İnsanın yabancılaşması, varoluşçu düşüncenin ana sorunsalıdır. Bu düşünce akımı, insanın evren içerisinde bulunduğu yeri ve insan-evren ilişkisiyle, insanın kendi dünyasını yaratma ve keşfetme sürecini açıklamaya çalışır. Bu süreçte kişi kendi hayatına ve varoluşuna anlam yükleyecektir. İşte varoluşçuluk, bu karmaşık süreçte, yaşadıklarını ve kendini anlamlandırmaya dair çabasını ele alır. Bu felsefeye göre, kişi, yaşamı boyunca, kendi özünü oluşturmaya çalıştığı mücadelede tek başınadır. Kendinden başka kendine yol gösteren bir kişi yoktur. Kişinin kendini anlamlandırma süreci acı içinde ve deneyimlime yoluyla gerçekleşecektir. İşte bu süreç, onun özgür alanını oluşturur. Çeşitli olanaklar arasından seçimini yapacak, birey olma yolunda, kendini bu özgür seçimlerinde yaratmış olacaktır. Kısaca özetleyecek olursak, bu düşünceye göre, insan kendini, kendi özgür iradesiyle yaratır; bilinçli olarak sorumluluğu bütünüyle kendisine aittir. Kendisi seçimini yapar ve bu seçimine bağlanır. Eylemi de kendisine aittir.
İnsanın yabancılaşması çağımız edebiyatının ana izleklerindendir.
20. yüzyıl edebiyatı, çok katmanlı bir yabancılaşmalar evrenini resimler bize;
insanın toplumla, insanın doğayla, insanın ruhuyla arasında yaşadığı kopuş,
metnin ana sorunsalıdır.
İlahi
Komedya’da Dante, 14. yüzyıl İtalya’sının ‘yabancılaşmış’
insanıdır. Yalnızdır, dış dünyayla
örtüşmekte zorlanmaktadır. 18. yüzyılda Goethe’nin Genç Werther’i, kalıplaşmış
değer ölçütleriyle biçimlenmiş burjuva toplumuna bir eleştiridir. Genç Werther
duygularını dorukta yaşadığı için bir “yabancı” olarak algılanır çevresinde. Toplumdaki
gidişe yabancılaşan, ona ayak uyduramayan ve ‘özü’nü yaşamak isteyen Werther’ın
sonu, intihardır.
Elias Canetti’nin Körleşme romanı, tümüyle maddeye bağımlı birtakım kişilerin çarpık
ilişkilerinde, ‘insan’ın bireyselliğini yitirişini ele alır. Bu ilişkiler yumağında, birey bireyselliğini yitirmiş, tek bir organizmaymış
gibi devinen ‘kitle canavarı’nın bir hücresine dönüşmüştür. Fildişi kulesinde,
bilimin sığınağında yaşayabileceğini sanan aydını simgeleyen sinelog (Çin bilimleri
uzmanı) Profösör Kien’in öyküsüdür. Kien, antik diller hakkında çok bilgili
olmasına rağmen güncel dünyayı çözümlemekten acizdir. Canetti Körleşme’de, katı, yaşamın
gerçeklerinden kopuk, dogmatik entelektüelliğin, kaos ve yıkımın üstesinden
gelebileceğine inanmanın tehlikelerini müthiş bir ironi ile dile getirir.
“Korku”, “yalnızlık” ve “umarsızlık” bu varoluşçu
edebiyat akımının insanını biçimlendiren ana öğeleridir. Modernizmin büyük ustası Kafka, Değişim adlı anlatısında kahramanını bir
böceğe dönüştürerek; Beckett ise sakat, felçli, grotesk görünümlü insanlarıyla
anlatır yabancılaşmayı. Albert Camus’nun
Yabancı’sı, J. P. Sartre’ın tüm
eserleri bu tema üzerine yoğunlaşır. Gerek
Fransız yeni romancılar (nouveau-roman) gerek postmodernistler, duygudan
yalıtılmış bu nesneler dünyasında, “yabancılaşma”yı bir felsefi sorun olarak ele
alırlar.
Yıldız Ecevit, Türk edebiyatında Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanını, bu akıma örnek
gösterir… Roman kişisi Selim’in “Bana yaşamasını öğretmediler.” açıklamasından,
onun “küçük ihtiras oyunlarına, açgözlülüklere, rekabetlere, dedikodulara,
birbirine çelme atmalara” yabancı olduğunu, böyle bir dünyada dışlanmışlığı
yaşadığına dair yorum getirir. Dış
dünyada ‘tutunamamak’la özdeşleştirir ‘yabancılaşmayı’. Bu yüzden Tutunamayanlar’ı
yabancılaşmanın romanı olarak sınıflandırır. Türk edebiyatında Yusuf Atılgan,
Ferit Edgü, Bilge Karasu ve Orhan Pamuk bu tür bir yabancılaşmanın farklı
örneklerini yapıtlarına yansıtmışlardır.
Bu düşünce akımından yola çıkarak
20. yy.da insanın durumunu, dünyayı, evreni, insanı ve insanın bu dünyadaki
yaşam amacını sorgulayan yapıtlar ele alan eserleriyle modern insanın kendine
yabancılaşmasını anlatan, Alman edebiyatının olduğu kadar, dünya edebiyatının
da ünlü yazarlarından Max Frisch, bir mimarın oğlu olarak Zürih'te, 15 Mayıs
1911'de dünyaya gelir. 1931'de, doğduğu kentte Alman filolojisi tahsiline başlar.
Ancak babasının ölümü nedeniyle okulunu tamamlayamaz.
Serbest gazeteci olarak Yeni
Zürih gazetesinde işe başlayan Max Frisch, aynı yıllarda Macaristan,
Çekoslovakya ve Balkan ülkelerine geziler yapar. Seyahati sırasından uğradığı
ülkelerden biri de Türkiye’dir. 1936-l940 yılları arasında Zürih Teknik
Üniversitesi’nde mimarlık eğitimi görür.
1940'da Zürih'te mimarlık
bürosunu açan Frisch, Leitzgraben Yüzme Tesislerinin inşaatı için açılan proje
yarışmasında birincilik kazanır. Frisch'ın projesiyle oluşturulan yüzme tesisi
1949 yılında tamamlanarak faaliyete girer. 1942'de Constanze von Meyenburg ile
evlenen yazar on yedi yıl sürdürdüğü evliliğine son vererek Ingeborg Bachmann
ile ilişki yaşasa da ikinci evliliğini Marianne Oellers ile gerçekleştirir.
Savaş yıllarını inşaatlardaki günlük çalışmaları izlemek ve boş zamanlarında
yazı yazmakla geçiren Max Frisch, romanların yanı sıra dramlara da yer vermeye
başlar. 1944'te “Santa Cruz” adlı düşsel oyununu tamamlayan yazar, oyunda
insanın hayatının gerçekler tarafından değil de istekleri, düşleri ve korkuları
tarafından belirlendiğini işler. Yeniden
Galip Geldiler adlı politik oyunu sahnelenir sahnelenmez, bir başka oyunu, Bir Ağıt Denemesi’ni gündeme getirir. Bu
oyunda savaşı ve savaşın sonuçlarını irdeleyerek güç mücadelesi yapılırken bu
uğurda yaşamlarını yitirenlerin sözcüsü olur.
Savaşın sona erdiği yıllarda, savunmasız
entelektüellerin güce, zorbalığa, baskıya dayanan toplum karşısındaki durumunu
anlattığı Çin Seddi savaşın sona
erdiği yıllarda yayımlanır. 1952 yılında ABD'ye gidip San Francisco, New York
ve Meksika'da bir süre yaşayan Frisch, bu yolculuğun izlerini Çarpık Sevda (Homo Faber) ve Stiller adlı romanlarına yansıtır. 1955'te
mimarlığı tamamen bırakıp yazıya yönelir.
Günce türünün anlatım biçimlerini
romanlarına uygulayan Frisch, yazdığı üç güncesinde kendi yaşamından önemli
olaylara; edebiyata, önemli konulardaki görüşlerine ve yazarlarla yaptığı
tartışmalara da yer vermiştir. Ahmet Cemal onun hakkında şöyle yorum getirir: “Max
Frisch'in gördüğü mimarlık öğrenimi, başka deyişle tekniğin ve matematiğin
dünyasını tanıması, öte yandan da bir gazeteci olarak dünyayı dolaşmış, ayrıca
İkinci Dünya Savaşı'nda insanların öncesiz ve sonrasız acılarıyla yoğrulmuş bir
başka dünyayla yüz yüze gelmiş olması, Homo
Faber'in neredeyse belgesel bir `insanlık durumu'na (conditio humana'ya)
dönüşmesinin başlıca nedenleridir.”
1957 yılında yazılmış, yüzyılımızdaki
roman türünün başyapıtlarından biri sayılan, 20.yy. insanını sorgulayan Homo Faber onun en ünlü eseridir.
Teknolojik gelişme sonucu değerleri yozlaşan, kendi doğasına aykırılaşan,
yabancılaşan bu çağın insanını işler. Romanın
kahramanı Walter Faber'in kişiliğinde, salt akla inanan, dünya görüşünü
yalnızca teknolojinin ve matematiğin verileri üstüne kuran modern insan tipinin
trajedisine tanık oluruz. Tartıya ve ölçüye vurulabilenin dışında ne varsa
yadsıması onun trajedisi olur. İnsanoğlunun yazgısını belirleyen rastlantıları
görmezden gelir. Ne yazık ki istemeden, bir dizi rastlantının kurbanı olacaktır. Bu rastlantılar, romanın doruk noktasında
Walter Faber'i insanlığın yaradılışından bu yana günahların en korkuncu
sayılmış bir günahın kucağına itecektir.
KİTABIN ADI: HOMO
FABER
Homo, Latince bir sözcüktür. Tam
karşılığı “teknik insan” demektir.
Becerikli, yapımcı, çalışkan, teknik araçlar yapan, üretimci, programcı
bir insan anlayışının formülüdür.
ROMAN KAHRAMANLARI
Walter Faber
Max Frisch, Walter Faber karakteri ile, teknik
gelişimin, insanı manevi değerlerini nasıl değerlerini nasıl değiştirdiğini
kavramlarla anlatır. Roman kahramanı elli yaşında bir mühendistir. Yaşam
teknoloji demektir onun için. Yalnız akla inanan, duygularla ilgili her şeyi
reddeden, teknik dünya görüşünü benimsemiş ve bu görüşün sembolü olan Amerikan
yaşam tarzını örnek almış biridir. Doğa onu ürkütür. Güneşin batışını o an
izlemek yerine, sonradan izlemek için kamerayla filme alır. Yaşamı matematiğin
verileri üzerine kuran modern insan tipinin trajedisini sergiler. Tartıya ve
ölçüye vurulabilen dışında ne varsa inkâr eder. “Tamaulipas Çölü üzerindeki ayı
görüyorum, her zamankinden parlak. Ama bu belli bir hesap ile ertesi günü ne
zaman tekrar görüleceğini biliriz.” deyip ayın doğuşunda bir fevkaladelik
görmez. Duygularını yaşayamaz, onlara yabancılaşmıştır; bir teknolojik aygıt
gibidir, bir tür yarı robot… Ölümcül bir hastalığa yakalandığında mistik
duygulara kapılmaz, istatistiksel düzlemde kurtulma olasılığını saptamaya
çalışır.
Walter Faber’in sonraki trajik
yenilgisi, yaşamın önceden kestirilmesi imkânsız akışını ve kimi zaman insanın
yanılmışlığını belirleyen rastlantılar karşısındaki körlüğünden kaynaklanır.
Yaşamın kader-sezgi-rastlantı üçlüsünün olgusunu sürekli inkâr eden Faber,
sonunda bir dizi rastlantının kurbanı olacak ve insanlık tarihinin en büyük
günahını işleyecektir.
Hanna
Faber’in eski sevgilisidir. Sanat
tarihçisidir. Tam anlamıyla bağımsızlığına düşkün biridir. Bazı
beraberliklerden sonra yalnız yaşamayı kendisine uygun görür. Kızını sadece
kendi kızı olarak tanımlayan bir feministtir. İş hayatında başarılıdır.
Elizabeth Piper
Hanna’nın ve Faber’in kızıdır.
Çok pozitif ve mutlu bir portre çizer. Sanata ve maceraya düşkünlüğü ile
annesine benzer.
İvy
İsmi sarmaşık anlamına gelir.
Walter’in beynindeki kalıplaşmış kadın imajıdır, yüzeysel ve basit olarak
tanımladığı sevgilisidir. Asalaktır. Faber kadınları alçaltırken hep onu örnek
gösterir ve bunu sık sık yapar.
BİRİNCİ İSTASYON- FABER’İN İLK YAŞAM
FELSEFESİ-AMERİKAN YAŞAM TARZI
Walter Faber işi gereği Mexico
City’ye uçak ile giderken tesadüfen eski yakın arkadaşı Joachim’in erkek
kardeşi Herbert Hencke ile tanışır. (Kitap boyunca sorguladığı rastlantının
ilki) Uzun zamandır haberleşmediği arkadaşı hakkında bilgi alır. Eski sevgilisi
Hanna ile evlendiğini ve Hanna’nın bir çocuğu olduğunu öğrenir. Faber eskiyi
hatırlar. Evlenmek istediği Hanna’dan iş yolculuğu nedeniyle ayrıldığında Hanna
hamiledir. Aralarında kürtaj kararı alırlar. Faber evlenmek istese de Hanna kabul
etmez. Daha sonraki karşılaşmalarında Faber bu “hayır”ın nedenini öğrenir.
Evlenme teklifini yaparken Faber şöyle dediğini hatırlar: “Çocuğunu doğurmak
istiyorsan evlenmek zorundayız.” Çocuğumuzu demediği için bu evlenme teklifini
Hanna’nın kabul etmediğini öğreniriz. Hanna sonra müşterek arkadaşları Doktor
Joachim ile evlenmiş ve çocuğunu doğurmuş. Faber hem Joachim’den hem Hanna’dan
haber almak için yolculuk planını değiştirir ve Herbert ile Guatamala’ya
gitmeye karar verir. Bu karar değişikliğine Faber’in kendisi de hayret eder.
Geldiklerinde Joachim’i kendisini asmış bir şekilde bulurlar. Daha sonraki
günlerde Walter Faber, hayatındaki ikinci sevgilisi İvy’den, bu asalak kadından
kurtulmak için Avrupa’ya bir hafta sürecek bir gemi yolculuğu yapmaya karar
verir. Neden uçak değil de gemi ile gitmeye karar verdiğine hayret eder. Bu
kararını gerçekleştirmesi yine bir tesadüfe bağlıdır. (Hesap kitap adamı olan
Faber, bu rastlantıları her karşılaşmasında sorgular. Evde olmaması gerektiği
bir saatte evde bulunması ve o anda gelen bir telefon görüşmesi ile bu gezi
gerçekleşir.) İşte bu tesadüfler zinciri Faber’in kader ağlarını örer. Bu kader
ağında İvy bir ilmek, ondan kaçmak için yaptığı yolculuk bir diğer ilmek olur.
Bu ilmekler onu Elizabeth’e yönlendirir.
Bu rastlantı da şöyle
gerçekleşir: İvy ile sinemaya gitmek üzereyken pek ihtiyacı olmadığı halde
tıraş makinesinin çalışmadığını hatırlayışı ile makinenin neden çalışmadığını
öğrenmek isteği ona makineyi açtırır. Makineyi açtığında makinenin içine takılı
bir iplik parçası bulur. Bu oyalanma sırasında seyahat acentesinden bir
yetkiliden telefon gelir. Yolculuk yapmak isterse pasaportu ile derhal müracaat
etmesini söyler. İşte bu naylon iplik parçası olmasaydı Faber evde olmayacaktı
ve başka bir gemiyle gidecekti. Elizabeth ile de hiç karşılaşmayacaktı.
Gemide Elizabeth Piper adında bir
kızla karşılaşır. Kendisi elli yaşındadır. Bu kızdan hoşlanır, hatta gezi
sonunda kıza evlenme teklif eder. Kızdan hoşlanmasının bir nedeni de ona eski
sevgilisi Hanna’yı hatırlatmasıdır. Elizabeth bu teklifi şaka olarak algılar. Faber’in
Sabeth dediği Elizabeth, Yunanistan’a, annesini görmeye gitmektedir. (Kader
ağlarını örmeye devam eder. Faber farkında değildir.) Walter da kızla
Yunanistan’a gitmeye karar verir. (Burada yazar materyalist AB’den Antik
Yunanistan’a geçişle, Faber’in felsefesinde olacak değişikliğin haberini verir.
Sabeth de artık Walter’e âşıktır. Bu arada Sabeth’in, eski sevgilisi Hanna’nın
kızı olduğunu öğrenir. Kendine göre birtakım hesaplar yaparak (hesap kitap
adamı ya) kızın kendi kızı olamayacağına karar verir. Yunanistan yakınlarında
Elizabeth’i yılan sokar. Koşarken düşer, başı taşa çarpar. Hastaneye
kaldırılır. Burada Walter, Elizabeth’in annesi Hanna ile karşılaşır. Walter,
Hanna’dan, Elizabeth’in kendi kızı olduğunu öğrenir.
Elizabeth gerçeği, Faber’e bir
balyoz gibi iner. Onun yaşam felsefesini etkiler.
Elizabeth Walter’in babası olduğu gerçeğini öğrenemeden
ölür. (Çünkü Elizabeth’in böyle bir imtihan bilincine ihtiyacı yoktur.) O,
babasının imtihanında bir araçtır.
Faber artık materyalist benliğinden sıyrılmış, dünya
görüşünün tam tersi bir hayat benimsemiştir. Eski yaşam tarzının hem kendisinin
hem de kızının hayatını mahvettiğinin farkına varır. Yaşamı boyunca ne kadar
kör bir insan olarak yaşadığını, mutlu sandığı yaşamının ne kadar yalnızlık
içinde olduğunun ve duygularını yaşayamadığının bilincine varır. (s.192)
İlk defa ağlar ve yalnızlığından
ıstırap çeker. Milano’da işinden istifa ederken Hanna’ya mektup yazar;
geleceğini söyler. “Başka nereye gidebilirim ki!” der. Artık yalnız kalmak
istemez. “Yalnızım, yalnızım.” diye hayıflanır.
İKİNCİ
İSTASTON-İKİNCİ BÖLÜM-İKİNCİ YAŞAM FELSEFESİ
Walter mide kanseridir. Hastanede
yatar. Pişmanlıklarını hastanede, notlarında dile getirir. Ameliyat olacaktır.
Eskiden istatistiklerle her şeyin hesaplanacağına inanan Walter, ameliyattan
sağ çıkamayacağını sezmektedir. Notlarında, “Hanna dostum, yalnız değilim.”
der. Gerçekte Hanna’dan başka dostu yoktur.
Teknik ve Doğa
Homo Faber’e göre, doğanın
istediği biçimde yalnız vahşi ormanlar üreyip yayılır. Teknik, doğaya egemen
olmalıdır. “Elektrik, atom enerjisi, hesap makinesi, narkoz, penisilin,
olmasaydı, köprüler yapılmasaydı, yaşam nasıl olurdu?” diye sorar, “İnsanlar
apandisitten bile ölürlerdi o zaman” der. Bu fikirlerinde çelişkilerini
yansıtır. Doğayı putlaştırmaya karşı
çıkar, farkında olmadan teknolojiyi putlaştırmış olur.
“Biz teknik çağda yaşıyoruz. İnsan doğaya egemendir, insan mühendistir,
bunun tersini savunan, doğanın yaratmadığı bir köprüyü kullanmaya kalkmasın.(…)
elektrik lambası, motor, atom enerjisi, hesap makinesi, narkoz da olmasın. O zaman defolsunlar vahşi ormanlara!”(s.116)
İnsan bilimde ilerleyip kendi
yararı doğrultusunda doğayı değiştirmeye başladığından bu yana, kendi öz doğasından
da adım adım uzaklaşmış, kendine ‘yabancılaşmayı’
sürdürmüştür. Teknolojik uygarlaşmanın sonucu insan, betonlaşmış yapay bir dünyada kendi gerçek
doğasına yabancılaşmıştır. O artık ruh ve madde bütünlüğü içinde yaşayan
‘gerçek insan’ değildir. Yıldız Ecevit şöyle açıklama getirir: “İnsanın uygarlaşmasının tarihi, bir bağlamda
da onun kendisine ve ‘öz’ünde barındırdığı değerlere yabancılaşmasının
tarihidir.”
Bilim ve Sanat
Homo Faber’e göre, heykeller ve benzeri şeyler robotun
atalarından başka bir şey değildir. Sanata önem vermez. Walter’ın sanat
karşısındaki tepkisizliği ve kayıtsızlığı sanatın kontrol edilemeyen büyüsünden
kaynaklanır. Walter’ın sanat karşısındaki kayıtsızlığı, sanatın büyülü
dünyasından duyduğu korkudur. Ancak Sabeth’in ölümünden sonra Walter,
insanlarla paylaşılan hazlara yönelecektir.
Yolculuk
Walter iş yolculuklarına çıktığı
gibi, keyfi yolculuklara da çıkar. İflah olmaz bir gezgindir. Roman boyunca gezmedik kent, ülke, kıta
bırakmaz. O evsiz, yurtsuz bir göçebedir. Değişik güzergâhlarda yaptığı bu
yolculuklarda her türlü ulaşım aracını (uçak, gemi, tren, eşek) kullanır. Bu
yoğun yaşam onun değişik kültürlerle tanışmasını sağlar. Değişik ülkeler,
değişik yüzler ona yeryüzündeki kimliğini bulmasına yardım edecektir. Ancak
başka kültürden başka insanları tanıdıkça insani değerlerin önemini kavrayacak,
kendi kültürünün köklerini keşfedecek, diğer kültürleri anlama yolunda önemli
bir adım atacaktır.
Akıl ve Duygu
Yoğun duygulara duyarsızdır. Akıldan
yanadır.
İnsan ve Makine
İnsanların makineye karşı
duydukları nefret Walter’ı sinirlendirir. Ona göre aptalcadır. Çünkü çoğu kez
makine, insandan da daha iyi iş yapar.
Örneğin en hızlı hesap yapan makine, bugün her türlü insan beynini
aşmıştır. Her dakika 2.000.000 toplama
ya da çıkarma yapabilir! Aynı hızla sonsuz
küçük hesapları başarır, biz sonucu okuyuncaya kadar geçirdiğimiz zamanda hızla
logaritmayı hesaplar ve şimdiye kadar bir matematikçinin hayatı boyunca
halletmeye çalıştığı bir problem birkaç saat içinde çözülür. Homo Faber’e göre
makine hiçbir şeyi unutmaz. Ona verilen bilgileri insan beyninden daha iyi
kavrar. Olasılık hesaplarını insan
beyninden daha iyi yapar. Örneğin robot her şeyi insandan daha iyi tanır,
spekülâsyona ve hayale dalmaz, kendi sonuçlarından yararlanır, şaşırması
olanaksızdır. Robotun insan gibi önceden sezişlere ihtiyacı yoktur. (s.81) İşte
bu noktada Walter özünü, benliğini, bilincini, kişiliğini günden güne yitirir. Âdeta dönen makinenin bir vidası haline
gelir, nesneleşir.
Walter Faber, kader ve rastlantı
üzerine şöyle düşünür:
“Kadere kısmete inanmam, teknik adamı olduğumdan olasılık formülleriyle
davranmaya alışığım.” Fakat yine de kaderi sorgular:
“Neden kader? Yalnız şuna
inanıyorum: Tamaulipas’a o zorunlu iniş
olmasaydı, her şey başka türlü olurdu;
bu genç adamı tanımayacak, belki Hanna’dan hiçbir zaman haber
alamayacak, bugün bile baba olduğumun farkında olmayacaktım.” (s.23)
“Ama neden rastlantı? Olanağı
olmayanın denenmiş bir gerçek olarak gösterilmesinde mistiğe gerek yok,
matematikle de açıklarım ben bunu.”
Rastlantıları sorgulamaya başlar,
şaşkınlık içindedir. New York’ta olması gerekirken sırf bir gençlik arkadaşıyla
evlenen bir gençlik arkadaşına merhaba diyebilmek için hâlâ Mexico City’den çıkamamıştır.
Geleceği belirleyen, gene salt
bir rastlantıdır, başka bir şey değil, der. “Neden alınyazısı?” diye kendi
kendine sorar. Aslında kızıyla karşılaşmasının bile akıl almaz bir rastlantı
olduğunu söyler. (s.79)
Kader ve Rastlantı
Homo Faber rastlantılarla
karşılaştıkça sorgular. Ama kaderi ve alın yazısını reddeder. (s.81)
“Kadere kısmete inanmam, teknik adamı olduğumdan olasılık formülleriyle
davranmaya alışığım. Neden kader? (…)
Tamaulipas’a bu zorunlu iniş olmasaydı her şeyin nasıl olacağı düşünülür gibi
değil. Belki Sabeth daha
yaşayacaktı. Olanların hepsi bir
rastlantıdan daha öte bir şeydi, gerçekten böyle, daha çok rastlantılar
zinciri.” (s.23)
“İşle ilgili konularda son derece sorumlu, üstelik ukala bilinirim,
şimdiye kadar bir iş yolculuğundan sırf canım öyle istediği için caydığım
görülmemiştir ya da böyle bir yolculuğu değiştirdiğim. Bir saat sonra
Herbert’le birlikte uçuyordum.” (s.36)
“Dediğim gibi, Mexico-City’ye dönmeye kararlıydım. Şaşkınlık içindeydim. Neden dönmediğimi bilmiyordum.” (s.37)
“Bir hafta önce Caracas’ta ve (en geç)bugün yine New York’ta olmam
gerekiyordu; oysa buradaydım.(…)Neden? (s.47)
Walter, roman boyunca sorularla,
çelişkilerle, paradokslarla, çözüm bulamadığı ve anlamlandıramadığı olaylarla
karşılaşır. Kişiliğin yapıtaşları baltalanmıştır. Tüm hayatı üzerinde kurduğu kavramlar
çürümüş, geçerliliklerini yitirmişlerdir. Teknisyen olarak şekillendirdiği
kimliği artık geçersizdir. Kimliği allak bulak olur. İnançla akıl, bilimle kader arasında
bölünmüştür. Varoluşuna bir anlam verebilecek ve huzur bulmasını sağlayacak bir
çözüm üretebilmek için âdeta sorununa meydan okurcasına felsefi düşünceye adım
atar. Çelişkilerinin farkındadır. Bu
farkındalık sayesinde varoluşuna anlam katacak her şeyi yavaş yavaş ortaya
çıkaracak düşünceler üretmeye başlar.
Varlığına çekidüzen verecek bir olay yaşar. Walter için bu olağanüstü durum, kızı ile
karşılaşmasıdır. Yaşadıkları, onu adım
adım yalnızlığa iter. Walter’ın kendini sessizliğe hapsetmesi neyin
habercisidir? Ne kadar sürecek, nereye
kadar böyle yabancı kalacaktır. Ne zamana
kadar kendinden saklanacaktır?
Varoluşçu düşünceyi Sartre şöyle
tanımlar: “İnsanda-ama yalnız
insanda-varoluş özden önce gelir. Bu demektir ki insan önce vardır; sonra şöyle
ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi
yaratır. Nasıl mı? Şöyle:
Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini
belirler. Bu belirlenme yolu hiç
kapanmaz, her zaman açıktır…”
Düşünmek, kendimizi yeniden
bulmamızı sağlar. Walter’ın, kendisini
formatlandırmış dünyasından, onu yabancılaştıran durumdan kendini kurtarması
gerekir. Mademki bazı şeyleri kendi özgür seçimiyle yaşamıştır, öyleyse
yaptıklarından sorumludur. Kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına,
seçmelerine, elemelerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini gerçekleştirecektir.
Walter’ın yeniden doğması, varoluşunun anlamını bulması gerekecektir. Sadece
kendisine ait olan yaşamında, her şeyi yeniden inşa ederek, kendini
yenileyebilmek için çabalar. Ta ki yaşamın öğrenmekten geçtiğini anlayana dek. Sonunda
öğrenmenin yaşamaktan önce geldiğini, yaşadıkça insanın öğrendiğini
anlayacaktır.
Marxçı görüşe göre yabancılaşma,
insanın iş ve üretim yoluyla doğadan uzaklaşması demektir. İnsan iş ve üretim
yoluyla doğayı değiştirirken kendisi de değişikliğe uğramaktadır. Ama o bu
uğradığı değişikliğin bilincinde değildir. Ferit Edgü’ye göre bu yabancılığı
önlemenin bir yolu yoktur: İnsan yabancılaşmaya mahkûmdur. Önemli olan,
insanoğlunun bu olgununun bilincine varıp onu sürekli aşmak zorunluluğunu
duymasıdır. Bugün
Homo Faber adını
verdiğimiz insan, Neandertal insanından bugünkü sanayi devrimine kadarki
süreçte, emeği ile hem dünyayı hem de kendisini değiştirirken tam bir uyum
içinde yaşamıştı. Sanayi devrimiyle yönetimi eline geçiren burjuvazinin
düzeninde makineler uygarlığın ilerlemesini geliştirdi. Bunu gerçekleştiren
emekçiler ise fabrikalarda hapsolmuş bir hayata mahkûm oldular, varlıklarının
anlamını unuttular. Öyle ki işçi yaptığı bir parçanın nerede kullanıldığını
bile bilemez oldu. Emekçinin işi ile işverenle olan ilişkileri en aza
indirgendi. Yönetici sınıfın elinde bulunan medya araçlarıyla beyni yıkanan
insan, yaşadığı trajik yabancılaşmayı aşacak gücü bulamadı. Bu yabancılaşma
insanın kendinden ve dış dünyadan umudunu kesmesiyle yankısını buldu. İnsancıl
olmayan ve insan doğasına aykırı olan bu yaşam tarzında insanın
yabancılaşmaması ancak emek ile üretimini insan ile doğanın, insan ile insanın
ilişkileriyle mümkündü. Bugün insanın doğasını tehdit eden ve adına uygarlık
dediğimiz teknoloji kültürü bu ilişkiler ağında insan dışı niteliğini korudukça
hiç şüphesiz toplumda yabancılaşma sürecektir.
İsterseniz, şimdi de insanın
kendine yabancılaşmadığı kültürlere bir göz atalım. Ne dersiniz? Size İnka kültüründen bir olayı ve Hitit
kültüründen MÖ 2000 yıllarına tarihlenmiş bir duvar yazısını iletmek istiyorum.
İnka Kültüründen Bir
Olay
Meksika’da, İnka
tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle
yola koyulur. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yol, kısa bir sürede
yarılanır. Aynı hızla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında
konuşup birden yere otururlar ve öylece beklemeye başlarlar. Avrupalı
arkeologlar bu duruma bir anlam veremezler. Saatler sonra, yerliler kendi
aralarında konuşup tekrar yola koyulurlar. Sonunda tepenin üstündeki görkemli
İnka tapınaklarına gelirler. Arkeologlardan biri dayanamaz, yaşlı rehbere sormak
gereğini duyar: "Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok
yere bekledik?" Yaşlı rehberin cevabı şaşırtıcıdır: "Çok kısa sürede
çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın
bize yetişmesini bekledik..."
Hitit Duası
"Tanrım,
Beni yavaşlat.
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir...
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele...
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver.
Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği,
belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol...
Anlık güzellikleri yaşayabilme sanatını öğret;
bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı,
güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı,
güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,
balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret...
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini,
yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim...
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi
büyümesine bağlıdır...
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı
değerlerine doğru göndermeme yardım et.
Yardım et ki kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha
sağlıklı olarak yükseleyim.
Ve hepsinden önemlisi...
Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR,
İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ve HİKMET,
Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver..."
18 Ocak 2010
* Gülten Akın’ın şiiri
Kaynakça
Yıldız Ecevit, Edebiyatta
yabancılaşma ve yabancılaştırma, http:/www.cafrande.org/?p=6544
Ferit Edgü - İntiharın İlişkileri –
Yeni Dergi – Şubat 1968, DE yayınevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder