Kuşkusuz yenilikçi yönü olmazsa sanat donuklaşır, gelişemez. Batı yazınında geleneksel romana karşı çıkan, onun yetersizliklerini görüp yazın geleneklerini bozan, yazının sınırlarını zorlayarak kendi biçimlerini arayan yazarlar arasında D. H. Lawrence, T. S. Eliot, James Joyce ve Virginia Woolf gibi yazarlar yer alır. Bu yazarların ana konuları genellikle toplumdaki iletişim güçlüğü, insanların yalnızlığı ve yaşamın anlaşılmazlığı çevresinde oluşur. Onların açtıkları alandan ilerleyen ve bir adım daha ileri giderek ‘Yeni Roman’ akımını geliştiren yazarlar arasında Alain Robbe-Grillet önemli bir yer tutar.
Tarihsel gelişimi içinde insanoğlu, Ptolemaios’un dünya odaklı
görüşünden uzaklaşmış, Gaiıleo ve Copernicus’un güneş odaklı evrenbilimine
ulaşmıştır. Orada da kalmayıp üzerinde
yaşadığı dünyanın, milyarlarca yıldız kümesinden yalnızca biri olan Samanyolu’nun
içindeki milyarlarca yıldızdan birinin çevresinde dönmekte olan orta boy bir
gezegen olduğu görüşüne varmıştır. Bu kozmolojik anlayışının değişmesiyle tabii
ki insanoğlunun kendisini ve dünyayı algılaması da değişmiştir.
Aydınlanma çağının en belirgin özelliklerinden biri bilime olan sonsuz
güvendir. 19. yy. realist romanı, Newton
fiziğinin edebiyat alanındaki bir uzantısı gibidir. Nerede, ne zaman, nasıl ve neden sorularına kesin yanıtlar veren
içeriktedir. Çağın romancısı olayları
zamandizinsel bir akış içinde, dün-bugün-yarın sıralamasına sıkı sıkıya bağlı
olarak kurgular. Romanın yapısında hiçbir kargaşa yoktur. Okur okuduğu metne
yabancı değildir. Mekân da en-boy-derinlik- doğrultusunda betimlenerek verilir.
19. yy. romanı gerçeği, duyularla algılanabilen maddeler dünyasında
arar. Orhan Pamuk’un Sessiz Ev romanında
roman kişisi Darvinoğlu şu sözleri ile gerçekçi romanın tanımı yapar
gibidir: ‘Yalnızca gözümle gördüğümü
yazarım ben, ilkem budur.’
19. yy. klasisist-gerçekçi romanının ana eksenine bir öykü anlatmak
yerleşir.
Realist romancı
doğayı da insanı da somut örneğine sadık kalarak edebiyata taşımaktan yanadır.
Bu dönemdeki romanı Stendhal ‘yol boyunca gezdirilen bir ayna’ olarak tanımlar.
20. yy. başlarında gerçekleşen yeni bilimsel gelişmeler, Newton
fiziğinin ana ilkelerine kuşkulu bakar. Modern fizikte somut gerçek, artık
Newton fiziğinin iddia ettiği gibi somut ve mantıklı değildir. Einstein
fiziğinde zaman eşit aralıklarla çizgisel akmaz. Işık hızına göre değişir. Madde ise farklı
koşullarda farklı görünümler verir. Heisenberg, çekirdek fiziğinde parçacığın
hızı ile konumunun aynı anda ölçülemediğini, hızlanan parçacığın ortadan
kaybolduğunu söyleyerek maddeye belirsizlik katmış, onu aşkın bir boyuta
taşımıştır. Yeni fizik, dünyanın alışılagelen görünümünü tümüyle değiştirmiş,
içinde yaşadığımız uzamı kuşkulu kılmış, değişmez bir akış içindeymiş gibi
görünen zamanı göreceleştirmiştir****
Bu yeni gerçeklik anlayışı, 20. yy. sanat anlayışında yansımasını
bulur. Bilimin sanata etkisi yeni
tanımlarla yavaş yavaş oluşur. Freud’un ve Jung psikolojilerinin kişisel ve
ortak bilinçaltı tanımları da eklenince insanoğlunun kendine bakışı büsbütün
değişir. 19. yy.da gerçeklik anlayışının sınırlarının dışında kalan düşler ve
rüyalar insan gerçeğinin en önemli bileşenleri durumuna taşınmıştır artık.
Her geçen gün katlanarak çoğalan bilimsel buluşların gerçekleşmesi ve
bunların yaşamla bütünleşmesi karşısında Max Frisch kendini şöyle ifade eder: ‘Bütün
bu olanlardan sonra, büyük gerçeklerin sarsılmasına karşın, sanki elle tutulur
kesin bir zaman kavramı varmışçasına, neden-sonuç ilişkisine olan sarsılmaz bir
inançla yazmak’ artık olanak dışıdır.
20. yy edebiyatı, önceki edebiyatın estetik ilkeleriyle bağlarını
tümüyle koparır. Geçmiş yüzyılların
Tanrı düşüncesi de 19. yy. başlarından bu yana giderek etkisini yitirmeye
başlamıştır. Nietzche 20. yy. dönümünde
Tanrı’nın maddeye yenik düştüğünü ‘Tanrı öldü!’ diyerek açıklar.
20. yy. edebiyat anlayışı da bu bütünlüğü ve güvenilirliği yitirilmiş
dünyayı parçalara bölerek anlatmaktan yana tavır alır. Avangardist-modernist
edebiyatta yeni metinler, montaj/kolaj teknikleriyle bir patch-work’e dönüşür.
Göreceleşmiş zaman ise çizgisel akmamaktadır yeni metinlerde; dün-bugün-yarın
alışılmadık bir biçimde birbirine karışır. Sanatçı, tam olarak kavrayamadığı bu
yeni gerçekliği dile getirmenin yollarını arar.
Her çağ sanat ürününde gerçeği yansıttığına inanır. Robbe-Grillet bu
konuda şöyle der: ‘Bütün yazarlar gerçekçi olduklarını
düşünürler (...) Gerçekçilik kesinlikle tanımlanmış (...) bir kuram değildir.
(...) Klasikler gerçekçiliğin klasik, romantikler romantik, gerçeküstücüler
gerçeküstü olduğunu düşünürler. (...) Bu
bakımdan, edebiyat devrimlerinin neden hep gerçekçilik adına yapıldığını
anlamak kolaydır.’
‘Yeni roman’cılara göre yazar için iki çeşit gerçek söz konusudur. Birincisi, herkesin gördüğü, ilk bakışta
kavranılabilen gerçektir. Bu gerçek
yüzyıllardan beri ortaya konulmuş, incelenmiş, söylenmiş, sınanmış bir
gerçektir. Bu, gerçeklik, okunarak
öğrenilen gerçekliktir. Bir de bugüne
kadar bilinmeyen, daha gözle görülmemiş, ortaya konulması imkânsız bir gerçek
vardır. Bu yaşanarak öğrenilen gerçekliktir. Öğrendiklerimizden daha da ötesini
öğrenmeye her zaman ihtiyacımız vardır. Bu da romancının gerçeğidir. Yazar bir
şey bildiğini değil, ‘bir şey’ konusunda bilgisi olduğunu veya ‘bir şey’i
anlamak istediğini söyleyen kişidir. Her türlü kesinlemenin yolu ona
kapalıdır. Dünyaya verdiği anlamlar
gittikçe çelişik bir kimlik kazanır. Anlamlandırmaya çalıştığı ‘şey’i tartışır,
tartışmaya açar. Ezberletilmiş anlamları bozup bozup yeniden kurar. Her
birimizin dünyayı nasıl ve nereye kadar algıladığımız, kendimizle ilişkili ve o
oranda sınırlıdır. Örneğin gerçekliği anlamaya çalışır. Bu konuda sorular yöneltir,
cevaplayamaz; çünkü bu konuda hiçbir şey bilmez.
Nathalie Sarraute romancının gerçeğini şöyle tanımlar: ‘Romancı
için söz konusu gerçek (realite) bugüne dek bilinmeyen, daha gözle görülmemiş,
dolayısıyla kendine değin bilinen biçimler içinde ortaya konulması imkânsız
gerçeklerdir; dolayısıyla yeni anlatım biçimleri gerekmektedir. Paul Klee’nin
dediği gibi,‘Sanat görüneni ortaya koymaz, görünür kılar’.
Tibor Dery de şöyle anlatır romancının gerçeğini: ‘Bu bilinmeyen gerçek önünde yazar, içinde,
onu ilk kendisi görüyormuş, kendisi seziyormuş gibi bir duygu taşır. Ona hiç
kimse yol gösteremez, hiç kimse yardımına koşamaz. Bu kendi gerçeğini ortaya
koymak için gereken biçimleri yaratmakta bir karara varacak olan, yalnızca
kendisidir.’
Doğadaki diğer varlıklar gibi insan da kendini ifade etme arayışı
içindedir. Yazar bu arayışı yapıtı ile yapar.
Yeni Roman üstünde etkisi olan yazarlarda gerçeğe varma, gerçeği görünür kılma,
dış dünyayı algılama bir tutkuya dönüşür. Bunu gerçekleştirirken de bir
betimleme dünyası romanın ana alanına yerleşir.*
Alain Robbe-Grillet’de betimleme tutkusu, eşyada ve yarattığı mekânda kendini
dışa vurur. Betimlemelerini hemen hemen geometrik bir dille verir. Ölçmekten,
yerleştirmekten, sınırlandırmaktan, belirtmekten hoşlanan tasvir edici bir
sanat yaratır. Yazar, algıladığı dünyayı bize yansıtırken bir fotoğraf çeker
gibidir. Bir kameramanın amansız kesinliğiyle gören ve ‘gerçeğin’ fotoğrafını
çeken kişidir. Kıskançlık romanında yazar, metreyi eline alır,
yerlerin, nesnelerin ve bunların alanlarının, günün değişik saatlerinde güneşin
ve gölgenin nereden nereye geldiğinin betimlenmesine geçer. Metin boyunca aynı
betimlemeler, aynı olaylar, aynı jestler, aynı sözler yeniden, yeniden yazıya
dökülür. Bu anlatılar yazarın bir sayıklaması gibidir. Bir insanın bakışıyla ve bir yazarın diliyle
karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Örneğin romanın hemen ilk sayfalarında muz
fidanlığı beş sayfa boyunca (18-22 sayfalar) betimlenir:
‘İşlenmemiş bölgeyle muz fidanlığı
arasındaki çizgi dümdüz değil. Her
köşesi değişik bir toprak parçasında kalan, değişik bir dönemde oluşmuş, ama
yönelişi genellikle aynı girişli çıkışlı açılar yapan, kırık bir çizgi bu.
Evin tam karşısında, bu kesimde ekinin oluşturduğu en yüksek noktayı
gösteren bir ağaç demeti. O noktada biten parça bir dikdörtgen. Toprak orada
yaprakların oluşturduğu gür sorguçlar arasında, artık görünmez olmuş ya da
hemen hemen öyle. Bununla birlikte, ağaç köklerinin şaşmaz dizilişi yanın bir
geçmişte dikildiklerini ve henüz hiçbir muz demetinin devşirilmediğini
gösteriyor.
O ağaç kümesinden başlayarak bu toprak parçasının bayır aşağı gelen
kesimi, en büyük eğime oranla (sola doğru)
hafif bir sapma yapıyor. Böleğin alt sınırına dek, sırada otuz iki muz fidanı
var.
Bu böleği aşağı doğru uzatan, ağaçları aynı biçimde dikilmiş başka bir
toprak parçası, ilk bölekle fidanlığın ta dibinde akıp giden küçük dere arasında
kalan bütün alanı kaplıyor. Bu böleğin tepesinde topu topu yirmi üç muz ağacı
var. Onu bir öncekinden, yalnızca, daha gelişmiş ağaçlar ayırıyor: gövdeler biraz daha yüksek, yaprakların iç
içe geçişiyle değişik ürün devşirme izleri daha belirgin. Nitekim, şimdiye dek,
bu ağaçlardan birkaç ürün alınmış. Ama
kesilmiş sapın bıraktığı boşluk, bu durumda, meyveleri taşıyan kalın, bükülmüş
çubuğun çıktığı, açık yeşil, geniş yapraklı sorgucuyla ağacın kendisi kadar
kolay seçilebiliyor.
Ayrıca, bu bölek, hemen üst yanındaki gibi dikdörtgen değil, yamuk
biçiminde; çünkü en alt kenarı oluşturan....’
Robbe-Grillet’nin yarattığı bu dünya aslında boş, anlamdan yoksun bir
dünyadır. Nesneye anlamını veren, insanın nesneyle olan ilişkisidir. İnsan, temelde, kendini ilişkiler yaratarak
var etme eğilimindedir. ** Eğer insanla, onu insani bir dünya haline getiren
karmaşık ve dialektik bağlantıları yoksa birey nesnelerin dünyasında kaybolur. İlya
Prigogone bunu şöyle ifade eder: ‘Adına gerçeklik dediğimiz her ne ise, bize
ancak ona olan yapıcı katkımız oranında açımlanır.’ Böylece insan ve
gerçekliğin birbirinden ayrılmadığını vurgulamış olur.
Yaşam yaşanmış olandır, anlatılamayandır. Anlatmak ise yaratmak,
yeniden var etmektir. Fernando Pessoa ‘Sanat, hayatın inkârı değil midir?’
sorusunu yöneltir. Ona göre sanat, coşkunun zihinle ifadesi; yazmak duyarlılığa
ulaşmanın yoludur.
Postmodern edebiyat akımlarının yazarları, okuyucunun konumunu geçmişte
olduğu pasif noktadan çıkarmış, çok daha üstte bir yere yerleştirmişlerdir.
Eğitilmek için bekleyen pasif okuyucu yoktur artık. Ne ‘pasif okuyucu’ ne de ‘deha
yazar’ vardır. ‘Deha okur’dan söz etmenin vakti gelmiştir. Her metnin çok
farklı okuma biçimleri olduğunu ve her okuyucunun kendine özgü bir okuma
yaptığını kabul eder. Bu tavır, okuyucuyu kurmacanın yaratım sürecine
katılmasına davet etmekte, ona daha çok sorumluluk yüklemektedir. Okuma denilen
süreç yoğun bir zihinsel süreçtir. Bu anlamda tüm edebî eserler okuyucuları
tarafından tamamlanır.
Yazar, geleneksel romanlardaki gibi her şeyi gören, her şeyi algılayan,
her şeyi açıklayan biri değildir artık. Gerçeklerin nasıl görece olduğunu,
gerçek bir gerçekçiliğin mümkün olmadığını, ancak değişik görüş açılarımızla
dünyayı algıladığımızı bize anlatmak için kendince bir dil yaratan kişidir.
Fransızcada ‘jalousie’(jaluzi) sözcüğü duygu olarak kıskançlığı ifade
etmek için kullanılır. Değişik bir
kullanımda bu sözcük, ‘bir ipten yararlanılarak açılıp kapanabilen bir çeşit
perde’ anlamına da gelir. Romanda Alain Robbe-Grillet bir kelime oyunu yaparak
jaluzi kelimesini her iki anlamda da kullanıyor. Yapıtına hem bir nesneyi hem
de bir duyguyu belirten ‘Kıskançlık’ adını vermekle Alain Robbe-Grillet
kıskançlık olarak duyguyu, aynı zamanda da perde (jaluzi) aralığından
seçilebilen dar bir alanı göstermiş oluyor. Bize şöyle bir imada bulunmuş
oluyor: Olayların geçtiği mekânlar benim seçmiş olduğum sahnelerle kısıtlı
olduğuna göre ben de anlatıcı olarak kendi zihnimle sınırlıyım.
Kıskançlık romanında bireyler aralarında oluşan basit
bağlantılarla belirirler: bir koca, bir karı, bir de karının aşığı. Yaşadıkları çevre sömürge ülkelerinden
biridir. Bize sunulan bu mekân boşlukların ve eksikliklerin dünyasıdır. Durmaksızın aynı betimlemelere, aynı
olaylara, aynı jestlere, aynı sözlere yeniden, yeniden dönüp durarak yazar bize
bu muz fidanlığını betimler. Böyle bir anlatı dili yaratarak bu dar alanın
sınırlarını da böylece çizmiş olur. Bu mekân içinde geçen olaylar da kıskanç
bir kocanın gözüyle anlatılır. Okuyucu, sıkışmış bir alanda, sıkışmış bir bakış
açısıyla karşı karşıya kalır. Bu dar alanda kıskanç koca, kendi içinde giderek
daha sıkı kilitlenir ve çıkışı olmayan bir yalnızlığa gömülür. Devinen, hareket
halinde olan iki insanın (karısı ve âşığı) karşısında ‘koca’ kımıltısızlığa
yargılı durumdadır. Anlatıcı, olup bitenleri perde arkasından (jaluzi) izler
gibidir. Olayları ancak belirli bir mesafeden izleyebilen ve ancak onları kendi
bakış açısıyla algılayabildiği için sınırlıdır. Kendini ifade etmediği gibi
olaylara da bir yorum getirmez. Sadece olayları gösteren ve aktarandır.
Anlatıcı, bu olayda hem kendi iktidarsızlığını hem de nesneler
dünyasının üstünlüğünü itiraf eder gibidir. Sanki bilerek kendini arka plana
itmiş, suskunlaşmıştır. Bir zamanlar anlamla yüklü bir dünyanın tanığıyken
şimdi yaşadığı durumu anlamadığının bir işaretidir.
‘Yeni roman’cılara göre yorumlar yararsız, gereksiz hatta zararlıdır. Romandaki
gerçek anlatılan hikâye ve o hikâyenin akışıdır. Bu akış da belirli bir yerde
gerçekleşmez, ancak görülmeyen bir anlatıcının, yani yazarın ya da okurun
kafasında oluşur. Gerçek ancak okuma eyleminin kendisidir.
Alain Robbe-Grillet okur ile yazarın konumunu şöyle özetler: ‘... Günümüzde yazar okuru bir yana itmek,
umursamamak şöyle dursun, tersine, mutlaka onunla buluşmak ihtiyacını duyuyor,
hem de bu buluşmanın etkili, bilinçli ve yaratıcı olmasını bekliyor. Okurlardan istediği; kapanmış, bitmiş, dolmuş
bir dünyayı kabul etmesi değil, yaratışa onun da katılması, sırasında eseri-ve
dünyayı-onun da doğurması, kurması, böylece öz hayatını kendisi doğurup kurmayı
öğrenmesidir.’
Yazar, okur gibi gören, duyan, düşünen ve düşleyen bir insandır. Tıpkı
okur gibi bir yere ve bir zamana yerleşmiş ve kendi tutkularıyla
koşullanmıştır. Onun yazın eylemi, okurunun içinde bulunduğu kalıpları,
önyargıları, yasakları yıkarak özgürlüğüne kavuşmasını amaçlar. Bu uğurda okurun
kendisine karşı dürüst olmasını ve bu uğurda emek vermesini ister. Çünkü okumak
değişmek, başkalaşmak, değişik bakış açıları kazanmaktır.
Roman ancak bir insanın (yazarın) sınırlı, belirsiz dünyasını
aktarmaktan öteye gidemez. Böylece yazarın romanda kurduğu dünyadan yavaş yavaş
uzaklaşılır. Okuyucu ile yazarın
buluşmasından roman dünyası gerçeğe daha yakın bir durum kazanır. Her okur
okuduğu romanı kendisi oluşturur. *** Gerçeklik, romanın ve okuyucunun
varoluşundadır artık.
28 Ekim, 2007
Kaynakça
* Ferit Edgü, Yeni Roman’a toplu bir bakış, Yeni Dergi, Aralık 1965
** Engin
Geçtan, Hayat, Metis Yayınları, 2002
*** Dilek Doltaş, Postmodernizm ve eleştirisi, İnkılâp Yayınları, 2003
****Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder