Virginia Woolf, 1933’te Flush: Bir Bıyografi adlı kitabını yayımladı. Yüz sayfadan bile daha kısa olan bu kitap, Virginia Woolf hayattayken en popüler kitabı olarak anıldıysa da ne yazık ki zaman içinde akademisyenler tarafından en ihmal edileni oldu. Okuyanlar çok sevdikleri halde, ilk altı ayda 19.000 adet sattı. Eleştirmenlerin çoğu, bu kitap üzerinde fazla durmadı. Ancak E. M. Forster ‘tam bir başarı’ diye niteler bu eseri.
Flush, ünlü şair Elizabeth
Barrett Browning’in köpeğinin adıdır. Virginia Woolf, Elizabeth Barrett
Browning’e büyük ilgi duyar. Viktorya Çağında kadınlara yapılan baskıların bir
kurbanı sayardı onu. Elizabeth Barrett, o dönemin zorba denilecek kadar
otoriter aile reislerinden biri olan, üstelik kızına karşı sağlıksız bir tutku
duyan babası tarafından, hasta olduğu
bahanesiyle, eve kapatılmıştı. Onu, kendi gibi bir başka şair kurtardı.
Elizabeth Barrett ile Robert Browning’in nasıl tanışıp seviştiklerini, gizlice
evlenip yanlarına Flush’ı da alarak İtalya’ya nasıl kaçtıklarını, Floransa’ya
yerleşip nasıl mutlu olduklarını o devirde yaşayan herkes bilirdi. Çünkü bu
ünlü aşk öyküsü üzerine tiyatro oyunları yazılmış, filmleri bile yapılmıştı.
Virginia Woolf, bu ünlü çiftin aşk mektuplarını okuduğu zaman şöyle söyler: “Köpekleri
beni o kadar güldürdü ki onu hayata geçirmeden edemedim.”
Flush’ın edebî değerini belirleyen unsur, Virginia Woolf’un, bu
güzel aşk öyküsünü, inanılmaz bir ustalıkla, bize Flush adlı köpek açısından anlatmasıdır.
Flush’ı basit bir köpek biyografisi olarak okumakla, onun, Viktorya Çağını
yeren keskin yorumunu göz ardı etmiş oluruz.
Woolf, bir köpeğin bakış açısından Viktorya Çağını sergiler. Duyan,
gören, koklayan, hisseden ve duygulanan köpek ağzından yazar Flush’ı.
Flush’ın tek özrü konuşamamasıdır.
O da bunu davranışlarıyla ifade ettiğine göre, onu romanının kahramanı
yapmaması için bir neden yoktur. Bir
köpek sahibi kadar yaşadığı çağın da tanığı değil midir?
İngiliz edebiyatında ilk hayvan
kahraman, Anna Sewell’in 1877’de ele aldığı
Black Beauty (Siyah İnci)’dir.
Sewell, Viktorya devri üslubuna yönelerek bize birinci tekil şahıs
ağzından Black Beauty ‘nin yaşamöyküsünü anlatır. Kahramanın tecrübeleri bir atın tecrübelerine
dayansa da duyguları ve konuşmaları bir insanın davranışlarını sezdirir. 20. yy’ın ilk başlarında da Colette’in hayvan
hikâyelerini, Jack London’un The Call of
the Wild (1903) ve White Fang , (1906) görürüz. Virginia Woolf’un çağdaşı Mikhail Bulgakov da
1925 te Heart of a Dog ile karşımıza
yine bir hayvan öyküsüyle çıkarsa da bu öyküyü politik taşlama aracı olarak
kullanır. Günümuz postmodern yazarlarından Harlon Ellison da hayvan öykülerini
politik taşlama aracı olarak kullanır. Flush’ı
diğer hayvan öykülerinden ayıran özellik, onun tamamiyle insan davranışlarını
sergilemesi ve insani değerleri taşımasında yatar. Virginia Woolf’unki yeni bir
edebi teknik arayışı içinde, ‘köpek ağzı’yla bir öyküyü anlatma denemesidir.
Woolf, Flush’ın köpek olduğunu hiç unutmaz. Onun kokuları algılaması konusunda
özellikle durur. Sonraki yıllarda John Steinbeck Travels wıth Charley, Jacqueline Susan Every Nıght, Josephine! Paul Auster da Timbuktu köpek öykülerini kendilerine özgü üsluplarıyla
aktarmışlardır.
Viktorya Çağı, uzun süre can çekiştikten
sonra 20. yy.‘ın başında bitmiş, modern çağ başlamıştı. İngiliz edebiyatında bu modern çağın başlıca
öncüleri de Virginia Woolf, James Joyce, T. S. Eliot gibi yazarlardı. Virginia Woolf, hem içerik hem de biçim
açısından bu yeni çağa uygun yepyeni bir roman türü yaratmak gerektiğini
biliyordu. İlk iki romanından sonra, istediğini uygulayabildi. Bunu
başarabilmek hiç de kolay olmamıştı. 1934 tarihli güncesinde şöyle yazar: “Tüm
kalıpları kırmaya, duyduğum ve düşündüğüm her şey için yeni bir var olma
biçimi, yani yeni bir ifade biçimi bulmaya kendimi zorladım... Sürekli bir çaba
gerektiriyor bu.”
Flush, Elizabeth Barrett
Brownıng’in yaşamöyküsü olarak yanlış değerlendirilmiştir. Eserin isminden de
anlaşılacağı gibi Flush: A biography adı
bize okuyacağımız eserin Flush adlı bir kişinin biyografisi olduğunun hemen
ipuçlarını verir. Virginia Woolf, geleneksel yaşamöyküsü yazarlarının
yöntemlerine öykünerek ilkin Flush’ın atalarını ve cinsini; bu cins köpeklere şakayla
verilen ‘spaniel’ adının hangi sözcüklerden kaynaklandığını, bilimsel tavırlar
takınarak açıklar. Sonra Flush’ın doğumuna ve çocukluk günlerine geçer. 1842
yılında dünyaya gelmiştir. İlk sahibi,
Viktorya Çağının tanınmış yazarlarından, kırsal bölgede oturan Miss Mary
Mitford’dur. Flush çocukluğunu, bu sevecen yaşlı kadının yanında mutluluk
icinde geçirir. Kırlarda koşar, hoplar zıplar. Flush’ın, köpekler arasında tam
bir aristokrat sayılması gereği anlaşılır bu açıklamalardan. Flush, çok genç
yaşta baba olarak, erkeklik gücünü de kanıtlamıştır. Flush’ı satın almak
isteyenler vardır. Ama yoksul Miss Mitford, o para çok işine yarayacağı halde,
onu satmaya yanaşmaz. Flush’ı, ünlü şair Miss Elizabeth Barrett’e armağan
etmeye karar verir. Çünkü Flush, Miss Barrett’e, Miss Barrett de Flush’a layıktır.
Miss Mitford’un Flush’ı Londra’daki Barrett ailesinin Wimpole Streeet’teki büyük
evine götürmesiyle, Flush’ın hayatı üzücü bir şekilde değişir. Artık kırlardaki
o özgür Flush, sahibesi Elizabeth Barrett’in hasta odasına hapsolmuştur. O güne
değin hiç görmediği şeyleri görür; hiç koklamadığı kokuları koklar. Bu
görüntülerle kokuların hepsine zamanla alışır da. İlk kez hasta odasında
kokladığı kolonya kokusunu son derece nahoş bulur, buna hiç alışamaz.
Bütün gün, yatağında yazı yazan bir
hasta odasında kapalı biri olarak yaşamak, Flush’a hiç de kolay gelmez. Ağır
ağır gözleri karanlığa alışır. Epeyce kokladıktan, patileriyle yokladıktan
sonra Flush, çeşitli eşyaların dış çizgilerini derece derece ayırt etmeye
başlar. Pencerenin yanındaki o kocaman şey gardırop olmalıdır. Onun yanındaki
şeyin şifonyer olması akla yakındır. Odanın ortasında etrafına bir çember
geçirilmiş, sehpa gibi bir şey süzülerek yüzeye yükselir, sonra belirsiz, henüz
kabataslak çizgileriyle bir koltuk ve masayı fark eder. Ama her şey başka bir
şey kılığında gözükür ona. Gardırobun tepesinde üç büst yükselir, şifonyerin üzerinde
bir kitaplık yükselir; ayaklı tuvalet sehpasının üzerinde sıra sıra raflar
vardır. Tuvalet sehpasının üzerinde
yükselen rafların üstündeyse iki büst daha vardır. ‘Odadaki hiçbir şey kendisi
değildi; her şey başka bir şeydi’. Ancak belirli ihtiyaçları için, hizmetçi Wilson
tarafından günde iki kez kapının önüne çıkarılmak, Flush’ı bunalıma düşürür.
Flush’ın yeni hanımının babası Mr.Barrett’den ödü kopması da bunalımını artıran
bir ögedir. Mr.Barrett odaya girince, Flush ya yatağın arasına kaçar ya da
kanepelerin arkasına gizlenir.
Flush,Wimpole Street’te yaşamaya
başlayınca, sınıf bilincine de varır.
Kimi köpeklerin aşağı sınıftan, kimi köpeklerin yüksel sınıftan
olduklarını ve kendisinin kesinlikle yüksek sınıftan geldiğini, hatta
aristokrat bir köpek olduğunu anlar.
‘ .... kimi köpekler soylu köpekti, kimileri
soysuz. Peki, kendisi hangisiydi? Flush eve varır varmaz kendini aynada
dikkatle inceledi. Tanrıya şükür,
doğuştan soylu, iyi aileden bir köpekti!
Başı düzdü; gözleri iri, fakat patlak değildi; ayakları perdeliydi;
Wimpole Sokaği’nın en cins kokeriyle boy ölçüşebilirdi. Su içtiği mor kâseye hoşnutlukla baktı-
mevkiin ayrıcalıklarıdır bu gibi şeyler; sonra zinciri tasmasına geçirsinler
diye uysal uysala başını eğdi -bunlar da mevkiin ceremeleri...’
Flush’ın kısıtlayıcı ortamda
yaşamaya alışmaktan başka çaresi yoktur artık.
Miss Barrett ile birlikte yaşamak, onun tarafından sürekli eğitilmekten
dolayı, Flush’ın psikolojik yapısında büyük değişikliklere neden olur. ‘İnsan
duygularına karşı aşırı bir duyarlılık’ elde eder. Havlamak ya da ısırmak gibi hayvansal
içgüdülerinde dikkati çeken bir azalma görülür.
Kadın şair ile köpeği arasındaki sevgi, günden güne artar. Böylece üç
mutlu yıl geçer.
Ne var ki, l845 yılının Ocak
ayının ilk günlerinde bir mektup gelir Miss Barrett’e. Her gün hanımına yığınla mektup gelir. Ama
hanımı bu mektubu açıp okumaya başlayınca, bunun başka bir mektup olduğunu Miss
Barrett’in mektubu açışından, elinde çevirişinden, isminin yazılı olduğu güçlü,
inişli çıkışlı el yazısına bakışından, zarfı yırtışındaki acelecilikten,
mektubu okurken dalıp gidişinden Flush hemen bu mektubun özel bir mektup
olduğunu anlar. Beş ay boyunca, bu mektuplar sürekli gelir. Gerçi Miss Barrett
köpeğini dalgın okşar ara sıra ama bu
mektuplar geldikçe Flush, hanımının yaşamından silindiğini, artık
unutulduğunu hisseder. Mektupları yazan adam ünlü şair Robert Browning’dir.
Mektupları yazan adam bir müddet sonra yatağa bağımlı hastanın odasına da ayak
basar. İlkin her hafta sonra haftada iki kez, hep aynı saatlerde gelir. Kendi
gelmediği günler de mektupları gelir, çiçekleri gelir. Flush, Miss Barrett’in odasında, kendisini
tiksindiren o esmer adamın kokusundan başka koku alamaz olur. Korkunç
kıskançlık nöbetleri geçirir. Mahvolmuştur. Bu kıskançlık duygusunu da terbiye
etmesi gerekmektedir. Flush’ın bakış açısından okuyucu olarak Miss Barrett’le
Mr. Brownıng’in gizlice evlenme hazırlıklarını öğreniriz. Birlikte İtalya’ya
kaçmayı planlamaktadırlar. Bu heyecanlı hazırlık dönemi aniden üzücü bir olayla
kesintiye uğrar. Flush Miss Barrett’le birlikte alışverişe çıktıkları sırada,
bir şebeke tarafından kaçırılır. Böylece Flush’la beraber okuyucu da Londra’nın kenar
mahallelerini tanıma fırsatı bulur. Flush’ın kaçırılış öyküsünü Virginia Woolf
bir deneme yazısı olarak ele alır. Yoksul mahallelerin sefil ve bakımsız
hallerine, soylu Viktorya Çağı asilzadelerinin ise onların varlığını görmezden
geldiklerine tanık oluruz. Woolf 1850 yıllarının Londra varoşlarını Mr.
Beames’in bakış açısıyla anlatır: Mr. Beames, Wimpole Sokağı’ndan bir kuş uçuşu
mesafede Westminister’da yürüyüşe çıkınca gördükleri karşısında şaşırır, hatta
şoka uğrar:
‘Westminister’da görkemli
yapılar göklere yükseliyordu, oysa hemen onların arkasında insanları inek
sürüleri üzerinde kendileri sürüler halinde yaşadıkları yarı yıkık ağıllar
vardı... Ama iki ya da üç ailenin paylaştıkları, inek ağılları üzerindeki bir
odayı, inek ağılının havalandırması olmadığını, ineklerin o ağılda
sağıldıklarını, kesildiklerini ve yenildiklerini kibar bir dille nasıl
anlatabilirdi ki insan? ... Tifüs tehlikesi hayli büyüktü. Zenginler ne gibi tehlikelerle koyun koyuna
yaşadıklarını bilmiyorlardı. Westminister’da,
Paddington’da, Marylebone’da gördüklerini görünce artık susamazdı.... Miss
Barrett’in yatak odasının arkasına düşen yerde mesela Londra’nın en batak
mahallelerinden biri vardı. Öylesine bir saygıdeğerlikle koyun koyuna böylesine
bir sefalet...’
Taylor adlı birinin yönettiği bu
şebekenin işi, kendi çaldıkları ev köpeklerini, belli bir fidyeye karşılık
sahiplerine geri vermektir. Eğer fidye ödenmez ise köpeğin başı ve patileri
kesilip sahibine postalanır. Bu olayı anlatış şekliyle, Virginia Woolf,
toplumsal bir yaraya da şöyle değinir:
“....Wimpole Sokağı ve civarında
oturanlar için en güvenli davranış o saygın bölgeden hiç çıkmamak ve
köpeklerini zincire bağlı olarak gezdirmekti. Eğer Miss Barrett’in yaptığı gibi
bunu unuturlarsa Miss Barrett gibi cezasını da çekerlerdi. Wimpole Sokağı’nın
St. Giles’la burun buruna yaşayabilmesinin koşulları herkesçe bilinirdi.
St.Giles çalabildiğini çalardı, Wimpole Sokağı da ne ödemesi gerekiyorsa
öderdi.”
Babası, ağabeyleri ve Mr.
Browning, Taylor’a fidye ödenmesine karşı çıkarlar.Taylor’a boyun eğerse
zorbalığa boyun eğmiş, şantajcılara boyun eğmiş olacaktır. Kötünün haklı
üzerindeki gücünü artıracağına inanırlar. Fidye için köpek kaçırma Viktorya
Çağında sıkça rastlanan bir olguydu. Wimpole Sokağı gibi prestijli bir sokağın,
Whitechapel gibi kenar mahallelere yakın olması bu işi kolaylaştırıyordu.
Gerçek Flush tam üç kez kaçırılmıştı. Woolf ise kitabın sonuna eklediği notta
üç kaçırma olayını birleştirdiğini belirtir. Woolf, köpeğin kaçırılış öyküsünü
zengin betimlemelerle okuyucuya aktarır. Bu olay, Miss Barrett’in kişisel
yaşamında bir dönüm noktası oluşturur. Ama Miss Barrett kararından geri
döndürülemez. Flush’a karşı kendini sorumlu hisseder. Ne derlerse desinler
Flush’ı kurtaracaktır. Artık kendi gücünün farkına varmıştır. Böylece erkek
egemen dünyaya da tavır almış olur. Bir atlı araba çağırtıp yoksul Whitechapel Mahallesi’ne
doğru yola koyulur. Kendi varsıl semtinin yekpare cam pencereleri, maun
kapıları ve bahçe parmaklıklarını geride bırakıp, hiç tanımadığı, varlığını
aklına bile getirmediği bir dünyadadır artık. Bu dünya, ineklerin yatak
odalarının altında toplaştığı, kırık pencereli odalarda bütün bir ailenin
uyuduğu bir dünyadır. Su ancak haftada bir kere akar. ‘Günah ve yoksulluğun,
günah ve yoksulluğu doğurduğu bir dünyadır.’ Araba durur, arabacı inip Mr.Taylor’ı
aradıklarını söyler. Bir dolu erkek ve oğlan çocuğu arabanın çevresine
doluşurlar. Miss Barrett arabadan inmeden Mr.Taylor’ı bekler. Mrs.Taylor
arabaya gelip kocasının evde olmadığını, isterse arabadan inip evinde kocasını
bekleyebileceğini söyler. Miss Barrett’in arabadan inmek istememesi şöyle
verilir:
“.... Düşün, o kadının evinde beklemek!
Etrafına erkeklerle oğlanların abandığı şu arabada oturmak yeterince
kötüydü zaten. Bu yüzden, Miss Barret
‘dev haydut kadınla’ arabadan inmeden konuştu.
Köpeğim Mr Taylor’da, dedi; Mr. Taylor köpeğini geri vereceğine söz
vermişti; Mr. Taylor köpeğini hemen bugün kesin olarak Wimpole Sokağı’na geri
getirebilir miydi? ‘A, tabii, mutlaka.’ dedi şişko kadın gülümsemelerin en
kibarıyla. Zannınca Taylor da tam tamına bu işle meşgul olmak için dışarı
çıkmıştı. Bu arada ‘başını çok zarif
hareketlerle sağa sola yatırıyordu.”
Flush kurtulduktan hemen sonra
çok gizli hazırlıkların ardından Elizabeth Barrett Wimpole Street’teki evden
kaçıp Robert Browning’le beraber Itaya’ya gider. Browning’ler kısa bir süre Pisa’da
kalırlar. Flush çok geçmeden Pisa’yı Londra’dan ayıran derin farkları bulup
çıkarır. Örneğin köpekler farklıdır
orada.
“Londra’da ufak buldoklarla, av
tazısıyla, İskoç çoban köpeğiyle, Newfoundland tazısıyla, senbernarla, teryeyle
ya da Spaniyel Kabilesi’nin ünlü yedi ailesinden biriyle karşılaşırdı. Her birinin ayrı bir ismi, ayrı bir itibarı
vardı. Oysa Pisa’da, onca köpek
bolluğuna rağmen, mevki rütbe yoktu, hepsi- olabilir miydi böyle şey? - kırmaydı. Görebildiği kadarıyla sadece köpekti bunlar.
Flush orada kendini sürgünde bir prens gibi hissetti. Çünkü bütün Pisa’da safkan koker spaniyel
oydu.”
Virginia Woolf Flush’taki
değişikliği şöyle dile getirir:
“Yıllar yılı Flush’a kendini
bir aristokrat sayması öğretilmişti. Mor çanak ve zincir yasası ruhunun
derinlerine işlemişti. Dengesinin bozulması hiç şaşırtıcı değildi.... Tamam,
Flush’ta biraz züppelik vardı, Miss Mitford bunu yıllar önce keşfetmişti;
Londra’da kendiyle eşit ve kendinden üstün köpekler arasında yatışan bu duygu,
şimdi burada benzersiz olduğunu görünce dönmüş gelmişti. Zorbalaştı,
edepsizleşti; ‘Flush tam bir zorba oldu, kapıyı açtırmak istediğinde insanın
dikkatini dağıtacak kadar havlıyor.’ diye yazdı Mrs Browning.”
Browningler daha az aristokrat ve
daha doğal olan İtalya’da mutludurlar; çünkü orada ‘her şey kendisi gibiydi ve
başka hiçbir şey değildi.’ Artık orada Flush tekrar eski hürriyetine
kavuşmuştu. Tasmasından kurtulmuştu. Tekrar hemcinslerine karışabilir, Floransa
sokaklarında keyfince sürtebilir, özgürlüğünün tadını çıkarabilirdi.
“Artık Floransa’da eski zincirlerinin son halkalarından da eser
kalmamıştı. (...) Zümrüt gibi çayırların üzerinden hepsi cıvıl cıvıl, uçuşup
duran sülünlerle birlikte bir koşu tutturmuş giderken, Flush’ın aklına birden
Regent’s Park ve onun yasaları düştü; köpekler zincire bağlanarak
gezdirilmelidir. Neredeydi bu ‘-melidir’
şimdi? Park bekçileriyle copları
neredeydi? Yok olmuşlardı, köpek
hırsızlarıyla yoz bir aristokrasinin Köpek Kulüpleriyle, Spanilyel Kulüpleriyle
birlikte! (...) Koştu, nefes nefese koştu; postu parıldadı! Gözleri ışıldadı. Bütün dünyayla dosttu
şimdi. Bütün köpekler kardeşiydi. Bu yeni dünyada zincirlere gerek yoktu;
korunması gerekmiyordu.”
İtalya’ya gelir gelmez değişen
yalnız Flush değildir. Eskiden hasta
yatağına mahkûm Miss Barrett, Mrs.Browning olduktan sonra bambaşka bir insana
dönüşmüş, gençleşmiş, tam sağlığına kavuşmuştur. İngiltere’nin tutucu geleneklerine
sıkı sıkı bağlı hizmetçi Wilson bile bir değişime uğrar; dükün özel muhafız
alayından yakışıklı bir ere âşık olur.
Ömrünün bu mutlu yıllarında, Flush
iki kez biraz tedirgin olur. Birincisi Browning’lerin bir oğlunun dünyaya
gelmesidir. Flush yemeden içmeden kesilir, ‘on beş gün derin bir melankoliye
düşer.’ Zamanla, köpekle bebek arasında sevgi bağları kurulur. Flush’ı tedirgin
eden ikinci neden, yaz aylarında yaşadıkları şehir Floransa’yı basan
pirelerdir. İngiltere’den getirilen
çeşitli merhem ve tozlar fayda etmez. Sonunda Mr.Browning, çareyi Flush’ı
kırpmakta bulur. O görkemli altınımsı tüyleri yok edilince kendini aynada gören
Flush, rezil olduğunu, ne soy sopu, ne aristokratlığı kaldığını, bir hiçe
dönüştüğünü anlar.
“Aynaya bakarak ‘şimdi neyim ben?’ diye düşündü. Ve ayna bütün aynaların vahşice içtenliğiyle,
‘bir hiçsin.’ dedi. Hiçti. .... Bir hiç
olmak- eninde sonunda dünya yüzündeki en
hoşnutluk verici varoluş durumu bu değil midir? Bir daha baktı. Tüylerin birazı
yakalık gibi boynunu sarmıştı. Kendini bir şey sananların rüküşlüğünün
karikatürü olmak- eh bu da başlı başına
bir kariyer değil miydi?”
Bu küçük tedirginlikler dışında,
Flush, Floransa’da mutluluk içinde uzun yıllar yaşadıktan ve iyice yaşlandıktan
sonra öleceğini hisseder günün birinde. Sokaktan hemen kaçıp, soluk soluğa
Mrs.Browning’in yanına gider. Bir iki dakika sonra, Mrs.Browning başını
kitabından kaldırınca, Flush’ın öldüğünü görür.
Flush’ın biyografisi, genel
biyografi türüne bir hiciv örneği olarak değerlendirilebilir. Biyografinin konusunu oluşturan ‘değerli bir
kişi’den bahsetmemesi, ele aldığı kişinin yaşam öyküsünü soy ağacından
başlayarak şakadan bilimsel tavırlar takınarak sunması, bir yaşam öyküsünün o
kişinin gerçeğini ne denli yansıttığını sorgulaması Virginia Woolf’a özgü yazış
stilini ortaya koyar. Aynı zamanda feminist bakış açısından Viktorya Çağı
yüksek sosyetesinin ikiyüzlülüğünü açıkça eleştirir. Lucia Bodrini’nin Flush adlı makalesinde belirttiği üzere, Flush’ı yazıya hazırlarken sadık
hizmetçisi Lily Wilson hakkında tuttuğu altı sayfalık yaşam öyküsünü bu
eserinde kullanmadığı halde onun üzerinde çalışmış olması bile, Virginia
Woolf’un, o dönem için kalıpları kırdığının bir göstergesidir. Çünkü Virginia
Woolf’a göre her kişilik silik de olsa incelenmeye değer tarihi bir
kahramandır.
Gerçekte bu esprili ve mizahi
anlatımın altında yatan Virginia Woolf’un toplumsal eleştirisi ne yazık ki
gizli kalır. Okuyucu onu hafif ve zevkle okunan bir köpek öyküsü olarak
değerlendirir.
13 Şubat, 2007
Kaynakça
Mina Urgan, Virginia
Woolf, YKY, 2001
Craig Smith, Twentieth
Century Literature, 2002
Lucia Boldrini, Goldsmiths College, ‘Flush’- The Literary Encyclopedia, 25 Oct, 2002
The Guardian, Tail of
two cities, 14 July, 2001
Book Review, Books of
the Times- by John Chamberlain, 5 Oct, l933
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder