28 Aralık 2013 Cumartesi

Yaşamın Sözcüsü Bir Yazar Virginia Woolf


     
           Sanatın yaşamı sorgulaması, bilimin ya da felsefenin sorgulamasından şu yönüyle ayrılır:  Görünür ve denenmiş olgulardan yola çıkan bilimin aksine, sanat görünmezin peşindedir.  Sanatçı, eserinde, sezgileri ve duyumları aracılığıyla edindiği izlenimleri ele alarak    açmazları, çelişkileri, karanlıkta kalan yönleriyle yaşamı sorgular.  Sanatçının duyum ve gözlem dünyasından kendi gözlemlediği ayrıntıları ayıklayarak derinde olanı yüzeye çıkarır.  Bilinçaltının devreye girdiği yeni bir alan böylece yaratılmış olur. İşte, 20. yüzyılın en önemli edebî çehrelerinden Virginia Woolf’un 1931’de yazdığı Dalgalar bu bilinç akımı ile yazılmış onun en cüretkâr romanıdır. Daha Kasım l931 güncesinde, Dalgalar’ın, “kendi özgü biçimde” yazdığı ilk yapıtı olduğunu be bu yapıtta, o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyler yapmak istediğini belirtir. Üstelik kitaplarının en karmaşığı, en güç anlaşılanı olduğunu itiraf eder. Çünkü Dalgalar “hem düzyazıyla kaleme alınacak hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı hem de tiyatro oyunu.” Bu açıdan Dalgalar’ ı bir yazarın masa başı yalnızlığında edebiyat kurumuna kafa tutması olarak da yorumlayabiliriz.

15 Ekim l923 tarihli güncesinde romancılık açısından bir keşif yaptığına inandığından söz eder: Şimdi ile geçmiş arasında, bir çeşit ‘tünel kazma’ tekniğini kullandığını, kahramanlarının içindeki ‘mağara’lara, zihninde kazdığı bu tüneller aracılığıyla erişebildiğini söyler.

Victorya Çağı bitmiş, modern çağ başlamıştır. Virgina Woolf, hem içerik hem de biçim açısından bu yeni çağa yepyeni bir roman türü yaratmak ister.1934 tarihli güncesinde şöyle yazar:

“Tüm kalıpları kırmaya, duyduğum ve düşündüğüm her şey için yeni bir var olma biçimi, yeni bir ifade biçimi bulmaya kendimim zorladım… Sürekli bir çaba gerektiriyor bu.”

“Modern Fiction” adlı denemesinde görüşlerini şöyle açıklar:

“Eğer bir yazar köle olmayıp, özgür bir insan olsaydı, yazması bekleneni değil, kendi canının istediğini yazabilseydi, yapıtının temelini herkesçe kabul edilen görüşler üstüne değil; kendi duyguları üstüne kurabilseydi ne olaylar örgüsü olurdu ne komedya ne tragedya ne de aşk öyküsü.”

Asıl amacı, İngiliz romanına egemen olan gerçeklik geleneğini yıkmak, post-empresyonistlerin resimde yaptıklarını romanda yazı dili ile uygulamaktır. Gerçek romancılar gibi yaşamın bir fotoğrafını çekmek değildir amacı. Elle tutulur olgular değil izlenimler vermek ister okura. Kişilerin duyduklarını ya da düşündüklerini hemen o an ve hiçbir değişime uğratmadan, kendi yorumlarını da eklemeden bize aktarmaktır isteği. İçinde ne olursa olsun o anı bir bütün olarak vermek ister. Yaşam mantıklı düzenlenmiş durumlar ve olaylar zinciri değildir. Yaşam düzensiz olarak birbirini izleyen anların toplamıdır. İnsanları gerçekte yaşadıkları gibi anları kaydedecek, romanlarına öyle yansıtacaktır. Renkli bir yaşam sürmeyen, çarpıcı yanları olmayan sıradan insanlar onu daha çok ilgilendirir. Onların iç dünyalarına girdiğimizde bu küçümsenen insanların deneyimleri en heyecanlı serüvenleri yaşayanlardan daha olağanüstüdür.


1882’de Londra’da dünyaya gelen Virginia Woolf, Victorya çağının tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen’in kızıydı. Ünlü bir babanın kızı olarak, para ve mevkiden fazla kültüre önem veren bir ortamda yetişmişti. Babasının kitaplığından yararlanabiliyor, akşamları Henry James, Thomas Hardy, George Meredith gibi büyük yazarların sohbetini dinleyebiliyordu. Ayrıca evde Yunanca özel ders almıştı. Entelektüel bilgisinin gelişmesinde, her bir deneyim onda önemli bir rol oynamıştı. 1904’te babasının ölümünden sonra aile, Bloomsbury Mahallesi’ne yerleşir. Artık baba evinde değil kendi evlerinde oturuyorlar, babalarının yaşlı dostlarıyla değil kendi genç dostlarıyla görüşüyorlardı. Ailenin Bloomsbury’ye taşınması, hayatında bir dönüm noktası olur. Blooomsbury grubu, birçok ünlü edebiyatçıyı barındıran bir grup entelektüelden oluşur. Grupta John Maynard Keynes, E. M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton, Strachey gibi ünlü kişilikler vardır. 1912’de yayıncı Leonard Woolf ile evlendikten sonra bu grubun önde gelen kişisi olur. Bloomsbury grubu edebî bir hareket olmasa da Victorya Çağına kafa tutan ileri görüşlü yazar, sanatçı ve düşünürlerden meydana gelmişti. Onlar eski kalıplara kafa tutarak yaşadıkları çağa yenilik getirmeyi akıllarına koymuşlardı. Bu yenilikçi adımlarının ilkini James Joyce, bilinç akımı tekniği ile 1922’de yazdığı Ulysses ile atmıştı. Ne var ki Virginia Woolf’un yöntemi James Joyce’unkinden farklıydı. O, Joyce gibi kişilerinin aklından geçen her şeyi, önemli ya da önemsiz, mantıklı ya da mantıksız okuruna anlatmayacak, bilinç akımını süzüp ayıklayacak, bazı şeyleri seçerken bazı şeylere hiç değinmeyecekti. O ancak kişilerin iç dünyasına ışık tutacak, kişilerin o anki düşüncelerini ve duygularını bize iletmeye çalışacaktı. Bütün bunlardan ötürü Virginia Woolf’un yazdıkları geleneksel romanın elle tutulur olgularından, zaman ve mekân kavramından öyle uzaktı ki bunlar gerçekten roman mıdır diye düşünenler az değildi. Bir bakıma böyle düşünenlerin hakları da vardı. Çünkü o, romanlarını romandan çok şiire benzetmeye çalışacaktı. Eleştirmen E. M. Forster: “Elinden geldiğince romana yakın bir şey yazmak isteyen şairdir o.” diye yorumlayacaktı onu.

Ona göre, bir tek gerçek yoktu. Her gerçek, her insana göre değişen, elle tutulmayan, kaygan, su gibi akan bir şeydi, bu yüzden romanlarında görüş açısı denilen şey de yoktu. Kişilerinin iç dünyasını, kendi yorumuyla ya da romandaki birinin yorumuyla değil kişilerin düşüncelerini bize aktarmak yoluyla doğrudan doğruya vermeye çalışır. Bunu yapabilmek için de bilinç akımını kullanarak bilinçaltının karanlık kulvarlarında geziye çıkarır okuru. Bu arayış ve keşif yolculuğu ile ele alınan metinler de doğal olarak sürprizlerle dolu ve şaşırtıcıdır.

Romancının görevi, yarattığı karakterlerin yaptıklarını saati saatine, günü gününe rapor etmek değil, aklından gelip geçen duygularla düşünceleri, anlık izlenimleri saptamaya çalışmaktı. Yaşam uçsuz bucaksız bir karmaşaydı. Hiçbir şeyin kesin bir başlangıcı bir ortası yoktu. Oysa gerçekçi romancılar her şeyi kalıplarla veriyorlar, kişilerinin yaşamını, başlangıcı, orta kısmı ve sonu olan öykülerle vererek gerçek yaşamı yansıttıklarını sanıyor, dış dünyanın önemsiz ayrıntıları üstünde duruyor, bu ayrıntıları büyük bir ustalıkla işlerken yaşamın asıl gerçeklerine yüz çeviriyorlardı. Gerçek nasıl da ellerinden kayıp gidiyordu!...

Dalgalar geleneksel roman türünden oldukça farklı bir eserdir. Olay örgüsü yoktur. Dış dünya yok edilmiştir. Kişilerin ancak iç dünyaları yansıtılmıştır. Dış dünya nesnel olarak değil ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilir. Dokuz bölümden oluşur. Bu bölümlerde, kitaptaki altı kişinin düşünceleri yoluyla, bilinç akımı aktarılır. Hepsinde aynı mekân anlatılır: denize açılan bir bahçe. Bahçedeki ağaçlar, çiçekler, kuşlar; kumsal, deniz, dalgaların sesi ve kişilerin çocukken birlikte oturdukları ve birinci bölümden sonra ayak basmadıkları kıyıdaki ev. Bu dekor hiç değişmez. Değişen tek şey, güneşin gökyüzündeki durumudur; güneşin doğuşu, yükselişi ve batışıdır. Bu da kişilerin geçirdikleri evreleri, gençlikten yaşlılığa doğru ilerleyişini gösterir. Güneş tepeye çıkarken karakterler büyür ve yaşlanır. Güneş en tepedeyken karakterler de hayatlarını yarılamışlardır, gün ortasıdır artık. Bu noktada Percival ölür. Onun ölümünden sonra güneş batmaya başlar ve buna bağlı olarak karakterlerin çöküşü de başlar. Güneş batmaktayken onlar da ölümlerine yaklaşmışlardır. Bu dokuz bölümün her biri güneş sözcüğü ile başlar.  İlk bölüm “Güneş henüz doğmamıştı.” cümlesiyle başlar, son bölüm “Güneş batmıştı.” cümlesiyle biter.

Tüm romanı kaplayan su imgesi sayesinde okur, dalgaların ritmik hareketini hisseder. Romana hâkim olan dalga imgesi, hayat denizini sergiler. Dalga imgeleri romanın ritmini oluştururken, bu ritimde aynı zamanda dalgaların sesini ve devinimini sağlar. Döngüsel, akıcı, sürekli bir ritim böylece elde edilmiş olur. Dalgalar’ı, Virginia Woolf’un kendisinin de belirttiği gibi bir ritim yaratmak için yazmıştır. Romanın ritmine katkıda bulunan en önemli unsur, her bölümün başında yer alan, italikle yazılmış (interlude) ara kısımlardır. Bu ara kısımlar, öncelikle altı karakterin ömrünü, gün doğumundan gün batımına, tek bir güne indirgeyerek zamanının geçişini gözler önüne serer. Dolayısıyla dalgalar, hayat denizini sembolize ederken bir yandan da hayatı tek bir güne indirger. Roman gün doğumundan hemen önce başlar: “Güneş daha doğmamıştı.” Ardından her bir ara bölümde (interlude) güneş giderek yükselir.

Dalgalar’ın geleneksel romanlar gibi bir tek başkişisi yoktur, altı başkişisi vardır. Bunlardan üçü kadın (Susan, Jinny, Rhoda) üçü de erkektir. (Lousis, Neville, Bernard) Bunlar birbirinden tümüyle farklı kişiler oldukları halde ta çocukluklarında başlayan ve sonuna değin hiç kopmayan gizemli bir bağla bağlıdırlar birbirlerine. Ayrıca kitabın odak noktası sayabileceğimiz Percival karakterini de görürüz. Onu, altı kişinin bilincinde yansıdığı kadarıyla tanırız.

Birinci Bölüm: Çocukluk  

Güneş daha doğmamıştır.  Altı başkişi okula beraber giderler. Her çocuk ayrı ayrı uyanır, her çocuk ayrı ayrı uyandıkça kendi içindeki düşüncelerini, duygularını, izlenimlerini monologlar şeklinde verir. Çocuklar gün içinde birbirleriyle bir şekilde bir araya gelirler. Çok belirgin olmasa da düşünceleri ve kimlikleri belirmeye başlamıştır. Örneğin Bernard, geveze ve dil üzerine takıntılıdır. Neville, düzen ve güzellik âşığıdır. Louis, güvensiz ve hırslıdır. Jinny’in fiziği, Susan’ın doğaya olan yoğunluğu, Rhoda’nın düşsel dünyası… Hepsi birbirinden farklı olmakla beraber birarada şekillenmeye başlamışlardır.

İkinci Bölüm: Ergenlik

Altı çocuk yatılı okullara gönderilmiştir. Bernard, Luis, Neville… Bu üç oğlan okulun otoritesine karşı olan tutumlarıyla değişkenlik gösterse de hepsi, öğretmenleri Percival ile iyi bir iletişim kurmuştur. Üç oğlan bir şekilde edebiyatla ilgilidir. Kızlar okulu bir an önce bitirme telaşındadırlar. Jinny, sosyetenin içinde yer almak ister. Susan, sahibi oldukları çiftliklerine ve baba evine dönmeyi arzular. Rhoda ise yalnızlığına kavuşma arzusu ile doludur. Bölümün sonunda okul bitmiştir.  Her biri kendi hayat çizgilerini şekillendirmek üzere yola koyulurlar.

Üçüncü Bölüm: Genç Yetişkinlik Çağı

Bernard ve Neville aynı üniversiteye gittiklerinden yakın arkadaş kalmışlardır. İkisi de öğretmenleri Percival’a hayrandır. Eşcinsel olan Neville Percival’a âşık olmuştur. Bernard, kendiyle ve kendi kimliğini oluşturmakla meşguldür. Neville,  Bernard ile, yazdığı bir şiirini paylaşır; her ikisi için coşku dolu bir andır. Louis bir gemicilik şirketinde memur olarak çalışmaya başlamıştır. Öğle saatlerini okumakla geçirir. Gece ise çevresini inceler.  Bu günlük izlenimlerinden şiirler kaleme almak arzusundadır. Susan, planladığı gibi, çiftliğine geri dönmüştür; doğa ile iç içedir. Ekin tarlalarında gezindikçe doğanın devinimini yoğun olarak  hisseder. Ancak kendi isteklerine gem vurduğunun ayırdındadır. Jinny ve Rhoda, Londra’da kalmışlarsa da tecrübeleri farklıdır. Her ikisi de aynı sosyal çevrededir. Jinny, güzelliği ile, sosyetede yerini almıştır; fiziksel çekiciliği ile etrafındakileri etkilemektedir. Diğer yanda Rhoda, aralarında yok sayıldığını hisseder ve her an kaçmaya hazırdır.  

Dördüncü Bölüm: Yetişkinlik Çağı

Tüm altı başkişi, Hindistan’a göreve gidecek olan ortak öğretmenleri Percival için bir akşam yemeği tertiplerler. Başlangıçta grup gergindir. Birbirlerinin farklılıklarını gözlemlerler. Percival, aralarına katılınca bu gerginlik yatışır. Altı arkadaş birlik için kaynaşmıştır.

 Dördüncü interlude’da şöyle der: “Güneş; yükselmiş olan, sudan yapılma değerli taşlar arasından kesik kesik bakış fırlatarak yeşil şiltede gizlenmeyi artık bir yana bırakmış olan güneş, yüzünü açtı, dümdüz baktı dalgalar üzerinden.” (s.81) Burada gün doğmuştur. Yani dalgaların temsil ettiği karakterler henüz gençtirler. Hayatlarının baharındadırlar. Yaşam, onların tam tepesinden bakmaktadır. Hayatın içine gerçek anlamda henüz girmişlerdir.  Partinin sonunda grup tekrar ayrılır; herkes kendi yoluna gider.

Beşinci Bölüm

Akşam partisinden hemen sonra, Percival’ın Hindistan’da öldüğünü öğrenmişlerdir. Neville, ölüm ve hayatın kırılganlığı ile sarsılmıştır. Bernard, sevinç ve hüznü bir arada yaşamaktadır. Bir yandan bebeği dünyaya gelmiş, bir yandan da sevgili öğretmenini kaybetmiştir. Bernard bir müzeye gider. Orada, resimden resime gezinirken Percival’ın anıları ile baş başadır. Bu saygı duyduğu öğretmenini, içinde ne kadar yaşatmaya çalışsa da, er geç, o, hayatından çıkacaktır. Rhoda, hüznünü müzikle yatıştırmaya çalışır. Percival’ın ölüm haberini alır almaz operaya gider.


Altıncı Bölüm

Karakterler tamamen olgunluğa erişmişlerdir. Louis çalıştığı firmada yükselmiştir. İkili bir hayat yaşar. Saygıdeğer bir iş adamı olmasına karşın yoksul mahallelerde gezinmekten ve yaşamın diğer kıyısını izlemekten kendini alamaz. Louis ve Rhoda sevgili olmuşlardır. Susan, şimdi annedir. Bir tarafta yaşamın döngüsü içinde yer alırken diğer tarafta yaşamında başkalarına bağımlı olduğunu hisseder. Jinny, fiziksel cazibesini kullanmaya devam eder. Sevgilileri gelip geçicidir ama kendi bu durumundan yakınmaz. Genelde hayatından memnundur.  Neville de Jinny gibi değişkendir; sevgiliden sevgiliye geçer, aşkın onun yaratıcılığını kamçıladığına inanır.

Altıncı interlude şöyle der: “aşağıda dalgalar, titreşen maviden düzensiz fırlatılan ateş tüylü kargılarla delik deşikti... Dalgalar topladı kendilerini, sırtlarını kıvırdı, dağıldı.” (s.127-128) Percival çoktan ölmüştür ve diğer altı karakter de ölüme yakındır: “Güneş artık tam tepede değildi.” Çöküş başlamıştır. Artık yaşlanmışlardır, kamburları çıkmıştır.




Yedinci Bölüm

Karakterler artık yaşlanırlar. Bernard, Roma’ya seyahat etmiştir. Roma’daki antik kalıntılar ona başarısızlıklarını sorgulamasına bir davettir. Susan gittikçe kırsal ev hayatının içine gömülmüştür. Kaybettikleri için yazıklansa da kazançlarıyla yetinmek zorundadır. Jinny endişelidir. Yaşlandığının ve güzelliğinin solduğunun farkındadır. Zamanın yok edici ve sarsıcı işlevinin farkındadır. Kendini hayatın, zamanın gelip geçiciliği ile avutur. Geri kalan yıllarından en iyi şekilde yararlanmaya karar verir. Neville, iyi bir yazar olma yolundadır. Kaleme aldığı metinler olgunlaşmaya doğru yol almıştır. Sevgiliden sevgiliye geçer. Louis, çalıştığı firmada daha da yükselir. Tavan arasındaki odasında yazmaktan hiç vazgeçmez.  Gözü günlük yaşamda ve sokakta olsa da kurgusal bir dünya yaratan edebiyattan vazgeçmez. Rhoda, Louis’i terk etmiştir. İspanya’ya seyahat eder. Orada ölümle burun buruna gelir.

Sekizinci Bölüm

Altı arkadaş akşam yemeğinde tekrar buluşurlar. Percival’ın eksikliğini çok içten hissederler. İlk baştaki yemek davetindeki gibi gerginlik olsa da bu sıkıntılı ortam, deneyimlerin paylaşılmasıyla çözülür. Hepsi, tüm yaşananların tek bir yaşantı olduğunun bilincindedir. Bu buluşma, ortak tanıdıkları Percival’ın anısına bir anma yemeği olsa da birlikteliklerinin zaferidir.
Sekizinci interlude şöyle der: “Kıyıya sokuldukça dalgaların ışığı çekilip alındı.” (s. 161). Karakterlerin yaşam yolculukları bitmek üzeredir, kıyıya varmak üzeredirler ve güneş, yani yaşam gücü battığından, yaşamdan yoksun kalmışlardır. 

Dokuzuncu Bölüm

Son bölüm, Bernard’ın bakış açısından verilir. Kendi hayatının bir özeti gibidir. Tüm yaşamlarını göz önüne getirir. Rhoda’nın intihar etmesi en üzücü yanıdır. Bernard, gerçeklik hakkında bir görüş açısı kazanmıştır. Yaşam, ölümle mücadeledir.


Son interlude’de Bernard ölür; gün bitmiştir. Kişilerin hayatları bitmiştir, roman bitmiştir. Perde kapanmıştır. Ama dalgaların devinimi devam etmektedir. Güneş en tepedeki noktaya ulaştıktan sonra batmaya başlamıştır.  Güneşin batışı ile son bölüme ulaşmış oluruz. Son interlude’de artık geriye sadece dalgalar kalmıştır. “Dalgalar kıyıda parçalandı.” cümlesi ile eser sona erer. Her ne kadar karakterlerin hayatları o gün sona ermiş olsa da yaşamın doğal ritminin sürekliliği vurgulanmış olur.

Hâkim imge dalga olduğundan ortaya çıkan ritim bir bakıma dalgaların hareketinin bir taklididir. Okuru içine sokup sürükleyen, işte bu ritimdir. Bu döngüsel hareket şunu ifade eder: Hayat, tıpkı şafaktan gün batımına, sonra tekrar şafağa dönen daire gibi, sonsuz bir yükselip alçalma döngüsüdür.

Daha önce belirttiğimiz gibi,  zaman ve insan ömrünün gelip geçiciliği, Virginia Woolf’un üzerinde yoğunlaştığı bir temadır. Bu dokuz bölümün her biri güneş sözcüğü ile başlar. İlk bölüm “Güneş henüz doğmamıştı.” cümlesiyle başlar, son bölüm “Güneş batmıştı.” cümlesiyle biter. Dolayısıyla bir yıllık döngü, dört mevsimin döngüsü bu bir gün süren interlude’larda sembolize edilmiş olur. Doğa imgelerinin kullanımı, örneğin dalgaların iniş çıkışları, kuşlar, böcekler, bahçe, tüm bu imgeler okuru doğanın dengeli, uyumlu, huzurlu dünyasına çekerken doğanın döngüsel hareketini akla getirir. Aslında roman bütün olarak bir büyük dairedir: Karakterler çocukluktan yaşlılığa geçerken güneş gökyüzünde şafaktan günbatımına doğru bir daire çizmekte, mevsimler değişmekte, dünya dönmekte, dalgalar bir ileri bir geri hareket etmektedir. İşte bütün bunlar romanın ritmini oluşturur.

İsterseniz bir de Halil Cibran’a ses verelim. Bakın o mevsimleri şöyle yorumluyor: 

“Ve yılların mevsimleri senin değişen düşüncelerinden başka nedir?  Bahar bir uyanıştır göğsünde, fakat yaz bir farkına varıştır kendi bereketliliğinin.  Varlığında o hâlâ çocuk kalan, söylediğin ninnideki eski zamanlardan kalmalık değil midir güz? Ve sorarım, nedir kış, bütün diğer mevsimlerin düşleriyle yatılan bir büyük uykudan başka.”

Virginia Woolf, Dalgalar da yaşamın sözcülüğünü yapıyor; yaşama ilişkin yeni anlamlar üretmenin peşinde koşuyor.  Birbiri içine geçerek çoğalan, açılıp genişleyen, yorumlara olanak veren dialoglarla, yaşamın başlangıcı ve sonu arasında geçişlerle dolu bir sürecin edebî analizini, bir günü, ana motif olarak seçerek yapıyor. Sahi, yaşamı bir güne indirgediğimizde, yaşamın gelip geçiciliğini, ömürsüzlüğünü, çok sınırlı bir zaman dilimi içinde ona sahip olduğumuzu daha çok duyumsamıyor muyuz?



24 Ekim. 2009



Kaynakça
Virginia Woolf,  Dalgalar , İletişim yayınları, 2006
Mina Urgan, Virginia Woolf, YKY, 2001
Virginia Woolf, Bir Yazarın Güncesi, Oğlak yayınları, l995
Serdar Rifat, Kitapların Şenlik Ateşi, YKY, 2008
İnternetten:  www.kitap.metu.edu.tr


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder