28 Aralık 2013 Cumartesi

Okur İle Yazarın Buluşması Alain Robbe-Grillet



        Kuşkusuz yenilikçi yönü olmazsa sanat donuklaşır, gelişemez. Batı yazınında geleneksel romana karşı çıkan, onun yetersizliklerini görüp yazın geleneklerini bozan, yazının sınırlarını zorlayarak kendi biçimlerini arayan yazarlar arasında D. H. Lawrence, T. S. Eliot, James Joyce ve Virginia Woolf gibi yazarlar yer alır.  Bu yazarların ana konuları genellikle toplumdaki iletişim güçlüğü, insanların yalnızlığı ve yaşamın anlaşılmazlığı çevresinde oluşur. Onların açtıkları alandan ilerleyen ve bir adım daha ileri giderek ‘Yeni Roman’ akımını geliştiren yazarlar arasında Alain Robbe-Grillet önemli bir yer tutar.

Tarihsel gelişimi içinde insanoğlu, Ptolemaios’un dünya odaklı görüşünden uzaklaşmış, Gaiıleo ve Copernicus’un güneş odaklı evrenbilimine ulaşmıştır.  Orada da kalmayıp üzerinde yaşadığı dünyanın, milyarlarca yıldız kümesinden yalnızca biri olan Samanyolu’nun içindeki milyarlarca yıldızdan birinin çevresinde dönmekte olan orta boy bir gezegen olduğu görüşüne varmıştır. Bu kozmolojik anlayışının değişmesiyle tabii ki insanoğlunun kendisini ve dünyayı algılaması da değişmiştir. 

Aydınlanma çağının en belirgin özelliklerinden biri bilime olan sonsuz güvendir.  19. yy. realist romanı, Newton fiziğinin edebiyat alanındaki bir uzantısı gibidir.  Nerede, ne zaman, nasıl ve neden sorularına kesin yanıtlar veren içeriktedir.  Çağın romancısı olayları zamandizinsel bir akış içinde, dün-bugün-yarın sıralamasına sıkı sıkıya bağlı olarak kurgular. Romanın yapısında hiçbir kargaşa yoktur. Okur okuduğu metne yabancı değildir. Mekân da en-boy-derinlik- doğrultusunda betimlenerek verilir.

19. yy. romanı gerçeği, duyularla algılanabilen maddeler dünyasında arar.  Orhan Pamuk’un Sessiz Ev romanında roman kişisi Darvinoğlu şu sözleri ile gerçekçi romanın tanımı yapar gibidir:  ‘Yalnızca gözümle gördüğümü yazarım ben, ilkem budur.’

19. yy. klasisist-gerçekçi romanının ana eksenine bir öykü anlatmak yerleşir.
Realist romancı doğayı da insanı da somut örneğine sadık kalarak edebiyata taşımaktan yanadır. Bu dönemdeki romanı Stendhal ‘yol boyunca gezdirilen bir ayna’ olarak tanımlar.

20. yy. başlarında gerçekleşen yeni bilimsel gelişmeler, Newton fiziğinin ana ilkelerine kuşkulu bakar. Modern fizikte somut gerçek, artık Newton fiziğinin iddia ettiği gibi somut ve mantıklı değildir. Einstein fiziğinde zaman eşit aralıklarla çizgisel akmaz.  Işık hızına göre değişir. Madde ise farklı koşullarda farklı görünümler verir. Heisenberg, çekirdek fiziğinde parçacığın hızı ile konumunun aynı anda ölçülemediğini, hızlanan parçacığın ortadan kaybolduğunu söyleyerek maddeye belirsizlik katmış, onu aşkın bir boyuta taşımıştır. Yeni fizik, dünyanın alışılagelen görünümünü tümüyle değiştirmiş, içinde yaşadığımız uzamı kuşkulu kılmış, değişmez bir akış içindeymiş gibi görünen zamanı göreceleştirmiştir****
           
Bu yeni gerçeklik anlayışı, 20. yy. sanat anlayışında yansımasını bulur.  Bilimin sanata etkisi yeni tanımlarla yavaş yavaş oluşur. Freud’un ve Jung psikolojilerinin kişisel ve ortak bilinçaltı tanımları da eklenince insanoğlunun kendine bakışı büsbütün değişir. 19. yy.da gerçeklik anlayışının sınırlarının dışında kalan düşler ve rüyalar insan gerçeğinin en önemli bileşenleri durumuna taşınmıştır artık. 

Her geçen gün katlanarak çoğalan bilimsel buluşların gerçekleşmesi ve bunların yaşamla bütünleşmesi karşısında Max Frisch kendini şöyle ifade eder:  ‘Bütün bu olanlardan sonra, büyük gerçeklerin sarsılmasına karşın, sanki elle tutulur kesin bir zaman kavramı varmışçasına, neden-sonuç ilişkisine olan sarsılmaz bir inançla yazmak’ artık olanak dışıdır.

20. yy edebiyatı, önceki edebiyatın estetik ilkeleriyle bağlarını tümüyle koparır.  Geçmiş yüzyılların Tanrı düşüncesi de 19. yy. başlarından bu yana giderek etkisini yitirmeye başlamıştır.  Nietzche 20. yy. dönümünde Tanrı’nın maddeye yenik düştüğünü ‘Tanrı öldü!’ diyerek açıklar.

20. yy. edebiyat anlayışı da bu bütünlüğü ve güvenilirliği yitirilmiş dünyayı parçalara bölerek anlatmaktan yana tavır alır. Avangardist-modernist edebiyatta yeni metinler, montaj/kolaj teknikleriyle bir patch-work’e dönüşür. Göreceleşmiş zaman ise çizgisel akmamaktadır yeni metinlerde; dün-bugün-yarın alışılmadık bir biçimde birbirine karışır. Sanatçı, tam olarak kavrayamadığı bu yeni gerçekliği dile getirmenin yollarını arar.  

Her çağ sanat ürününde gerçeği yansıttığına inanır. Robbe-Grillet bu konuda şöyle der:  ‘Bütün yazarlar gerçekçi olduklarını düşünürler (...) Gerçekçilik kesinlikle tanımlanmış (...) bir kuram değildir. (...) Klasikler gerçekçiliğin klasik, romantikler romantik, gerçeküstücüler gerçeküstü olduğunu düşünürler. (...)  Bu bakımdan, edebiyat devrimlerinin neden hep gerçekçilik adına yapıldığını anlamak kolaydır.’

‘Yeni roman’cılara göre yazar için iki çeşit gerçek söz konusudur.  Birincisi, herkesin gördüğü, ilk bakışta kavranılabilen gerçektir.  Bu gerçek yüzyıllardan beri ortaya konulmuş, incelenmiş, söylenmiş, sınanmış bir gerçektir.  Bu, gerçeklik, okunarak öğrenilen gerçekliktir.  Bir de bugüne kadar bilinmeyen, daha gözle görülmemiş, ortaya konulması imkânsız bir gerçek vardır. Bu yaşanarak öğrenilen gerçekliktir. Öğrendiklerimizden daha da ötesini öğrenmeye her zaman ihtiyacımız vardır. Bu da romancının gerçeğidir. Yazar bir şey bildiğini değil, ‘bir şey’ konusunda bilgisi olduğunu veya ‘bir şey’i anlamak istediğini söyleyen kişidir. Her türlü kesinlemenin yolu ona kapalıdır.  Dünyaya verdiği anlamlar gittikçe çelişik bir kimlik kazanır. Anlamlandırmaya çalıştığı ‘şey’i tartışır, tartışmaya açar. Ezberletilmiş anlamları bozup bozup yeniden kurar. Her birimizin dünyayı nasıl ve nereye kadar algıladığımız, kendimizle ilişkili ve o oranda sınırlıdır. Örneğin gerçekliği anlamaya çalışır. Bu konuda sorular yöneltir, cevaplayamaz; çünkü bu konuda hiçbir şey bilmez.

Nathalie Sarraute romancının gerçeğini şöyle tanımlar‘Romancı için söz konusu gerçek (realite) bugüne dek bilinmeyen, daha gözle görülmemiş, dolayısıyla kendine değin bilinen biçimler içinde ortaya konulması imkânsız gerçeklerdir; dolayısıyla yeni anlatım biçimleri gerekmektedir. Paul Klee’nin dediği gibi,‘Sanat görüneni ortaya koymaz, görünür kılar’.

Tibor Dery de şöyle anlatır romancının gerçeğini: ‘Bu bilinmeyen gerçek önünde yazar, içinde, onu ilk kendisi görüyormuş, kendisi seziyormuş gibi bir duygu taşır. Ona hiç kimse yol gösteremez, hiç kimse yardımına koşamaz. Bu kendi gerçeğini ortaya koymak için gereken biçimleri yaratmakta bir karara varacak olan, yalnızca kendisidir.’

Doğadaki diğer varlıklar gibi insan da kendini ifade etme arayışı içindedir.  Yazar bu arayışı yapıtı ile yapar. Yeni Roman üstünde etkisi olan yazarlarda gerçeğe varma, gerçeği görünür kılma, dış dünyayı algılama bir tutkuya dönüşür. Bunu gerçekleştirirken de bir betimleme dünyası romanın ana alanına yerleşir.* 

Alain Robbe-Grillet’de betimleme tutkusu, eşyada ve yarattığı mekânda kendini dışa vurur. Betimlemelerini hemen hemen geometrik bir dille verir. Ölçmekten, yerleştirmekten, sınırlandırmaktan, belirtmekten hoşlanan tasvir edici bir sanat yaratır. Yazar, algıladığı dünyayı bize yansıtırken bir fotoğraf çeker gibidir. Bir kameramanın amansız kesinliğiyle gören ve ‘gerçeğin’ fotoğrafını çeken kişidir. Kıskançlık romanında yazar, metreyi eline alır, yerlerin, nesnelerin ve bunların alanlarının, günün değişik saatlerinde güneşin ve gölgenin nereden nereye geldiğinin betimlenmesine geçer. Metin boyunca aynı betimlemeler, aynı olaylar, aynı jestler, aynı sözler yeniden, yeniden yazıya dökülür. Bu anlatılar yazarın bir sayıklaması gibidir.  Bir insanın bakışıyla ve bir yazarın diliyle karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Örneğin romanın hemen ilk sayfalarında muz fidanlığı beş sayfa boyunca (18-22 sayfalar) betimlenir:

‘İşlenmemiş bölgeyle muz fidanlığı arasındaki çizgi dümdüz değil.  Her köşesi değişik bir toprak parçasında kalan, değişik bir dönemde oluşmuş, ama yönelişi genellikle aynı girişli çıkışlı açılar yapan, kırık bir çizgi bu.

Evin tam karşısında, bu kesimde ekinin oluşturduğu en yüksek noktayı gösteren bir ağaç demeti. O noktada biten parça bir dikdörtgen. Toprak orada yaprakların oluşturduğu gür sorguçlar arasında, artık görünmez olmuş ya da hemen hemen öyle. Bununla birlikte, ağaç köklerinin şaşmaz dizilişi yanın bir geçmişte dikildiklerini ve henüz hiçbir muz demetinin devşirilmediğini gösteriyor.
O ağaç kümesinden başlayarak bu toprak parçasının bayır aşağı gelen kesimi,  en büyük eğime oranla (sola doğru) hafif bir sapma yapıyor. Böleğin alt sınırına dek, sırada otuz iki muz fidanı var.

Bu böleği aşağı doğru uzatan, ağaçları aynı biçimde dikilmiş başka bir toprak parçası, ilk bölekle fidanlığın ta dibinde akıp giden küçük dere arasında kalan bütün alanı kaplıyor. Bu böleğin tepesinde topu topu yirmi üç muz ağacı var. Onu bir öncekinden, yalnızca, daha gelişmiş ağaçlar ayırıyor:  gövdeler biraz daha yüksek, yaprakların iç içe geçişiyle değişik ürün devşirme izleri daha belirgin. Nitekim, şimdiye dek, bu ağaçlardan birkaç ürün alınmış.  Ama kesilmiş sapın bıraktığı boşluk, bu durumda, meyveleri taşıyan kalın, bükülmüş çubuğun çıktığı, açık yeşil, geniş yapraklı sorgucuyla ağacın kendisi kadar kolay seçilebiliyor.

Ayrıca, bu bölek, hemen üst yanındaki gibi dikdörtgen değil, yamuk biçiminde; çünkü en alt kenarı oluşturan....’

Robbe-Grillet’nin yarattığı bu dünya aslında boş, anlamdan yoksun bir dünyadır. Nesneye anlamını veren, insanın nesneyle olan ilişkisidir.  İnsan, temelde, kendini ilişkiler yaratarak var etme eğilimindedir. ** Eğer insanla, onu insani bir dünya haline getiren karmaşık ve dialektik bağlantıları yoksa birey nesnelerin dünyasında kaybolur. İlya Prigogone bunu şöyle ifade eder: ‘Adına gerçeklik dediğimiz her ne ise, bize ancak ona olan yapıcı katkımız oranında açımlanır.’ Böylece insan ve gerçekliğin birbirinden ayrılmadığını vurgulamış olur.
Yaşam yaşanmış olandır, anlatılamayandır. Anlatmak ise yaratmak, yeniden var etmektir. Fernando Pessoa ‘Sanat, hayatın inkârı değil midir?’ sorusunu yöneltir. Ona göre sanat, coşkunun zihinle ifadesi; yazmak duyarlılığa ulaşmanın yoludur.

Postmodern edebiyat akımlarının yazarları, okuyucunun konumunu geçmişte olduğu pasif noktadan çıkarmış, çok daha üstte bir yere yerleştirmişlerdir. Eğitilmek için bekleyen pasif okuyucu yoktur artık. Ne ‘pasif okuyucu’ ne de ‘deha yazar’ vardır. ‘Deha okur’dan söz etmenin vakti gelmiştir. Her metnin çok farklı okuma biçimleri olduğunu ve her okuyucunun kendine özgü bir okuma yaptığını kabul eder. Bu tavır, okuyucuyu kurmacanın yaratım sürecine katılmasına davet etmekte, ona daha çok sorumluluk yüklemektedir. Okuma denilen süreç yoğun bir zihinsel süreçtir. Bu anlamda tüm edebî eserler okuyucuları tarafından tamamlanır.

Yazar, geleneksel romanlardaki gibi her şeyi gören, her şeyi algılayan, her şeyi açıklayan biri değildir artık. Gerçeklerin nasıl görece olduğunu, gerçek bir gerçekçiliğin mümkün olmadığını, ancak değişik görüş açılarımızla dünyayı algıladığımızı bize anlatmak için kendince bir dil yaratan kişidir.

Fransızcada ‘jalousie’(jaluzi) sözcüğü duygu olarak kıskançlığı ifade etmek için kullanılır.  Değişik bir kullanımda bu sözcük, ‘bir ipten yararlanılarak açılıp kapanabilen bir çeşit perde’ anlamına da gelir. Romanda Alain Robbe-Grillet bir kelime oyunu yaparak jaluzi kelimesini her iki anlamda da kullanıyor. Yapıtına hem bir nesneyi hem de bir duyguyu belirten ‘Kıskançlık’ adını vermekle Alain Robbe-Grillet kıskançlık olarak duyguyu, aynı zamanda da perde (jaluzi) aralığından seçilebilen dar bir alanı göstermiş oluyor. Bize şöyle bir imada bulunmuş oluyor: Olayların geçtiği mekânlar benim seçmiş olduğum sahnelerle kısıtlı olduğuna göre ben de anlatıcı olarak kendi zihnimle sınırlıyım.

Kıskançlık romanında bireyler aralarında oluşan basit bağlantılarla belirirler: bir koca, bir karı, bir de karının aşığı.  Yaşadıkları çevre sömürge ülkelerinden biridir. Bize sunulan bu mekân boşlukların ve eksikliklerin dünyasıdır.  Durmaksızın aynı betimlemelere, aynı olaylara, aynı jestlere, aynı sözlere yeniden, yeniden dönüp durarak yazar bize bu muz fidanlığını betimler. Böyle bir anlatı dili yaratarak bu dar alanın sınırlarını da böylece çizmiş olur. Bu mekân içinde geçen olaylar da kıskanç bir kocanın gözüyle anlatılır. Okuyucu, sıkışmış bir alanda, sıkışmış bir bakış açısıyla karşı karşıya kalır. Bu dar alanda kıskanç koca, kendi içinde giderek daha sıkı kilitlenir ve çıkışı olmayan bir yalnızlığa gömülür. Devinen, hareket halinde olan iki insanın (karısı ve âşığı) karşısında ‘koca’ kımıltısızlığa yargılı durumdadır. Anlatıcı, olup bitenleri perde arkasından (jaluzi) izler gibidir. Olayları ancak belirli bir mesafeden izleyebilen ve ancak onları kendi bakış açısıyla algılayabildiği için sınırlıdır. Kendini ifade etmediği gibi olaylara da bir yorum getirmez. Sadece olayları gösteren ve aktarandır. 

Anlatıcı, bu olayda hem kendi iktidarsızlığını hem de nesneler dünyasının üstünlüğünü itiraf eder gibidir. Sanki bilerek kendini arka plana itmiş, suskunlaşmıştır. Bir zamanlar anlamla yüklü bir dünyanın tanığıyken şimdi yaşadığı durumu anlamadığının bir işaretidir.

‘Yeni roman’cılara göre yorumlar yararsız, gereksiz hatta zararlıdır. Romandaki gerçek anlatılan hikâye ve o hikâyenin akışıdır. Bu akış da belirli bir yerde gerçekleşmez, ancak görülmeyen bir anlatıcının, yani yazarın ya da okurun kafasında oluşur. Gerçek ancak okuma eyleminin kendisidir.

Alain Robbe-Grillet okur ile yazarın konumunu şöyle özetler: ‘... Günümüzde yazar okuru bir yana itmek, umursamamak şöyle dursun, tersine, mutlaka onunla buluşmak ihtiyacını duyuyor, hem de bu buluşmanın etkili, bilinçli ve yaratıcı olmasını bekliyor.  Okurlardan istediği; kapanmış, bitmiş, dolmuş bir dünyayı kabul etmesi değil, yaratışa onun da katılması, sırasında eseri-ve dünyayı-onun da doğurması, kurması, böylece öz hayatını kendisi doğurup kurmayı öğrenmesidir.’   

Yazar, okur gibi gören, duyan, düşünen ve düşleyen bir insandır. Tıpkı okur gibi bir yere ve bir zamana yerleşmiş ve kendi tutkularıyla koşullanmıştır. Onun yazın eylemi, okurunun içinde bulunduğu kalıpları, önyargıları, yasakları yıkarak özgürlüğüne kavuşmasını amaçlar. Bu uğurda okurun kendisine karşı dürüst olmasını ve bu uğurda emek vermesini ister. Çünkü okumak değişmek, başkalaşmak, değişik bakış açıları kazanmaktır.

Roman ancak bir insanın (yazarın) sınırlı, belirsiz dünyasını aktarmaktan öteye gidemez. Böylece yazarın romanda kurduğu dünyadan yavaş yavaş uzaklaşılır.  Okuyucu ile yazarın buluşmasından roman dünyası gerçeğe daha yakın bir durum kazanır. Her okur okuduğu romanı kendisi oluşturur. ***  Gerçeklik, romanın ve okuyucunun varoluşundadır artık.



28 Ekim, 2007



Kaynakça
*      Ferit Edgü, Yeni Roman’a toplu bir bakış, Yeni Dergi, Aralık 1965
**    Engin Geçtan, Hayat, Metis Yayınları, 2002
***  Dilek Doltaş, Postmodernizm ve eleştirisi, İnkılâp Yayınları, 2003

****Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder