28 Aralık 2013 Cumartesi

VIRGİNİA WOOLF ‘tan Viktorya Çağına Eleştirel Bir Bakış


     
         Virginia Woolf, 1933’te Flush: Bir Bıyografi adlı kitabını yayımladı.  Yüz sayfadan bile daha kısa olan bu kitap, Virginia Woolf hayattayken en popüler kitabı olarak anıldıysa da ne yazık ki zaman içinde akademisyenler tarafından en ihmal edileni oldu. Okuyanlar çok sevdikleri halde, ilk altı ayda 19.000 adet sattı. Eleştirmenlerin çoğu,  bu kitap üzerinde fazla durmadı.  Ancak E. M. Forster ‘tam bir başarı’ diye niteler bu eseri.

Flush, ünlü şair Elizabeth Barrett Browning’in köpeğinin adıdır. Virginia Woolf, Elizabeth Barrett Browning’e büyük ilgi duyar. Viktorya Çağında kadınlara yapılan baskıların bir kurbanı sayardı onu. Elizabeth Barrett, o dönemin zorba denilecek kadar otoriter aile reislerinden biri olan, üstelik kızına karşı sağlıksız bir tutku duyan babası tarafından, hasta  olduğu bahanesiyle, eve kapatılmıştı. Onu, kendi gibi bir başka şair kurtardı. Elizabeth Barrett ile Robert Browning’in nasıl tanışıp seviştiklerini, gizlice evlenip yanlarına Flush’ı da alarak İtalya’ya nasıl kaçtıklarını, Floransa’ya yerleşip nasıl mutlu olduklarını o devirde yaşayan herkes bilirdi. Çünkü bu ünlü aşk öyküsü üzerine tiyatro oyunları yazılmış, filmleri bile yapılmıştı. Virginia Woolf, bu ünlü çiftin aşk mektuplarını okuduğu zaman şöyle söyler: “Köpekleri beni o kadar güldürdü ki onu hayata geçirmeden edemedim.”


Flush’ın edebî değerini belirleyen unsur, Virginia Woolf’un, bu güzel aşk öyküsünü, inanılmaz bir ustalıkla, bize Flush adlı köpek açısından anlatmasıdır. Flush’ı basit bir köpek biyografisi olarak okumakla, onun, Viktorya Çağını yeren keskin yorumunu göz ardı etmiş oluruz.  Woolf, bir köpeğin bakış açısından Viktorya Çağını sergiler. Duyan, gören, koklayan, hisseden ve duygulanan köpek ağzından yazar Flush’ı.  Flush’ın tek özrü konuşamamasıdır.  O da bunu davranışlarıyla ifade ettiğine göre, onu romanının kahramanı yapmaması için bir neden yoktur.  Bir köpek sahibi kadar yaşadığı çağın da tanığı değil midir?

İngiliz edebiyatında ilk hayvan kahraman, Anna Sewell’in 1877’de ele aldığı Black Beauty (Siyah İnci)’dir.  Sewell, Viktorya devri üslubuna yönelerek bize birinci tekil şahıs ağzından Black Beauty ‘nin yaşamöyküsünü anlatır.  Kahramanın tecrübeleri bir atın tecrübelerine dayansa da duyguları ve konuşmaları bir insanın davranışlarını sezdirir.  20. yy’ın ilk başlarında da Colette’in hayvan hikâyelerini, Jack London’un The Call of the Wild  (1903) ve White Fang , (1906) görürüz.  Virginia Woolf’un çağdaşı Mikhail Bulgakov da 1925 te Heart of a Dog ile karşımıza yine bir hayvan öyküsüyle çıkarsa da bu öyküyü politik taşlama aracı olarak kullanır. Günümuz postmodern yazarlarından Harlon Ellison da hayvan öykülerini politik taşlama aracı olarak kullanır. Flush’ı diğer hayvan öykülerinden ayıran özellik, onun tamamiyle insan davranışlarını sergilemesi ve insani değerleri taşımasında yatar. Virginia Woolf’unki yeni bir edebi teknik arayışı içinde, ‘köpek ağzı’yla bir öyküyü anlatma denemesidir. Woolf, Flush’ın köpek olduğunu hiç unutmaz. Onun kokuları algılaması konusunda özellikle durur. Sonraki yıllarda John Steinbeck Travels wıth Charley, Jacqueline Susan Every Nıght, Josephine! Paul Auster da Timbuktu köpek öykülerini kendilerine özgü üsluplarıyla aktarmışlardır.

Viktorya Çağı, uzun süre can çekiştikten sonra 20. yy.‘ın başında bitmiş, modern çağ başlamıştı.  İngiliz edebiyatında bu modern çağın başlıca öncüleri de Virginia Woolf, James Joyce, T. S. Eliot gibi yazarlardı.  Virginia Woolf, hem içerik hem de biçim açısından bu yeni çağa uygun yepyeni bir roman türü yaratmak gerektiğini biliyordu. İlk iki romanından sonra, istediğini uygulayabildi. Bunu başarabilmek hiç de kolay olmamıştı. 1934 tarihli güncesinde şöyle yazar:  “Tüm kalıpları kırmaya, duyduğum ve düşündüğüm her şey için yeni bir var olma biçimi, yani yeni bir ifade biçimi bulmaya kendimi zorladım... Sürekli bir çaba gerektiriyor bu.”

 Flush, Elizabeth Barrett Brownıng’in yaşamöyküsü olarak yanlış değerlendirilmiştir. Eserin isminden de anlaşılacağı gibi Flush: A biography adı bize okuyacağımız eserin Flush adlı bir kişinin biyografisi olduğunun hemen ipuçlarını verir. Virginia Woolf, geleneksel yaşamöyküsü yazarlarının yöntemlerine öykünerek ilkin Flush’ın atalarını ve cinsini; bu cins köpeklere şakayla verilen ‘spaniel’ adının hangi sözcüklerden kaynaklandığını, bilimsel tavırlar takınarak açıklar. Sonra Flush’ın doğumuna ve çocukluk günlerine geçer. 1842 yılında dünyaya gelmiştir.  İlk sahibi, Viktorya Çağının tanınmış yazarlarından, kırsal bölgede oturan Miss Mary Mitford’dur. Flush çocukluğunu, bu sevecen yaşlı kadının yanında mutluluk icinde geçirir. Kırlarda koşar, hoplar zıplar. Flush’ın, köpekler arasında tam bir aristokrat sayılması gereği anlaşılır bu açıklamalardan. Flush, çok genç yaşta baba olarak, erkeklik gücünü de kanıtlamıştır. Flush’ı satın almak isteyenler vardır. Ama yoksul Miss Mitford, o para çok işine yarayacağı halde, onu satmaya yanaşmaz. Flush’ı, ünlü şair Miss Elizabeth Barrett’e armağan etmeye karar verir. Çünkü Flush, Miss Barrett’e, Miss Barrett de Flush’a layıktır. Miss Mitford’un Flush’ı Londra’daki Barrett ailesinin Wimpole Streeet’teki büyük evine götürmesiyle, Flush’ın hayatı üzücü bir şekilde değişir. Artık kırlardaki o özgür Flush, sahibesi Elizabeth Barrett’in hasta odasına hapsolmuştur. O güne değin hiç görmediği şeyleri görür; hiç koklamadığı kokuları koklar. Bu görüntülerle kokuların hepsine zamanla alışır da. İlk kez hasta odasında kokladığı kolonya kokusunu son derece nahoş bulur, buna hiç alışamaz.

Bütün gün, yatağında yazı yazan bir hasta odasında kapalı biri olarak yaşamak, Flush’a hiç de kolay gelmez. Ağır ağır gözleri karanlığa alışır. Epeyce kokladıktan, patileriyle yokladıktan sonra Flush, çeşitli eşyaların dış çizgilerini derece derece ayırt etmeye başlar. Pencerenin yanındaki o kocaman şey gardırop olmalıdır. Onun yanındaki şeyin şifonyer olması akla yakındır. Odanın ortasında etrafına bir çember geçirilmiş, sehpa gibi bir şey süzülerek yüzeye yükselir, sonra belirsiz, henüz kabataslak çizgileriyle bir koltuk ve masayı fark eder. Ama her şey başka bir şey kılığında gözükür ona. Gardırobun tepesinde üç büst yükselir, şifonyerin üzerinde bir kitaplık yükselir; ayaklı tuvalet sehpasının üzerinde sıra sıra raflar vardır.  Tuvalet sehpasının üzerinde yükselen rafların üstündeyse iki büst daha vardır. ‘Odadaki hiçbir şey kendisi değildi; her şey başka bir şeydi’. Ancak belirli ihtiyaçları için, hizmetçi Wilson tarafından günde iki kez kapının önüne çıkarılmak, Flush’ı bunalıma düşürür. Flush’ın yeni hanımının babası Mr.Barrett’den ödü kopması da bunalımını artıran bir ögedir. Mr.Barrett odaya girince, Flush ya yatağın arasına kaçar ya da kanepelerin arkasına gizlenir.

Flush,Wimpole Street’te yaşamaya başlayınca, sınıf bilincine de varır.  Kimi köpeklerin aşağı sınıftan, kimi köpeklerin yüksel sınıftan olduklarını ve kendisinin kesinlikle yüksek sınıftan geldiğini, hatta aristokrat bir köpek olduğunu anlar.

   ‘  .... kimi köpekler soylu köpekti, kimileri soysuz.  Peki, kendisi hangisiydi?  Flush eve varır varmaz kendini aynada dikkatle inceledi.  Tanrıya şükür, doğuştan soylu, iyi aileden bir köpekti!  Başı düzdü; gözleri iri, fakat patlak değildi; ayakları perdeliydi; Wimpole Sokaği’nın en cins kokeriyle boy ölçüşebilirdi.  Su içtiği mor kâseye hoşnutlukla baktı- mevkiin ayrıcalıklarıdır bu gibi şeyler; sonra zinciri tasmasına geçirsinler diye uysal uysala başını eğdi -bunlar da mevkiin ceremeleri...’   

Flush’ın kısıtlayıcı ortamda yaşamaya alışmaktan başka çaresi yoktur artık.  Miss Barrett ile birlikte yaşamak, onun tarafından sürekli eğitilmekten dolayı, Flush’ın psikolojik yapısında büyük değişikliklere neden olur. ‘İnsan duygularına karşı aşırı bir duyarlılık’ elde eder.  Havlamak ya da ısırmak gibi hayvansal içgüdülerinde dikkati çeken bir azalma görülür.  Kadın şair ile köpeği arasındaki sevgi, günden güne artar. Böylece üç mutlu yıl geçer.

Ne var ki, l845 yılının Ocak ayının ilk günlerinde bir mektup gelir Miss Barrett’e.  Her gün hanımına yığınla mektup gelir. Ama hanımı bu mektubu açıp okumaya başlayınca, bunun başka bir mektup olduğunu Miss Barrett’in mektubu açışından, elinde çevirişinden, isminin yazılı olduğu güçlü, inişli çıkışlı el yazısına bakışından, zarfı yırtışındaki acelecilikten, mektubu okurken dalıp gidişinden Flush hemen bu mektubun özel bir mektup olduğunu anlar. Beş ay boyunca, bu mektuplar sürekli gelir. Gerçi Miss Barrett köpeğini dalgın okşar ara sıra ama bu  mektuplar geldikçe Flush, hanımının yaşamından silindiğini, artık unutulduğunu hisseder. Mektupları yazan adam ünlü şair Robert Browning’dir. Mektupları yazan adam bir müddet sonra yatağa bağımlı hastanın odasına da ayak basar. İlkin her hafta sonra haftada iki kez, hep aynı saatlerde gelir. Kendi gelmediği günler de mektupları gelir, çiçekleri gelir.  Flush, Miss Barrett’in odasında, kendisini tiksindiren o esmer adamın kokusundan başka koku alamaz olur. Korkunç kıskançlık nöbetleri geçirir. Mahvolmuştur. Bu kıskançlık duygusunu da terbiye etmesi gerekmektedir. Flush’ın bakış açısından okuyucu olarak Miss Barrett’le Mr. Brownıng’in gizlice evlenme hazırlıklarını öğreniriz. Birlikte İtalya’ya kaçmayı planlamaktadırlar. Bu heyecanlı hazırlık dönemi aniden üzücü bir olayla kesintiye uğrar. Flush Miss Barrett’le birlikte alışverişe çıktıkları sırada, bir şebeke tarafından kaçırılır. Böylece  Flush’la beraber okuyucu da Londra’nın kenar mahallelerini tanıma fırsatı bulur. Flush’ın kaçırılış öyküsünü Virginia Woolf bir deneme yazısı olarak ele alır. Yoksul mahallelerin sefil ve bakımsız hallerine, soylu Viktorya Çağı asilzadelerinin ise onların varlığını görmezden geldiklerine tanık oluruz. Woolf 1850 yıllarının Londra varoşlarını Mr. Beames’in bakış açısıyla anlatır: Mr. Beames, Wimpole Sokağı’ndan bir kuş uçuşu mesafede Westminister’da yürüyüşe çıkınca gördükleri karşısında şaşırır, hatta şoka uğrar:

 ‘Westminister’da görkemli yapılar göklere yükseliyordu, oysa hemen onların arkasında insanları inek sürüleri üzerinde kendileri sürüler halinde yaşadıkları yarı yıkık ağıllar vardı... Ama iki ya da üç ailenin paylaştıkları, inek ağılları üzerindeki bir odayı, inek ağılının havalandırması olmadığını, ineklerin o ağılda sağıldıklarını, kesildiklerini ve yenildiklerini kibar bir dille nasıl anlatabilirdi ki insan? ... Tifüs tehlikesi hayli büyüktü.  Zenginler ne gibi tehlikelerle koyun koyuna yaşadıklarını bilmiyorlardı.  Westminister’da, Paddington’da, Marylebone’da gördüklerini görünce artık susamazdı.... Miss Barrett’in yatak odasının arkasına düşen yerde mesela Londra’nın en batak mahallelerinden biri vardı. Öylesine bir saygıdeğerlikle koyun koyuna böylesine bir sefalet...’

Taylor adlı birinin yönettiği bu şebekenin işi, kendi çaldıkları ev köpeklerini, belli bir fidyeye karşılık sahiplerine geri vermektir. Eğer fidye ödenmez ise köpeğin başı ve patileri kesilip sahibine postalanır. Bu olayı anlatış şekliyle, Virginia Woolf, toplumsal bir yaraya da şöyle değinir:
 “....Wimpole Sokağı ve civarında oturanlar için en güvenli davranış o saygın bölgeden hiç çıkmamak ve köpeklerini zincire bağlı olarak gezdirmekti. Eğer Miss Barrett’in yaptığı gibi bunu unuturlarsa Miss Barrett gibi cezasını da çekerlerdi. Wimpole Sokağı’nın St. Giles’la burun buruna yaşayabilmesinin koşulları herkesçe bilinirdi. St.Giles çalabildiğini çalardı, Wimpole Sokağı da ne ödemesi gerekiyorsa öderdi.”
    
Babası, ağabeyleri ve Mr. Browning, Taylor’a fidye ödenmesine karşı çıkarlar.Taylor’a boyun eğerse zorbalığa boyun eğmiş, şantajcılara boyun eğmiş olacaktır. Kötünün haklı üzerindeki gücünü artıracağına inanırlar. Fidye için köpek kaçırma Viktorya Çağında sıkça rastlanan bir olguydu. Wimpole Sokağı gibi prestijli bir sokağın, Whitechapel gibi kenar mahallelere yakın olması bu işi kolaylaştırıyordu. Gerçek Flush tam üç kez kaçırılmıştı. Woolf ise kitabın sonuna eklediği notta üç kaçırma olayını birleştirdiğini belirtir. Woolf, köpeğin kaçırılış öyküsünü zengin betimlemelerle okuyucuya aktarır. Bu olay, Miss Barrett’in kişisel yaşamında bir dönüm noktası oluşturur. Ama Miss Barrett kararından geri döndürülemez. Flush’a karşı kendini sorumlu hisseder. Ne derlerse desinler Flush’ı kurtaracaktır. Artık kendi gücünün farkına varmıştır. Böylece erkek egemen dünyaya da tavır almış olur. Bir atlı araba çağırtıp yoksul Whitechapel Mahallesi’ne doğru yola koyulur. Kendi varsıl semtinin yekpare cam pencereleri, maun kapıları ve bahçe parmaklıklarını geride bırakıp, hiç tanımadığı, varlığını aklına bile getirmediği bir dünyadadır artık. Bu dünya, ineklerin yatak odalarının altında toplaştığı, kırık pencereli odalarda bütün bir ailenin uyuduğu bir dünyadır. Su ancak haftada bir kere akar. ‘Günah ve yoksulluğun, günah ve yoksulluğu doğurduğu bir dünyadır.’ Araba durur, arabacı inip Mr.Taylor’ı aradıklarını söyler. Bir dolu erkek ve oğlan çocuğu arabanın çevresine doluşurlar. Miss Barrett arabadan inmeden Mr.Taylor’ı bekler. Mrs.Taylor arabaya gelip kocasının evde olmadığını, isterse arabadan inip evinde kocasını bekleyebileceğini söyler. Miss Barrett’in arabadan inmek istememesi şöyle verilir:

“.... Düşün, o kadının evinde beklemek!  Etrafına erkeklerle oğlanların abandığı şu arabada oturmak yeterince kötüydü zaten.  Bu yüzden, Miss Barret ‘dev haydut kadınla’ arabadan inmeden konuştu.  Köpeğim Mr Taylor’da, dedi; Mr. Taylor köpeğini geri vereceğine söz vermişti; Mr. Taylor köpeğini hemen bugün kesin olarak Wimpole Sokağı’na geri getirebilir miydi? ‘A, tabii, mutlaka.’ dedi şişko kadın gülümsemelerin en kibarıyla. Zannınca Taylor da tam tamına bu işle meşgul olmak için dışarı çıkmıştı.  Bu arada ‘başını çok zarif hareketlerle sağa sola yatırıyordu.”

Flush kurtulduktan hemen sonra çok gizli hazırlıkların ardından Elizabeth Barrett Wimpole Street’teki evden kaçıp Robert Browning’le beraber Itaya’ya gider. Browning’ler kısa bir süre Pisa’da kalırlar. Flush çok geçmeden Pisa’yı Londra’dan ayıran derin farkları bulup çıkarır.  Örneğin köpekler farklıdır orada.

 “Londra’da ufak buldoklarla, av tazısıyla, İskoç çoban köpeğiyle, Newfoundland tazısıyla, senbernarla, teryeyle ya da Spaniyel Kabilesi’nin ünlü yedi ailesinden biriyle karşılaşırdı.  Her birinin ayrı bir ismi, ayrı bir itibarı vardı.  Oysa Pisa’da, onca köpek bolluğuna rağmen, mevki rütbe yoktu, hepsi- olabilir miydi böyle şey? - kırmaydı.  Görebildiği kadarıyla sadece köpekti bunlar. Flush orada kendini sürgünde bir prens gibi hissetti.  Çünkü bütün Pisa’da safkan koker spaniyel oydu.”

Virginia Woolf Flush’taki değişikliği şöyle dile getirir:

Yıllar yılı Flush’a kendini bir aristokrat sayması öğretilmişti. Mor çanak ve zincir yasası ruhunun derinlerine işlemişti. Dengesinin bozulması hiç şaşırtıcı değildi.... Tamam, Flush’ta biraz züppelik vardı, Miss Mitford bunu yıllar önce keşfetmişti; Londra’da kendiyle eşit ve kendinden üstün köpekler arasında yatışan bu duygu, şimdi burada benzersiz olduğunu görünce dönmüş gelmişti. Zorbalaştı, edepsizleşti; ‘Flush tam bir zorba oldu, kapıyı açtırmak istediğinde insanın dikkatini dağıtacak kadar havlıyor.’ diye yazdı Mrs Browning.”


Browningler daha az aristokrat ve daha doğal olan İtalya’da mutludurlar; çünkü orada ‘her şey kendisi gibiydi ve başka hiçbir şey değildi.’ Artık orada Flush tekrar eski hürriyetine kavuşmuştu. Tasmasından kurtulmuştu. Tekrar hemcinslerine karışabilir, Floransa sokaklarında keyfince sürtebilir, özgürlüğünün tadını çıkarabilirdi.

“Artık Floransa’da eski zincirlerinin son halkalarından da eser kalmamıştı. (...) Zümrüt gibi çayırların üzerinden hepsi cıvıl cıvıl, uçuşup duran sülünlerle birlikte bir koşu tutturmuş giderken, Flush’ın aklına birden Regent’s Park ve onun yasaları düştü; köpekler zincire bağlanarak gezdirilmelidir.  Neredeydi bu ‘-melidir’ şimdi?  Park bekçileriyle copları neredeydi?  Yok olmuşlardı, köpek hırsızlarıyla yoz bir aristokrasinin Köpek Kulüpleriyle, Spanilyel Kulüpleriyle birlikte! (...) Koştu, nefes nefese koştu; postu parıldadı!  Gözleri ışıldadı. Bütün dünyayla dosttu şimdi. Bütün köpekler kardeşiydi. Bu yeni dünyada zincirlere gerek yoktu; korunması gerekmiyordu.”

İtalya’ya gelir gelmez değişen yalnız Flush değildir.  Eskiden hasta yatağına mahkûm Miss Barrett, Mrs.Browning olduktan sonra bambaşka bir insana dönüşmüş, gençleşmiş, tam sağlığına kavuşmuştur. İngiltere’nin tutucu geleneklerine sıkı sıkı bağlı hizmetçi Wilson bile bir değişime uğrar; dükün özel muhafız alayından yakışıklı bir ere âşık olur.

Ömrünün bu mutlu yıllarında, Flush iki kez biraz tedirgin olur. Birincisi Browning’lerin bir oğlunun dünyaya gelmesidir. Flush yemeden içmeden kesilir, ‘on beş gün derin bir melankoliye düşer.’ Zamanla, köpekle bebek arasında sevgi bağları kurulur. Flush’ı tedirgin eden ikinci neden, yaz aylarında yaşadıkları şehir Floransa’yı basan pirelerdir.  İngiltere’den getirilen çeşitli merhem ve tozlar fayda etmez. Sonunda Mr.Browning, çareyi Flush’ı kırpmakta bulur. O görkemli altınımsı tüyleri yok edilince kendini aynada gören Flush, rezil olduğunu, ne soy sopu, ne aristokratlığı kaldığını, bir hiçe dönüştüğünü anlar.

“Aynaya bakarak ‘şimdi neyim ben?’ diye düşündü.  Ve ayna bütün aynaların vahşice içtenliğiyle, ‘bir hiçsin.’ dedi.  Hiçti. .... Bir hiç olmak-  eninde sonunda dünya yüzündeki en hoşnutluk verici varoluş durumu bu değil midir? Bir daha baktı. Tüylerin birazı yakalık gibi boynunu sarmıştı. Kendini bir şey sananların rüküşlüğünün karikatürü olmak-  eh bu da başlı başına bir kariyer değil miydi?”

Bu küçük tedirginlikler dışında, Flush, Floransa’da mutluluk içinde uzun yıllar yaşadıktan ve iyice yaşlandıktan sonra öleceğini hisseder günün birinde. Sokaktan hemen kaçıp, soluk soluğa Mrs.Browning’in yanına gider. Bir iki dakika sonra, Mrs.Browning başını kitabından kaldırınca, Flush’ın öldüğünü görür.

Flush’ın biyografisi, genel biyografi türüne bir hiciv örneği olarak değerlendirilebilir.  Biyografinin konusunu oluşturan ‘değerli bir kişi’den bahsetmemesi, ele aldığı kişinin yaşam öyküsünü soy ağacından başlayarak şakadan bilimsel tavırlar takınarak sunması, bir yaşam öyküsünün o kişinin gerçeğini ne denli yansıttığını sorgulaması Virginia Woolf’a özgü yazış stilini ortaya koyar. Aynı zamanda feminist bakış açısından Viktorya Çağı yüksek sosyetesinin ikiyüzlülüğünü açıkça eleştirir. Lucia Bodrini’nin Flush adlı makalesinde belirttiği üzere, Flush’ı yazıya hazırlarken sadık hizmetçisi Lily Wilson hakkında tuttuğu altı sayfalık yaşam öyküsünü bu eserinde kullanmadığı halde onun üzerinde çalışmış olması bile, Virginia Woolf’un, o dönem için kalıpları kırdığının bir göstergesidir. Çünkü Virginia Woolf’a göre her kişilik silik de olsa incelenmeye değer tarihi bir kahramandır.

Gerçekte bu esprili ve mizahi anlatımın altında yatan Virginia Woolf’un toplumsal eleştirisi ne yazık ki gizli kalır. Okuyucu onu hafif ve zevkle okunan bir köpek öyküsü olarak değerlendirir.



13 Şubat, 2007



Kaynakça
Mina Urgan, Virginia Woolf, YKY, 2001
Craig Smith, Twentieth Century Literature, 2002
Lucia Boldrini, Goldsmiths College, ‘Flush’- The Literary Encyclopedia, 25 Oct, 2002
The Guardian, Tail of two cities, 14 July, 2001

Book Review, Books of the Times- by John Chamberlain, 5 Oct, l933  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder