27 Aralık 2013 Cuma

Yitik Bir Dünyadan Örselenmiş Ruhlar Toni Morrison’un Sevilen Romanında ‘parçalanmışlık’ Duygusu


“Yazarı besleyen tek bir kaynak vardır:  kendi yaşantısı. Her şey insanın bu yaşantıdan çıkarabildiğine bağlı,  tatlı ve acı yanlarıyla. Sanatçının tek gerçek kaygısı, hayatın düzensizliği içinden kendi sanatının düzenini çıkarmaktır.” der zenci yazar James Baldwin.  Bir zenci yazar olarak Toni Morrison için de aynı ifadeleri rahatlıkla kullanabiliriz. Ayrıca bir zenci olarak toplumun üzerindeki baskısını göz önüne almalıyız. Bu durumun ona yaşantısını ince eleyip sık dokuma zorunluluğu da getirdiğini kabul etmeliyiz. Bir yandan toplumun ürkütücü umursamazlığı, bir yandan sanatçı duyarlılığı ile kendini ifade etme ikilemi arasında sıkışıp kalmaktansa o, sözüyle kendini ve kendi gibileri anlatmayı yeğliyor. İşe yaşamdan sahneler seçerek başlıyor. Bu sahneleri kâh olumluyor, kâh yadsıyor. Yazıya dökülen her sahne kendini hem açıklıyor hem sergiliyor. Artık her şeyi göze almıştır. Kendini başkasına anlatmanın tek yolu edebiyattır. Çünkü bilir ki edebiyat, bir insana uzanan tek gerçek köprüdür. 

            1931 yılında doğan Chloe Anthony Wofford, üniversite yıllarından başlayarak kendine Toni adını yakıştırır. Harold Morrison’la olan kısa evliliğinden de Morrison soyadını da yaşamına katınca edebiyat dünyasının karşısına Toni Morrison olarak çıkar. Mezun olduğu Howard Üniversitesine edebiyat öğretmeni olarak geri döner. Üniversitede çalıştığı sürece katıldığı yaratıcı yazarlık seminerlerinde mavi gözlü olmayı arzulayan zenci bir çocuğun öyküsünü yazar. Bir kaç yıl sonra bu öyküyü tekrar ele alır, genişletir. 1970 yılında En Mavi Göz olarak yayımlandığında sınırlı bir edebiyat çevresinin dikkatini çeker.

            Amerika’nın yaşayan en önemli kadın yazarı sayılanToni Morrison, tüm eserlerinde ırkçılığı değişik boyutlarıyla işler. Edebiyatın alışılmış kalıplarını kırarak siyahlarla beyazların beraber yaşadığı bir dünyada, siyah ırkın şekillenen kimliğine, toplumsal ilişkilere yepyeni bir bakış açısı getirir. Yoksulluk, şiddet, kaybolan masumiyet, siyah ırkın yaşamlarına hükmeden karanlık geçmiş… Zencilerin kölelikten kurtuluşunu ama acı çekmeye devam edişlerini, özellikle şiddetten başka iletişim yolu bilmeyen erkek egemen toplum ve ezilen kadın ve çocuklar değindiği temalardır. Ömürleri boyunca birbirlerinden nefret etmeleri öğretilmiş bu iki ırk, konuşmadan, her geçen gün nefretlerini büyüterek aynı ülkede yaşarlar. Bu ırk fabrikalarda darı soyar, balık temizler, sakatat yıkar, beyaz bebeklere bakar, dükkânları temizler, domuz derisi yüzer, domuz yağı bastırır, sosis paketler ya da lokantaların mutfaklarına (beyazlara, onların yiyeceklerini ellediklerini göstermemek için) gizlenir. Siyah ırkın kimliği bu ‘nefret’in ortasında şekillenir. Zenciler kölelikten kurtulmuş olsalar da bu karanlık geçmişten bir türlü kurtulamazlar.  İşte Toni Morrison bu karanlık ve utanç duyulan geçmişi, bu  perdeyi ağır ağır aralar. Zenci yaşamlarından sahneleri damla damla akıtır. Her satırın gerisinde söylenmemiş vahşeti ve acıyı hissettirir. Şiirsel ve lirik ifadesi, kimi zaman vahşi, öfkeli ve hüzünlü bir ifadeye bürünür. Kolay incinirlik, hassaslık, korunmasızlık, savunmasızlık ekseni etrafında gelişir Sevilen.

            Toni Morrison birçok eleştirmene göre günümüzün önemli yazarlarından biri. Kendisini Faulker ve Garcia Marquez’le karşılaştıranlar var. Morrison’un konuları hep küçük kasabalarda ya da köy ortamlarında geçer. Dostoyevski gibi insanın içindeki en kötüyü gösterir ve bu ‘kötü’yü insanın içindeki ‘iyi’yle harmanlar. Romanlarındaki başarısı olağanüstü büyülü bir atmosfer yaratmasında da yatar. Nabokov’a göre iyi bir yazar biraz da büyücüdür. Okurların hem ruhuna hem zihnine hitap etmek zor iştir. Bunu becerebilen yazarlar yüzyıllar boyu yaşayan, ölümsüzlüğü yakalamış yazarlardır. Toni Morrison eş zamanlı olay örgüsünden sapıp geri dönüşlere yer vererek anlatımı katmanlı bir hale getiriyor. Öyküsünü anlatırken de zenci ağzı ile anlatımı yer yer öne çıkıyor. Zencinin o alaylı sövgülü, yarım yamalak anlamlı dili onu etkiler. Çünkü gerçek dil, halkın ağzındadır. O halk ki liderlerinin önderliğinde,  ellerinde birer balyoz, işe koyulurlar. Şarkı söyleyerek, balyozla döverek, anlaşılmasın diye sözcükleri bozarak, sözcüklerle oynayıp heceleri başka anlamlara gelecek biçimde düzenleyerek şarkılarında kendi hayatlarını anlatırlar. Patronları, efendileri, hanımları, katırları, köpekleri ve yaşamın utanmazlığını, ormandaki domuzu, tavadaki yemeği, şeker kamışını ve yağmuru anlatırlar.   

            1988 Pulitzer Edebiyat Ödülünü kazanan Sevilen’in konusu, Amerika’nın İç Savaşı’nı izleyen yıllarda Ohio’da geçer. Sevilen romanı, kızını esir tüccarlarının eline vermektense onu öldüren ve evlat katili olan  zenci köle kadın Sethe’in yaşamını anlatır. Roman köle kadın  ve ailesinin ekseninde gelişir. Irk ayrımının olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü günlerde, yoksulluğun ve özgürlük tutkusunun pençesinde bir ailenin çok katmanlı öyküsüdür Sevilen.

            Sethe’in yaşamındaki her şey acılı ve yitiktir.  Geçmişin ağza alınmayacağı konusu ailede egemendir. Sethe sekiz çocuğundan tek hayatta olan on sekiz yaşındaki kızı Denver’in sorularına ya kısa yanıtlar verir ya da bölük pörçük şeyler geveler. Geçmişin bir bölümünü paylaştığı ve geçmişten belli bir sakinlikle söz edebildiği tek insan, yaşlılığındaki sevgilisi Paul D’dir.  Sethe’nin, kocasından artık  hiçbir umudu kalmamıştır. Onun akıbetini bilemez.  Ölü veya diri olduğunu anlayamaz. Hayatı hep kocasını beklemekle geçmiştir. Sonunda o da pes etmiştir.  Paul D’ye zaman zaman içini dökerken bile, acı hep oradadır-‘sırıktan sonra ağzın bir köşesinde kalan, duyarlı bir nokta gibi’.

            Sethe geçmişini kızından nasıl gizlediyse, kendisi de annesinin neden asıldığını hiçbir zaman öğrenememişti.  Bir sürü insan asılmıştı.  Annesinin ipini kesip onu indirdiklerinde, Sethe’in elinden tutan ve onu oradan uzaklaştıran kadının adı Nan’dı. Bir sağlam, bir de yarım kolu olan Nan, Sethe’nin en yakını olmuştu. Bütün gün onun yakınındaydı. Bebekleri emzirir, yemek pişirirdi. Nan’ın görevi beyaz bebekleri emzirmekti.  Sütü önce küçük, beyaz bebekler içerdi. Siyah bebekler de geriye kalanı. Kaldıysa elbet. Siyah bebeklerin ‘benim’ diyecekleri bir ana sütü yoktu. Onlara ait o sütten yoksun kalırlar, o süt için savaşmak, avaz avaz haykırmak, sonra da kalan birkaç damlayla yetinmek zorunda kalırlardı. Nan, farklı sözcükler kullanırdı. Sethe’ye göre (şarkıların, dansın ve insanların dışında) çocukluğundan bu kadar az şey anımsamasının nedeni de bu dildi. Nan’ın ona konuştuğu bu dil bir daha asla geri gelmeyecekti. Ama iletisi hep oradaydı.  Nan ona anlatmıştı. Sethe’nin annesi ile kendisinin denizden geldiklerini.  İkisinin de mürettebat tarafından defalarca kullanıldıklarını. Sethe küçük bir kız olarak hiç etkilenmemişti. Oysa şimdi, yetişkin bir kadın olarak, kızgındı.  Kızgındı ama neye kızdığından da emin değildi. Geçmişle tepeleme dolu olmasına karşın ne geçmişi öğrenmek ne de anımsamak istiyordu. Yapması gereken başka şeyler vardı:  kaygılanmak, örneğin. Yarın için, on sekiz yaşındaki kızı Denver için, yirmi yaşındaki kızı Sevilen için kaygılanmak, yaşlanmaktan, hastalanmaktan, sevgiden söz etmemekten...

            Sethe’in gözünde, kayınvalidesi Baby Suggs, kutsaldı. Çünkü kendi ırkına büyük, yüce yüreğini sunmuştu. Onlara, sahip olabilecekleri tek nimetin, kendi düşledikleri nimet olacağını söylerdi. Düşlerini göremedikleri sürece ona sahip olunamayacağını tekrarlar dururdu. Baby Suggs onlara şöyle seslenirdi:

            ‘Burada,’  dedi, ‘hepimiz etten kemikten yapılma canlılarız; ağlayan, gülen canlılar,
            otların üzerinde, çıplak ayak dans eden bedenler. Sevin onu. Bedeninizi sevin.
            Bütün yüreğinizle.  Dışarıda, bedeninizi sevmeyenler var.  Ondan nefret ediyorlar.           Gözlerinizi sevmiyorlar; ilk fırsatta onları oymaya hazırlar.  Sırtınızdaki deriyi de        sevmiyorlar. O deriyi yüzmeye hazırlar. Ah, benim güzel insanlarım...(…) Ellerinizi         sevin!  Sevin. Onları kaldırın ve  öpün. Bir elinizle öteki elinize dokunun, okşayın.
            Ellerinizi yüzünüze sürtün, çünkü onlar yüzünüzü de sevmiyor. Yüzünüzü siz
            seveceksiniz, siz!’
(s.107)

           
Kölelik köklerini parçalamıştır. Kölelikle beraber geçmişlerine tutunmalarına itilmişlerse de nafile... Artık ‘geçmiş’ yalnızca düşlerinde kurgulanabilir ancak. ‘O beyaz yaratıklar, sahip olduğum ya da düşlediğim her şeyi aldılar.’ derdi Baby Suggs. Onlara yalnızca küçük anı kırıntıları kalmıştır. Toni Morrison bu anı kırıntıları etrafında gezinerek Sethe’nin öyküsünü anlatır. Olaylar kırık bir aynanın parçaları gibi  romana saçılmıştır. Okur olarak  bize  bu anı parçalarını birleştirmek düşer.

            Ruhsal bütünlüğü kazanmaya çalışan köle kadın Sethe’nin öyküsüdür bu. Zenci dostlarla geçen günleri… Onların düşüncelerini, adlarını, alışkanlıklarını, daha önce nerede olduklarını, neler yaptıklarını öğrenmek onların neşelerini, hüzünlerini paylaşmak ister Sethe. Biri ona alfabeyi, bir başkası dikiş dikmeyi öğretir. Hepsi birden ona  gün doğumunda uyanmayı öğretirler. Sethe kendini ancak onlarla beraberken mutlu hisseder.

            Yalnız roman kahramanı Sethe değil, tüm köleler artık bir hayalete dönüşmüşlerdir. Artık onlar ‘insanlık’tan kopmuş yaratıklardır. Ve yalnızca geçmişlerinin kıyısında yaşayarak, yüreklerini burkan anılarıyla ‘insanlık’larına sahip çıkmaya çalışırlar. Artık kayıplara da tahammülleri kalmamıştır. Sethe, sekiz çocuğunun ya ölümüne ya da birdenbire ortadan kayboluşuna şahit olmuştur. Kocası Halle de birden bire kayıplara karışmış, Sethe’nin ömrü, kocasını beklemekle geçmiştir. Ailesinden tek hatırlayabildiği, doğumunu güçlükle yaptığı ilk kız evladı Ardelia’dır. Ve ondan anımsadığı tek şey, ekmeğin yanmış ucuna bayıldığıdır.
Kocasının kayıp oluşu bilinmezliğini korur. Yaşayıp yaşamadığına dair bilinmezle karşı karşıya olmak onu öfkeli yapmıştır. Kocasının boşluğu ile, kederle doludur. Üstelik sırada daha ne acılara göğüs gereceği belli değildir. Her şeyi elinden alınmış, parçalanmıştır.  ‘Ezilmiş, yarılmış, yutulmuştur.’ İncecik bir dal gibi köklerinden söküp atılmıştı. Elleri, kolları bağlı, boynu büküktü. Çocuksuz (Bir tek Denver hayattadır.), kaynanasız, kocasızdır.

            ‘Bin sekiz yüz yetmiş dört yılıydı ve beyazlar hâlâ gönüllerince davranıyordu.        Koskoca kentler siyahlardan bütünüyle temizleniyordu; sırf  Kentucky’de, bir yıl
            içinde, seksen yedi linç olayı yaşanmıştı;  kocaman adamlar çocuklar gibi kırbaç-
            lanıyordu;  siyahların gittiği dört okul yakılıp kül edilmişti; mürettebat siyah          kadınların ırzına geçiyordu; mülklere el konuluyor, boyunlar kırılıyordu...’
(s.205)

            Sethe, beyazlardan bir haber bile duymak istemiyordu artık. Onlardan gelen her haber ‘çürük, hastalıklıydı.’ Kocası Halle’in yüzünü tereyağına bulamışlardı, yaşlılığındaki sevgilisi Paul D’ye demir yedirmişlerdi; dostu Sıxo’yu kısmen yakmışlar, kendi öz annesini asmışlardı. Beyazların düzenledikleri bir dünyada yaşamaktansa ölmek daha cazipti. Doğurduğu kızı Ardelia’yı beyaz bir dünyaya armağan etmektense öldürmek daha akılcıydı.  Ardelia onun sahip olduğu en iyi, en mucizevî, en güzel tarafıydı-kendi temiz olan yanıydı. Ona ‘benim’ derken, aynı zamanda Sethe’nin de ‘onun’ olduğunu kastediyordu. Beyazların onu kirletmesine göz yumamazdı. O, Ardelia’yı ‘sevmek ve sevilmek’, ‘korumak ve korunmak’, ‘beslemek ve beslenmek’ için dünyaya armağan etmişti. Onu beyazlara büyük bir iştahla yemeleri için sunamazdı. ‘Ne o güruhun arasına karışmak, onlar tarafından iteklenmek istiyordu ne de onları iteklemek. Hâlâ yargılayan ya da acıyan bakışları hissetmek- asla.’             Hayır. Hayır. Artık onlara teslim olmayacaktı. Kararını vermişti, kızını beyazlara vermeyecekti. Ardelia için ‘ne deftere düşülen notlar olacaktı, ne de mezura ölçümleri.’

             ‘Beyazlar, hali tavrı ne olursa olsun, her siyah derinin altında vahşi bir orman  atan             maymunlar;  uyuklayan yılanlar; o tatlı, beyaz kanlarını emmeye hazır, kırmızı  
            diş etleri.  Bir bakıma, diye düşündü, haklılar.  Siyahlar beyazları ne kadar kibar,
             sevecen ve akıllı, ne kadar insan olduklarına inandırmak için, aslında       sorgulanmaması         gereken bir şeyi onlara  kabul ettirmek için çabaladıkça,            içerideki orman da o kadar
             vahşileşiyor,  karmaşıklaşıyordu. Ama bu, siyahların öteki (yaşanılası) yerden buraya     getirdikleri bir orman değildi.  Bu ormanı beyaz insanlar onların içine dikmişti.  Ve          orman büyümüştü.  Yayılmıştı. Yaşamdan önce, yaşam boyunca ve yaşamdan sonra yayılmayı sürdürmüştü- ta ki kendisini yetiştiren beyazlara saldırıncaya kadar. (... )     Şimdi kendi yarattıkları ormandan ödleri kopuyordu. Çığlıklar atan maymun onların       kendi, beyaz derilerinin altında yaşıyordu;  o kızıl dişetleri onlarındı.
(s.226)

           
Böyle bir dünyaya mı bebeğini armağan edecekti?  Asla. O Ardelia, sevdiği kızıydı. Ona yardım etmeliydi. Onun gitmesine izin vermeli, onu özgürleştirmeliydi. Ölümün onu beklediğini biliyordu ve  o bir anne olarak buna nasıl katlanabilirdi? Onu hiçbir annenin çocuğunu, kızını sevmediği kadar çok sevmişti. Onu öldürmeseydi, onu nasıl bir ölümün beklediğini ve böyle bir şeyin onun başına gelmesine katlanamayacağını biliyordu. Sevilen, Sethe’ye geri gelen  ölen kızı Ardelia’ydı. Boğazını testere ile kestiği çocuk Ardelia  büyümüş, şimdi  yirmisinde bir genç kız olmuştu. Ardelia evine, yuvasına  dönmüştü. Şimdi  Sethe dünyaya yeni gelmişçesine her şeye yeniden bakabilirdi. Çünkü artık Ardelia (Sevilen) yanındaydı. Şimdi her şeye yeniden bakabilirdi. Sabah ateşi yaktıktan sonra güneşin neler yaptığını görmek için pencereden dışarıya bakabilirdi. Çimenler gri-yeşil mi, kahverengi mi, yoksa başka bir renkte miydi? Güneş doğarken önce tulumbanın sapına mı, yoksa musluğun ağzına mı dokunuyordu? Daha önce, değil doğanın tadını çıkarmak, ekin tarlalarına  bakacak zamanı bile olmamıştı. Hele baharın onlara neler getireceğini düşündükçe, içi içine sığmıyordu. Sırf Sevilen görebilsin diye havuç ekecekti, bir de şalgam. Bebeği Sevilen, hiç şalgam görmemişti ki! Tanrı şalgamdan daha güzel bir şey yaratmamıştı. ‘Beyaz ve mor renkler; yumuşak bir kuyruk, sert bir baş. Ona dokunmak nefis bir duygudur; taşan bir dere gibi kokar-acı ama mutlu.’ (s.229) Artık şalgamı birlikte koklayacaklardı. Bu dünyayı Sevilen’e göstermenin zamanı gelmişti.  Bir annenin öğretmesi gereken her şeyi öğretmeliydi. Ve ilk, renklerden başlamalıydı.  Maviyi, sonra sarıyı, sonra yeşili...

            Sevilen, öyküsünü şöyle anlatır:

          ‘Ben Sevilen’im ve Sethe bana ait;  o, benim.  Çömelmeden önce, orada çiçekleri,
           sarıçiçekleri toplayan, Sethe idi.  Onları yeşil yapraklarından kopardı.  Şimdi
           uyuduğumuz yerde, yorganın üzerindeler.  Tam bana gülümsemek üzereydi ki
           derisiz adamlar geldi, bizi ölülerle birlikte güneş ışığına çıkardılar, sonra da ölüleri
           denize iteklediler.  Sethe suya girdi.  Suyun içine.  Onu itmediler.  Kendisi girdi.
           Bana gülümsemeye hazırlanıyordu; ölülerin denize itildiğini görünce kendisi suya
           girdi ve beni orada onsuz, yüzsüz bıraktı.  Bulduğum, sonra da köprünün altındaki o
           suda yitirdiğim yüz Sethe’dir.  Suya girince, yüzünün bana yaklaştığını gördüm;
           aynı zamanda benim de yüzümdü.  Ona katılmak istedim.  Onunla birleşmek...(...)               
          Şimdi onu buldum- bu evde.  Bana gülümsüyor; bana gülümseyen bu yüz, benim
           yüzüm.  Onu bir daha asla yitirmeyeceğim.  O benim.’
( s.125)

           
On sekiz yaşındaki Denver, Sethe’nin yaşayan kızıdır. O da öyküsünü şöyle anlatır:

           ‘Sevilen, benim kız kardeşim.  Ablam.  Annemin sütüyle birlikte onun kanını da içtim.
            Hiçbir şey duymadıktan sonra duyduğum ilk şey, onun basamakları tırmanırken
            çıkardığı sesti...(... ) Annemi seviyorum, ama kızlarından birini öldürdüğünü         biliyorum;
            bana ne kadar sevecen davransa da, ondan korkuyorum.  Erkek kardeşlerimi
           öldürmeyi  başaramadı, bunu onlar da biliyordu.  Bir gün gerekebilir diye bana                           ‘gebe-cadı’   öyküleri anlattılar...
( s.235) 


            Denver, annesi Sethe’nin geçmişinden utanç duyarak büyür. Arkadaşı Nelson Lord  annesi ile ilgili bazı bilgileri ona aktarmıştır. Annesine bunların doğru olup olmadıklarını sormuş, ne yazık ki fazla bir yanıt  alamamıştır. Beyaz kadın Lady Jones’a da gitmenin de bir yararı yoktu.  Bir sessizlik içinde yüzleri okumayı, düşünceleri tahmin etmeyi öğrenmişti.  Denver, annesinin akli dengesini yitirdiğine inanır: ‘Cincinnati’nin beyaz insanları, zencileri kendi akıl hastanelerine kabul etselerdi, işe l24’ten (oturdukları yerleşim bölgesi) başlarlardı.’ der.

            Denver’ın psikolojik uyumsuzluğu onun bilinçli sağırlığına yol açar. Sağırlık rolünü arzulayarak üstlenir. Kendini bir tür koruma şeklidir bu. Ayrıca annesini sevse de onun kızlarından birini öldürdüğünü bilmesi, annesinden korkmasına neden olur. Denver’a kalırsa, annesinde öyle bir şey vardı ki onu çocuklarını öldürmeye hakkı olduğuna inandırıyordu.  Annesinin kız kardeşini öldürme hakkını veren şeyin yeniden harekete geçebileceğini düşündükçe annesinden korkar. Annesinde garip bir şey vardır. Bunun ne olduğunu, kim olduğunu bilemez. Ama ona aynı şeyi bir kez daha yaptırabilecek korkunç bir şeyi içinde taşıdığına inansa da öğrenmek istemez. ‘O şey her neyse, bu eve dışarıdan, avlunun dışından geliyor;  canı istediği an tekrar gelebilir.  Bu yüzden evden hiç çıkmıyor, sürekli avluyu gözlüyorum-yeniden ortaya çıkmasın, annem de beni öldürmek zorunda kalmasın.’ der.  Denver’in bu korkusu tekrarlanan bir kâbus olarak geceleri ona geri gelir. Bu kâbusu Denver gerçek olarak algılar. Okuyucuya da bu kâbus gerçekmiş gibi aktarılır.

          ‘Annem her gece başımı kesiyor.  Buglar ile Howard (oğlan kardeşleri) bunu         yapacağını söylemişlerdi;  gerçekten de yapıyor.  O güzel gözleriyle bana bir   yabancıya bakar gibi bakıyor.  Acımasız filan değil, yalnızca yolda bulduğu ve acıdığı        biriymişim gibi.  Bunu istemeye istemeye yapıyormuş, canımı yakmak istemiyormuş             gibi:  Yetişkinlerin yapmak zorunda olduğu bir şey sanki.(...) İşini ustaca, özenle   göreceğini biliyorum.  Başımı en doğru biçimde keseceğini, canımı      acıtmayacağını.(...)Uyumak istiyorum, ama uyursam bir daha uyanamayacağımı         biliyorum.’ (s.235)


            Yalnızlık, Denver’ı ağzı sıkı, içe dönük biri yapar. Sonuçta ürkek ama annesine karşı dik başlı bir evlat olur.  İki yıl boyunca, delinmesi olanaksız, kaskatı bir suskunluğa bürünür.  İki yıl boyunca duymaya katlanmadığı bir yanıtın kapattığı kulaklarının sessiz dünyasında yaşar. Bu sessizlik eve gelen ve basamakları tırmanmaya çalışan ölü kız kardeşinin çıkardığı sesle bozulur. Denver iki yıl sonra ilk kez basamakları tırmanan, boğuk bir tıpırtı duyar. Sevilen’in yuvaya dönmesi Denver’ın hayatında bir dönüm noktası olur. Denver artık yüzünü dünyaya çevirir. Sevilen’in ağzından çıkan tatlı soluğu içine çeker. Onun soluğunu koklamaya çalışır:

          ‘Çünkü her şey, o ilk açlıktan iyidir -güzelim küçük i ile, tart hamuru gibi yuvarlanan         cümlelerle  ve başka çocukların arkadaşlığıyla dolu bir yılın ardından, kulağına tek        bir sesin bile ulaşmadığı günlerdeki açlıktan.  Ne olursa olsun her şey, devinen ellere   yanıt verdiği, kıpırdanan dudaklara ise kayıtsız kaldığı o suskunluktan iyidir. En küçük   şeyleri bile gördüğü, için için yanan renklerin görüş alanına sıçradığı günler.       Günbatımlarının en morundan, bir yemek tabağı kadar tombul yıldızlardan,      sonbaharın olanca kızılından vazgeçmeye hazır;  Sevilen’den geldiği sürece, en soluk   sarıya bile razı.’ (s.144)

            Denver’ın hayatı Sevilen’in gelmesiyle bir şölene dönüşür:

          ‘Olağanüstüydü:  Bakılmak ya da görülmek değil, bir başkasının eleştirisiz, ilgili    gözlerinin hedefi olmak.  Saçlarının, cinsi ya da modeli açısından değil, onun bir      parçası olduğu için incelenmesi.  Dudaklarının, burnunun ve çenesinin, bir bahçıvanın          durup hayranlıkla seyrettiği bir yaban gülü gibi okşanması.(...)Hiçbir şeye     gereksinmiyordu.  Elindeki, yeter de artardı.’ (s.140)

            Sevilen ait olduğu yere gelmiştir en nihayet. Sevilen’in dönüşüyle, roman kişileri de  örselenmiş ve parçalanmış kimliklerini,  eksik parçalarını tamamlarlar. O değerli yaşamlarını, kusursuz ve güzel parçalarıyla toplayacaklar,  dünyayı kucaklayacaklardır. Ve hep birlikte güvende olacaklardır. Sevilen’le beraber tekrar bir yuva oluşturacaklardır. Özlemle bekledikleri ana kavuşmuşlardır.

            Sevilen’i kaybetme fikri Denver’ı çileden çıkarır. Sevilen,  yalnız onun ölen ve yuvaya geri dönen kız kardeşi değildir; aynı zamanda Denver’ın ta kendisidir. Sevilen siz ‘bedeninin nerede son bulduğunu, neresinin kolu, neresinin ayağı ya da dizi olduğunu bilemez. Sevilen siz kendini ırmağın üzerindeki buz kalıbından kopartılmış bir parça gibi hisseder- karanlıkta yüzen, kalın, çevresindeki eşyaların köşelerine gürültüyle çarpan, sert bir kütle. Kırılmaya, erimeye açık ve soğuk.’ (s.145)

            Sevilen’in geri dönmesiyle, Denver, annesi Sethe’yi de anlamaya başlar. Denver artık annesini Sevilen’in aracılığıyla bağışlar. Annesine empatiyle yaklaşır. Onun yaşadıklarını annesinin  bakış açısından irdeler. Sevilen’in geri dönüşüyle duyma yetisini kazandığı gibi,  görmeye de başlamış olur:  ‘İşte, on dokuz yaşındaki (kendisinden bir yaş büyük) kız köle karşısında; uzaklardaki köle çocuklarına ulaşmak için, karanlık ormanda ilerliyor. Yorgun, büyük bir olasılıkla korkuyor; yolunu yitirmiş olabilir. En kötüsü de yapayalnız ve içinde, düşünmesi gereken bir bebek daha var. Peşinde köpekler var; belki silahlar da; kesinlikle de yosunlu dişler. Geceleri o kadar da korkmuyor, çünkü geceyle aynı renkte; ama gündüzleri, her ses bir kurşun sesi, ya da bir iz sürücünün ayak sesi.’

            Sevilen, aşırı duyarlılığıyla, Sethe ve Denver’ın kendi benliklerinde boğulmuş yaralı çocuğu simgeler. Sevilen, hem Sethe’dir hem de Denver. Sevilen yalnız onların örselenmiş ruhları değil, aynı zamanda onların karmaşık ve başkalarına benzemeyen, kendilerine özgü benlikleridir. Sevilen’le kendi yaralı kimliklerini onarırlarken her geçen gün biraz daha kendileri olurlar. Birbirlerinin varlığından, birbirlerinin gözlerine bakabilmekten mutlu olurlar. Hiçbir şeyi anımsamadan, hiçbir şeyi açıklamadan ama her şeyi anlayarak.

            ’Ben Sethe’im.’ sözleriyle, kendini annesiyle özdeşleştirerek kültürel kökenine ilişkin bir vurgu yapmak istese de, Sevilen, Sethe’le ve Denver’le kaynaşmaktansa, onların içinde eriyip onlarla bütünleşmektense kendini onlardan kurtarmaya çalışır. Sevilen herkese dokunmuştur.  Onları değiştirmiş, dönüştürmüştür. Romandaki karakterler kendilerini onardıkça Sevilen’in de misyonu biter. Artık Sevilen’e ihtiyaçları kalmamıştır. Yaşamlarına gizemli bir dünyadan gelen Sevilen, arkasında sırlarını bırakarak aralarından ayrılırken ‘sevgi veren’ olmaktan çıkar ‘yıkıcı’ bir karaktere bürünür. Sevilen’in onlarla özdeşleşmesi yok oluşu demektir. Oysa Sevilen de diğerleri gibi kendi öz benliğine kavuşmayı ve özgürleşmeyi arzular. O da onlar gibi ve her birey gibi ‘kendini gerçekleştirme ihtiyacı’ndadır. Kendini gerçekleştirmek, var olan potansiyel enerjisini tümüyle yaşama geçirmek ve olabileceği insanın bütününü olmayı ister. ‘Yakınlık hissettiği, sevdiği insanı ilişki içinde güçlendirmek kadınlara mahsus bir varoluş tarzıdır. Bu tarz, karşılıklı olduğu sürece gerçekten de oldukça değerli bir sevgi ve yakınlık kaynağıdır. Ancak güçlendirme adına kendini güçsüz kılmak, karşı tarafı güçlü hissettirmek amacıyla benliğini kaybetmek, bir süre sonra kişinin kendini iyi hissetmemesine, huzursuz olmasına neden olur. Zira benlik kaybı ruhsal sağlık açısından oldukça sağlıksız bir tutumdur.’der psikolog Leyla Navaro.*

            Annesi Sehte ile geçen şu olay, Sevilen’in, annesini boğmak isteğinde ne kadar bilinçsiz olduğunu gösterir:

          “Ensesine dokunan parmaklar şimdi daha güçlüydü... (…) Başparmaklar Sethe’nin           ense kökündeydi, öteki parmaklar boynun iki yanına bastırıyordu.  Sert, daha sert     parmaklar usulca öne, soluk borusuna doğru devinmeye, küçük daireler çizmeye    başladı.  Sethe boğulmak üzere olduğunu anlayınca korkmaktan çok şaşırdı.  Ya  da            ona öyle geldi... (…) İki büklüm oldu, kayadan yuvarlandı; orada olmayan ellere var             gücüyle yapıştı.  Denver, ardında da Sevilen onun yanına koştuklarında, ayakları yeri      dövüyordu.”

            ‘Anne!  Anne!, diye haykırdı Denver. ‘Anneciğim!’  Sonra annesini sırt üstü çevirdi.
            Parmaklar gevşedi, Sethe üst üste birkaç derin soluk aldıktan sonra, kızının ve onun         hemen arkasında duran Sevilen’in yüzünü gördü.
          ‘İyi misin?’
           ‘Biri beni boğmaya kalkıştı’  dedi Sethe. 
( s.116) 

           
Bu olaydan sonra Denver ile Sevilen arasında şu konuşma geçer:


          ‘Sen yaptın, seni gördüm.’ dedi Denver.
           ‘Ne?’
           ‘Yüzünü gördüm. Onu boğan sendin.’
           ‘Ben yapmadım.’
           ‘Onu sevdiğini söylemiştin.’
           ‘Ona yardım ettim, öyle değil mi? Boynunu kurtardım.’
           ‘Daha sonra. Önce boğazını sıktın.’
           ‘Onun boynunu öptüm. Sıkmadım. O demir halka sıktı.’
           ‘Seni gördüm.’ Denver, Sevilen’in kolunu yakaladı.
           ‘Bırak beni.’ dedi Sevilen, sonra kolunu çekip kurtardı, çağıltısı ormanın öteki ucunda      yankılanan dereyi izleyerek elinden geldiğince hızlı koşmaya başladı.
(s.122)



            Sevilen, hayalet ruhun insan şeklini almış biçimidir. Sevilen’in doğaüstü durumu onu ansızın karanlığa karışıp görünmez kılar. Zaten Sevilen’in 124’ü lanetiyle rahatsız eden iki yaşındaki bir bebek ruhken bir genç kız olarak dünyaya geri dönmekle, aynı doğaüstü durumunu göstermiştir.

            Zamanla, Sevilen unutulur. Huzursuz bir uykuda görülen kötü bir düş gibi. Onu bir daha ne anmak isterler ne de onun hakkında konuşmak. Çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. 



22 Eylül, 2007



Kaynakça
*          Leyla Navaro, Tapınağın Öbür Yüzü, Varlık Yayınları, l996
**        Lynda Koolish, ‘To be loved and Cry Shame’:  a psychological reading of Toni            Morrıson’s ‘Beloved’ - internet
***     A. Yemisi Jimoh, Toni Morrison, University of Arkansas - internet
****   Erica Bauermeister, 500 Great Books by Women - Review - internet
*****  Tektaş Ağaoğlu, James Baldwin’le Konuşma,  Yeni Dergi, Kasım l964
 







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder