileyen çelişkilerini geliştirmesine neden oldu. Harvard Üniversitesi yaz okuluna yazarlık kursuna kabul edilmemesi onu ruhsal bunalıma itti. Çeşitli elektroşok tedavilerinden sonra intihara kalkıştı.   14 Temmuz l953 yazında geçirdiği ruhsal çöküntüden önceki son günce girişi şöyle:

            “Bir öykü oku:  Düşün.  Yapabilirsin.  Dahası, yapmalısın, uyku sırasında sürekli kaçmamalısın- ayrıntıları unutmamalısın-, sorunları umursamazlık etmemelisin- kendinle dünya arasında ve bütün parlak zekâlı neşeli kızlar arasında duvar çekmemelisin -:Lütfen düşün- kurtul bundan.  İnan, sınırlı benliğinden daha yüce yararlı bir güce:  Tanrım, Tanrım, Tanrım:  Neredesin?  Seni istiyorum, ihtiyacım var:  Sana ve sevgiye ve insanlığa inanmaya.  Böyle kaçmamalısın.  Düşünmelisin.”

            Ruhsal çöküntüsüne ilişkin elektrik şokları içeren tedavisi bittikten sonra 1954’te Smith College’e geri dönüp daha önce kendisinden başka kimseye verilmemiş özel bir başarı belgesiyle mezun oldu. Daha yürekli ve daha sevecendi. Birkaç şiir ödülü aldı.  1955’te mezuniyetinden sonra Fullbright bursu kazanarak Cambridge’deki Newriham College’e geçti.  Orada genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanıştı. 1956’da Dostoyevski’nin yapıtlarındaki ‘çift kişilik’ üzerine hazırladığı tezle mezun oldu.   Bu tezdeki başarısı ile okulun bütün ilgisini üzerine toplamıştı.  Edebiyat eleştirmenlerince tezinin konusu olan ‘gerçek’ ve ‘sahte’ sorunuyla ne denli boğuştuğunun göstergesi olarak yorumlandı. 

            Sylvia, ailesinin ilk çocuğudur.  Babası Otto Plath, Boston Üniversitesinde hayvan bilimcisi (zoology) ve Almanca öğretmenidir.  Sylvia’nın doğumundan iki yıl sonra erkek kardeşi Warren doğar.  Alman göçmen Otto Plath, aynı zamanda örümcek ve akrep gibi hayvanlar üzerinde makaleler ele almış, arılar hakkında da bir kitap yazmıştır.  Avusturya göçmeni anne Aurelia Plath’in  geniş entelektüel çevre içinde bulunması onu  çocuklarının eğitimi üzerinde iddialı ve hırslı olmaya iter.  Sylvia Plath’in (Sylvia Plath: Bir biografi) hayatını kaleme alan Linda Wagner-Martın’e göre baba Otto Plath çocuklarına karşı son derece katıdır.  Onlara pek zaman ayırmaz ve mesafelidir.  Çocuklarının tek sevgi kaynağı anneleridir.  Sylvia Plath’in kısa yaşamında annesine yazmış olduğu üç yüze yakın mektup bunun en belirgin örneğidir.

            1940 yılında, Sylvia sekiz yaşındayken babasını kaybeder. Babası ihmal ettiği ve tedavi olmadığı şeker hastalığının kangrene çevirmesinden dolayı vefat etmiştir.  Baba kötüye giden sağlık durumunu ailesinden saklamıştır.  Bu ani ölüm karşısında anne Aurelia Plath eşinin çalıştığı Boston Üniversitesinde steno ve sekreterlik dersleri vermeye başlar.  Bu tarihten itibaren ailenin maddi sıkıntıları hiç bitmez. Fedakâr, mükemmeliyetçi bir kadın olan annesi kızından da ‘en iyisi’ni ister.  Kızından esirgediği anlayış ve empati Sylvia Plath’in  ruh sağlığını  gittikçe kötüleştirir. Annesinin desteğiyle okulun önde gelen öğrencilerinden olsa da okuldaki başarısı bile altüst olan ruhsal dengesini onarmaya yetmez. 1953’te yirmi bir yaşındayken fazla dozda uyku hapı alarak ilk intihar girişiminde bulunur.

            Baba imgesi en belirgin imgelerindendir.  Babası ile hep sorunlar yaşamıştır.  Plath, baba ile yaşadığı iletişimsizliğin izlerini l963 yılındaki intiharına dek hep içinde taşır.  Bu çekişme Plath’i manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara yatkın bir duruma getirir. Sylvia Plath babası ile olan bu olumsuz ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve lll. Reich rejimi ile özdeşleştirir.‘Babacığım’ şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şair, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir.  Bu konuda diğer bir yorum, Sylvia’nın babasına beslediği öfkenin kaynağının, babasının erken yaşta ölerek onu yalnız bırakmasına karşı babasına duyduğu sitem olduğudur. Baba kendisi öldüğü için  o da şiirinde  babayı öldürecek, böylece ondan bağımsızlaşacaktır.

            ‘Dikenli tellere takıldı kaldı / ich, ich, ich, ich / Güçlükle konuşurdum / Her Alman’ı           sen sanırdım / Hele o yüz kızartıcı dilin’

            Plath’in, babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur.  Bu öfke yer yer karşılanması zor bir intikam duygusuna dönüşür.  Bu duygunun baskınlığı Plath şiirlerinde cinayet işleme isteği formunda açığa çıkar:

             ‘Babacığım öldürmek zorundayım seni... / Ben zaman bulamadan ölüverdin...’


            Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nin intiharından önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran ‘Babacığım’ şiirinin son dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir:

            ‘Baba, baba, seni piç / Artık seninle işim tamamen bitti’

            Hayatına girmiş ya da hayatını belirlemiş erkekleri tehdit eder bir bakıma bu şiirinde.  Öldürmek istediği eril ideoloji ve faşist patriyarkadır. Yaşamındaki tüm haksızlıkların sorumlusu olarak gördüğü babasına Yahudi tutsaklar üzerinde biyolojik deneyler yapan Alman doktorların kimliğini yakıştırır bu şiirinde.   Babayla buluşma onu ölüme çağırır, ancak yeniden doğuşa da bir davetiyedir.  Bu yeniden doğuş sayesinde, erkekleri yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.

            ‘Ben diriliyorum, kalkıyorum işte / Küllerin arasından, kızıl saçlarımla / Ve insan yiyorum hava solurcasına’



           
            1956’da Ted Hughes’la evlendi.  Karı koca şairler, dünya görüşlerini,  yazınsal kaynaklarını paylaşırlar,  birbirlerini eleştirirler.  O güne değin Plath teknik üstünlüğe ermiş, şiirlerini zekice yapılandırmıştı.  Kullandığı sözcükleri özenle seçmeliydi, hatta sürekli  yeni sözcük türetiyor, şiir içinde ölçüye dikkat ediyordu.  Tek sıkıntısı yavaş üretmesiydi.  Daha üretken olmak için üzerinden baskıları atmalıydı.  Şair kocası ona çeşitli yazma alıştırmaları gösterdi,  yeni konular bulabilmek için bilinç dışına ulaşmanın yöntemlerini denemesini önerdi.  Plath, kocası Ted Hughes’i tıpkı  babası gibi putlaştırıp onun beğenisini, onayını bekliyor ve şiirlerini ona sunarken çok heyecanlanıyordu.  Kocası YMHA Şiir Merkezi İlk Basım Ödülü aldığı zaman annesine yazdığı bir mektupta şöyle diyordu.

            “Yayımlanan kendi kitabım olsa daha mutlu olmazdım... Aramızda rekabet diye bir şey             yok, yalnızca karşılıklı sevinç ve ödül kazanan yapıtlarımızı ikiye katlama           duygumuz…”
           
            “...hiçbir zaman olmadığım gibi şiir yazıyorum;  en iyilerini.  Kendi içimde güçlüyüm        ve dünyada benim dengim olabilecek bir adama âşığım...”

             Oysa aralarında büyük bir rekabet olduğu kesindi.  Plath ve Hughes’ın şiir anlayışları tamamen birbirlerinden farklıydı.  Hughes akılcı şiirler yazmak peşindeydi, Plath daha tutkulu ve duygusal şiirler yazmaktan yanaydı.  Hughes edebiyat alanında alkışlanırken Plath’in öfkesi kınanıyordu.  Plath iki çocuk annesi biri gibi hanım hanımcık yazmıyordu, oysa Hughes tam cinsel kimliğine uygun, yani ‘adam gibi’ yazıyordu. Ayrıca Hughes, Sylvia Plath’in eşi olarak karısının tüm yayın haklarını elinde tutuyordu.  Hatta onun toplu şiirlerinin kapağına ‘Ted Hughes tarafından yayına hazırlanmış ve sunulmuştur.’ diye yazılmasına Sylvia Plath’in engel olmaması, Plath’in Hughes’ı gözünde  ne derece  büyüttüğünün  göstergesidir.

            1957 yılında Cambridge’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra kocası ile Amerika’ya döndü. Boston’da Robert Lowell’in verdiği şiir yazımı seminerine katıldı.  Lowell’dan etkilendi.  Daha az kontrollü, biçimde daha bireysel ve son derece kişisel yaşantılarının özgürce yansıtıldığı şiiri tanıdı, benimsedi.

            1957-1959 yılları arası ‘The Red Book’ (çocuk şiiri) ve ‘Johnny Panic’ ve  ‘In the Bible of Dreams’ adı altında öyküler yazdı.

            1960’ta ilk şiir kitabı ‘The Colossus’ yayımlandı, çok olumlu eleştiriler aldı. Uygarlık sembollerinden biridir Colossus.  Bu heykel Rodos Liman’ının girişinde bulunan  Yunan mitolojisinden Güneş Tanrısının heykelidir.  Antik dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir.  Bu heykel MÖ 224 yılında bir deprem sırasında yıkılmıştır.  Gösterişli biçimde büyük, ezici ve insanları küçümseyen bakışlar fırlatan  bu heykeli,  Sylvia Plath ‘The Colossus’ şiirinde babasıyla özdeşleştirirken bir yandan da varlığını ‘anıtlar’ dikerek süsleyen uygarlığı eleştirir. Bazıları da şiirde verilen ‘parçalanmışlık’ duygusunu dünya savaşlarının ardından insanlığın uğradığı kişilik bölünmesi olarak da yorumlamışlardır.  Babasını bu heykel gibi paramparça görür; tıpkı onun gibi  ‘taş gibi soğuk’ ve ‘yıkık.’   Şöyle ifade eder:

            “Seni hiçbir zaman bütünüyle birleştiremem artık, / Kırık parçalarını uçuca getirip,            yapıştırıp.”

            Yarı otobiyografik olan tek romanı Sırça Fanus’ta, 1950’lerin Amerika’sında kadın olmanın ne anlama geldiğini de sorguladı.  Sırça Fanus imgesi kadını çevreleyen toplumu ifade ettiği kadar, kadının toplumun onu koyduğu yerden çıkışsızlığını da dile getirir.  Fanusta yaşamaktan kurtulmak için ölmek, bu rüyadan uyanmak gerekir.  Ama orada ölmek de yaşamak kadar zordur, çünkü ölmek ‘bir sanattır, her şey gibi.’ Bu romanında 1953’teki ruhsal bunalımından yola çıkarak ‘ben’ini bütünlemeye çalışan ve kendine özgü yeni bir benlik arayışı içinde olan yazarlık yeteneğine sahip genç bir kadının öyküsünü anlatır.  Bu kitapta bir çıkış yapacağını ve adının tanınmış yazarlar arasında anılacağını ummuştu.  Bu başarısızlık onu roman yazmaktan ürkütür.  Tekrar dergilere kısa öyküler yazmayı sürdürür.

            ‘Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim?  O sırça fanus ki içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.’    

            Evliliğinden iki çocuğu olur.  Ancak aradığı dinginliği bir türlü kocasından bulamaz. Evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi, yerini ev işleri ve mutfak alır. Hatta intiharını da mutfakta gerçekleştirir. Evlilikten aradığını bulamaz. Bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler ‘Aday’ şiirinde. Evlenmeyi düşünenlere ya da evlenmiş olanlara bir öğüt niteliği taşır şiir:

            “Çay getirecek / Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak / Bir el / Evlenir misin / Garantisi var”

            Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı Plath’in ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir.  Plath’in dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki komplekslerinin kocası Ted Hughes üzerinde bir baskı oluşturmasına neden olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer rakip olarak algılamıştır.  Bu korkunun izinden giden Sylvıa, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal bunalımlarının artmasına yol açar.  Kendisini hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği ‘Sırça Fanus’ta kocasının bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre uğrar ve kitaptan çıkarılır. Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler.  Böylece şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur. Plath, kocasının da bulunduğu evini, canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:

            “Pek yakında, evet pek yakında / Mezar inimin yediği etim / Gene üstümde olacak eve      gittiğimde”

             Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’ı korumasız bir gemiye ya da koruması gereken bir gemiye saldırıda bulunan  II. Dünya Savaşı Japon intihar uçaklarına benzetir:

            “O ince / Kâğıtsı duygu / Sabotajcı / Kamikaze adam”

             Sylvia, aldatılan her kadın gibi Ted Hughes’e boşanma davası açar.  Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu kararlarından vazgeçirmek için arabuluculuk yaparlar. Ted Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama yeni bir aldatma ile sonuçlanır. Hughes, Sylvia’dan vazgeçemediği kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan da vazgeçemez.  Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar.  Bu arada Slyvia Plath’in şiirlerini okuyan bir basımevi sahibi bu şiirleri basar.  Bu şiirleri İngiltere’de olumlu karşılanır.  Ancak bu başarı bile Sylvia’yı intihardan kurtaramaz. 1963 yılında iki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nin başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar eder. Yanı başında üstünde doktor çağrılmasını isteyen bir not duruyordu.  Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir.

            1962’de bir kadınlar koğuşunda geçen manzum kısa oyunu ‘Three Women’ (Üç Kadın)’ı  küçük oğlu Nicholas’ın doğumundan hemen sonra radyo tiyatrosu için yazdı. Ted Hughes evi terk etmişti. Eleştirmenler, bu şiirsel tiyatro metnini şiir açısından onun en kusursuz ve en dokunaklı şiiri olarak değerlendirmişlerdir. Metin üç ayrı kadının konuşmalarından kurgulanmıştır.  İlk kadın normal bir doğum yapmıştır.  İkinci kadın ise düşük yapmıştır.  Üçüncü kadın çocuğunu evlatlık vermeye karar vermiştir.  Bu üç kadın aracılığıyla, kadın duyarlılığının yansıtıldığı bu kadın deneyimleri bize bir söylev gibi ulaşır.  Evlilik, erkekle kadın ruhları tarafından lanetlenmiş bir evde birlikte yaşamak olarak resmedilir:

            “ (...) Ellerim / Bu malzemenin üstüne güzel işlemeler yapar. Kocam / Bir kitabın            sayfalarını çevirir de çevirir. / İşte şimdi evde birlikteyiz, akşam saatleri.”

            Bu aile tablosu mutsuzluğun resmidir âdeta.  Aile kurumuna olan tepkisi çok sert ve katıdır. Gene aynı şiirde kadının içine kapatıldığı erkek dünyasına tepkiyle yaklaşır:

            “Ben birinin karısıyım”

            Kocasının kendisini terk etmesinden sonraki sekiz ay boyunca ‘öfke ve yoğun kararlılıkla’ yazdı. Son aylarında ‘Hayatımın en güzel şiirlerini yazıyorum.’ demişti ve gerçekten de yazmıştı.  Öfkesiyle yapacak bir şey bulmuştu:  Şiire sarıldı ve şiir yazdı.  Kendi dünyasına başı dik olarak gitmenin bir aracıydı öfke.  Son şiirleri, tamamen onu travmaya iten olayların bir dökümü, bir itirafıdır. Öfkesinden kendini doğuran bir şair oldu. Travmasıyla yüzleşme alanı olarak sanatını kullandı. Gücünü çok iyi şiir yazdığının bilincinde olmasından aldı.  Şiirleri ile adını yaratacağından (‘yeniden doğuş’) emindi.  Özgeçmişini ele alan yeni bir romana başlamıştı.  Bu roman da yeniden doğuşun coşkusu ile bitecekti. 

             1963’te en güçlü on şiiri Encounter dergisinde yayımlandı ve çok büyük ilgi gördü. 1965’te son şiirlerinden oluşan ‘Ariel’  İngiltere’de yayımlandı. 1966’da Robert Lowell’in desteği ile ‘Ariel’ ve 1971’de ‘Sırça Fanus’un Amerika’da yayımlanması ile, kadın özgürlük hareketlerinin sembolü oldu.

            M. L. Rosenthal, onun şiirini ‘giz dökümcü’ (confessional) olarak niteleyince ‘tanımlara, etiketlere sığmak istemeyen Plath de sonunda bir gruba ait oldu.  Ona yakıştırılan ‘giz dökümcü’ etiketi birçok eleştirmen tarafından benimsenmiştir.
 1981’de Toplu Şiirler (The Collected Poems) yayımlandı.

             Bu kısa yazın hayatına sığdırmayı başardığı onca şiir, mektup, günce, öykü, oyun ve romanlardan Crossing the Water 1971, Winter Trees l972, Letters Home 1975, Toplu Şiirler 1975’te yayımlanmıştır.

            1982’de ‘Journals’ (Günceler) yayımlandı ve kısa bir süre sonra Pulitzer Ödülüne layık görüldü.         

            Henüz ortaya çıkmamış yapıtları da olduğu söylenir.
1962 ile ölümü arasındaki döneme (kocasından ayrıldıktan sonra) ait günceleri kayıptır.  Bu günce defteri kocası tarafından ‘Çocuklarım okumamalı.’ gerekçesi ile imha edilmiştir.

            Şiirlerinde şiddet içerikli imgeler kullanan şair Sylvia Plath, gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında son yüzyılın en çarpıcı isimlerinden birisidir. Kısacık hayatında bize kadın yaşamından sahneleri dizelerinde aktardı. Bunu hem şiirlerinde hem de yazdığı iki romanında ve günlüğünde yansıtarak kendi feminist uyanışının da habercisi oldu. Plath’in belleğimizden silinemeyen şiirleri kadının köleleştirilmesi, kadının öfkesi, kadının isyanına dairdir.  Kendi bastırılmış kadın sesinden bir söyleşidir bu. O bir kadın, bir anne ve bir şairdi.  Kendini ‘hiç’in içine atarak var olmaya çalıştı. Varlığının anlamını sorgularken kendini ‘hiç’likte buldu. Psişik sesini bu hiçlikten fırlattı ortaya. Şiiri giderek şiddetlendi; kan, jilet, parmak kesilmesi, yaralar, ateş ve hastalık gibi imgelerle sarmalandı. Hiç kuşkusuz Sigmund Freud’u ve James Frazer’i okumuş olması, ona psikoanalitik ve mitolojik boyutlu şiirler yazmasına katkı sağlamıştır. Feminist bakış açısıyla yazarak o güne değin şiirde bir ilke de imza atmıştı.  Onun şiir dünyası öyle tahrip edici bir hüzünle yüklüdür ki, yalnız bu şiirleri yazanı değil, okuyucuyu da sarsar. Öyle ki bu şiirlere katlanmak çok acıtıcı olur.
          
            Bu şiirlerin can yakıcı yanı, onları kendi yaşamında yaşayıp yaşamadığına dair belirgin bir yanı olmamasıdır. Sylvia Plath şiirleri, yaşamla sanat arasındaki o çok ince sınırda gezinir.  Bir taraftan deneyimlerini sergilemekten çekinmez gibi bir görüntü verirken, bir yandan da bu sergiledikleri, okuyucunun gözünde hiçbir zaman saydamlık kazanmaz.  Tecrübelerine sadece ima yoluyla değinmesi ve imgelerle kendini ifade etmesi, bu tecrübelerini çok zengin bir boyuta taşır.


                                                                                                         7 Haziran, 2007


Kaynakça
1)     Enis Akın Tanrı’yla Bir Daha hiç Konuşmayacağım, Dünya Yayınları, 2004
2)     Steven Axelrod, University of California Riverside pres, Sept 2003
3)     Tasha Whitton, Sylvia Plath: A search for Self (Internet)
4)     Aurelia Schober, Plath, Letters Home. New York:Harper & Row, 1975 (Internet)
Hüseyin Cahid Doğan, Plath şiirinde eril etki, dergibi.com (Internet) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder