Tarih ile edebiyatın ortak bir ürünü olarak ortaya çıkan tarihî romanlar, üstlendiği toplum mühendisliği misyonuyla tarihî bilgileri, belgelere boğulmuş kasvetli bir anlatımdan kurtararak okura sunma gayretinin ve geçmişi edebî açıdan yeniden inşa etme çabasının bir ürünüdür. Tarihî olayların insan açısından sonuçları üzerinde yoğunlaşan bu ürünler, okuru hayalî olarak geçmiş zaman yolculuğuna çıkarır ve hayal edemediği mekânlarda yaşanmış bazı gerçeklerle buluşturur
Bu eserler, yazıldığı dönemin pek çok açıdan çekilmiş
fotoğrafı durumundadır. Bu yönüyle edebî eserler, sözlü ve yazılı ürünler,
gelecek için tarihsel bir anlam yüklenir; geçmişle geleceği buluşturma
noktasında oynadığı rol bakımından büyük bir önem taşır. Tarih ile edebiyatın
buluştuğu kavşak noktası da burasıdır.
Tarih bilimi veya tarihçi, genelde insanlığın, özelde
toplumların geçmişte karşı karşıya kaldığı önemli olayları ayrıntısına girmeden
konu edinir. Edebiyat ise, daha çok tarihin anlatmadığı sıradan kişi ve
olaylarla, bunların bıraktığı izlerin ayrıntılarıyla ilgilenir.
Kültür kavramına giren her şey gibi, ulusların edebiyatı da
tarih boyunca bir miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılır. Bir milletin
geçmişteki varlığı, yani bugüne ulaşan izleri da pek çok yönüyle kendi
edebiyatına mal olmuş tarihidir. Tarih denilince biri “yaşanılan”, diğeri de
“yazılan” olmak üzere iki şeyin anlaşıldığını belirten Mehmet Kaplan’a göre
“yazılan tarih”, “yaşanılan tarih”in binde biri değildir.” Konusu ne olursa olsun tarih, yaşanmış bir
olayın gelişim ve oluşumunu bildiren o dönemden kalma hatıralardan, iz ve
eşyadan, yazılı belge ve kitaplardan öğrenilir. Buna göre “yaşanılan tarih”i
öğrenmemiz ancak “yazılan tarih” vasıtasıyla mümkün olabilmektedir (Kaplan,
1982).
Türk
romanında roman kahramanı olarak öğretmeni en çok kullanan edebiyat adamı
kimdir denilince akla hemen Reşat Nuri Güntekin gelir. Bu yüzdendir ki, kendisi
"öğretmenlerin romancısı" olarak anılmıştır. Onun romancılığı ve
romanlarındaki öğretmen tipleri üzerine bir hayli çalışma yapılmıştır.
Öğretmenler,
Türk romanında çoğunlukla idealist ve mücadeleci insanlar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Feride, idealize edilmiş bir öğretmen tipini sergilemektedir.
Gerek Meşrutiyet döneminde gerekse Cumhuriyet'in ilk yıllarında olsun,
ülkemizin ilköğretim sorunu çözememiş olması, eğitimden çok şey beklenmesi ve
sorumluluğun ilkokul öğretmenlerine yüklenmesi, dolayısıyla romancılarında
genellikle onları konu edinmesine yol açmıştır.
Bununla birlikte, Orhan Pamuk, Adalet Ağaoğlu gibi
çağdaş Türk romancıları da karakterlerini özellikle tarih öğretmenlerinden
seçmiştir.
Orhan Pamuk –
Sessiz Ev – Tarihçi Faruk
Faruk,
üniversitede çalışan bir tarih doçentidir. Romanda
Faruk'un üniversitedeki öğretim yaşantısından çok onun bir tarihçi olarak
geçmişi imgelemi ve zihninde yeniden inşası anlatılmaktadır. Bilim adamı olarak Gebze arşivindeki ferman, tapu
kayıtları, mahkeme sicillerinin sağladığı yaşanmış geçmiş hikâyelerle
"sisin arkasındaki kara parçasının" incelemektedir. Kendisinden önce
" mesleğini seven ve cumhuriyetin ilk yıllarına özgü o bürokratik
milliyetçilikle yanıp tutuşan bir lise tarih öğretmeni bunlara bir düzen
vermeye çalışmış, hatta kendi hayat hikâyesinden ve Gebze'nin tarihsel
yapılarıyla, ünlülerinden söz ettiği bir kitapçık yayımlamıştır. Bu bağlamda,
II. Meşrutiyet sonrası Darülfünun'un Edebiyat Şubesi Tarih bölümünden mezun
olan genç öğretmen adaylarının tarih öğretmeni oldukları yerin "yerel
tarihlerini" ve bazılarının kendi otobiyografilerini de yazma girişimi
içine girmeleri bir gerçektir.
Orhan
Pamuk, bu romanında bir bilim adamı olarak tarihçi ile geçmişten kalmış bir vesika
arasındaki ilişkiyi "yaşamışçasına" anlatır. Okuyucu, Osmanlı'nın ilk
dönemlerinde İzmit'in adının "İznikmit" olduğu gibi çok ayrıntı bilgi
ile bile satır aralarında bilgilendirilir. Faruk, arşivde okuduğu tarihi
metinlerdeki Şeriyye Sicilleri'ndeki kahramanlarla empatik bir ilişki kurar.
Faruk, bu haliyle Herbert Butterfield’in tarih hakkındaki görüşleri ile örtüşür:
" Sizler( tarihçiler), kişileri içerden
görmeden oynadığı rolü bir aktör gibi hissetmediğinizde onların düşünceleri
üzerine tekrar tekrar düşünmediğinizde, gözlemci rolünde değil de eylemi yapan
konumunda olmağınızda, hikâyeyi doğru anlatamazsınız.”
Adalet Ağaoğlu
- Romantik bir Viyana Yazı - Kâmil Kaya
Türk edebiyatında ele aldığı konular kadar, ele alış biçimi
ve roman tekniği bakımından seçkin ve öncü bir yere sahip olan Adalet
Ağaoğlu’nun Romantik Bir Viyana Yazı (2000) adlı romanı bu bağlamda
örnek bir eserdir. Adalet Ağaoğlu kendiyle çok acıtıcı bir hesaplaşmanın
sonucunda, kendi romanını kurmuş bir yazardır.
Ona göre, Türk romanıyla hesaplaşmanın yalnızca özle, anlattığıyla
ilgili bir yönü yoktur. Aynı zamanda
yazılış biçimiyle, kurgusu, biçemi, roman kişileri, topluca roman diliyle
ilgilidir. İnsana ve tarihe alaycı ve sorgulayıcı bir üslupla yaklaşırken
birçok soruyu cevapsız ve olay örgüsünün ucunu açık bırakır. Böylece hem anlatı kurgusuyla oynar, hem de
yazılı tarihin gerçeklik olgusunu soruşturmuş olur.
Romantik bir
Viyana Yazı’nda bir tarih öğretmeni, kentler, her yıl tekrarlanan
konular, öğretmenin anlattığı yerleri görme özlemi, anlatılanları dinleyen tip
tip öğrencilerle karşımıza çıkar Adalet Ağaoğlu. Romanı okudukça her tablo, her kişi, irdelenen
her kavram sizi tarihi sorgulamaya iterken tarihsel olaylarla biçimlenen
insanın “simgesel varlığını ” aramaya sürükleniyorsunuz.
Verilen
bilgilere göre, Kâmil Kaya 25 yaşında 1953 yılında göreve başlamıştır. Kendini
romantik bir tarih öğretmeni olarak tanımlar. Tarih anlatmanın yanı sıra
edebiyatla da ilgilenen biridir. Şiir yazmayı sever. Daha ilk dersinde Kâmil
Kaya'nın eş zamanlı bir tarih anlayışını benimsediği görülmektedir. Yani, bir
yandan Türklerin İslamiyet'e geçişlerini ve Osmanlı devletinin kuruluşunu
anlatırken, diğer yandan Avrupa'nın ve dünya'nın durumunu göz önüne
getirmektedir. Öğrencilerin bilmedikleri kavramları açıklamakta, edebiyat metinlerine
(şiirlere) göndermeler yapmaktadır.
Kâmil
Kaya: “ Avrupa haritasını göndermediler,” diye inleyen bir tarih öğretmenidir.
Tarihi görsel malzemeler ile öğretiminin önemini şu cümlelerle vurgular:
"
Yalnız haritalar mı kardeşler, elimizin altında şöyle bol bol gravür, resimler,
fotoğraflar falan olmalı. Mısır dedik mi Allahım, ben size Firavun mezarlarını,
Bizans dedik mi Ayasofya'yı her yanıyla gösterebilmeliyim. Selçuklu deyince
köprüleri, kervansarayları... Bakın işte, tarih kitabınızda Selçuklu
İmparatorluğu diye bir şey çizilmiştir, ancak koskoca imparatorluk neyle
çevrili, bu yok. Bir iki nehir, bir iki göl resm edilmiş, o kadar. Bunlar
dışında ne yaylalardan, ne dağlardan haber var. Bilhassa komşular, hiç. Ne
yazıyor şurada okunmuyor bile. İmparatorluk diye gözümüzde canlanan mücerret,
yani soyut kocaman bir boşluk. Bu imparatorluğun hiç mi bölgeleri, şehirleri
yoktur. İsfahan nerede biter, Hamedan nerede başlar, değil mi ya?..."
Kâmil
Kaya'nın bu cümleleri o günün tarih öğretmenlerinin tarih kitaplarındaki
resimlerin ve haritaların ilkelliği hakkındaki şikâyetlerine tercüman olur.
Kâmil Kaya harita yokluğunun bir çaresini bulmuştur. Tahtaya bölgenin
haritasını eliyle çizer ve öğrencilerden düşleriyle bu çizgilerin içlerini
doldurmasını ister. Kâmil Bey, yerel
tarihten yola çıkarak ülke ve dünya tarihini anlatan bir öğretmendir. Bu konuda
kendini şöyle ifade eder:
"
Ayıp ayıp insan doğduğu, hem de doyduğu yerin
tarihini
bilmezse ne memleketin ne dünyanın tarihini bilebilir?"
Kâmil
Bey, tarihi, coğrafya ve edebiyat ile ilişki kurarak işler. Kastamonu Lisesi II. sınıf öğrencilere kentin
tarihini sorarak, önce kentin müze ve tarihi yerleri gibi yaşadıkları topraklar
ile ilgilenmelerini sağlar. Ona göre
tarihle insan hayatı birbirine benzer.
Onun için, insan hayatını en iyi anlatan, açığa çıkaran edebiyatla
toplumların hayatın aydınlatan tarih arasında sıkı bir bağ olduğunu
düşünür.
Önümüzde
sürekli akan, değişen bir hayat vardır.
Tarihte ise hep olduğu gibi duran bir geçmiş tarih… Ve biz tarihi
yorumlarken hep şimdinin bakış açısıyla bakıyoruz. Bu bakış açısı bizi köreltir. Tarihe akıp geçen, değişen bugünün aynasından
bakmalıyız. Çünkü tarih, sanıldığı gibi
ölü değildir. Canlı bir şeydir. Sanki
bir insanı anlatır gibi, tarihin anlatılması gerektiğine inanır. Çünkü insanlar tarafından yapılmıştır. (s.90-91)
Kâmil Kaya resmî tarihten çok özel hayatlar
arkasında koşar. İnsanlığın ortak bilincinin uyanması için tarihe tek yanlı
değil çift yanlı bakılması gerektiğine inanır.
“Viyana kapısı dedik mi,yeniçerilerin tak tak
vuran şahdamarı da,Viyana kalesi içinde sersefil yatan gariplerin küt küt atan
yürecikleri de… genç kızların yarım kalmış çehiz kanaviçeleri,bağ bozumlarında
damağa vuran şıranın tadı,savaş tarlalarında açan kiraz ağaçlarının çiçekleri
de akılda olmalıdır. ”
İlk
öğrencilerinden Yusuf’un halası, Kâmil Öğretmen’in şiirlerini radyodan dinledikten sonra
Kamil Öğretmen’e, “Hayalci Hoca” lakabını takar. Bütün öğretmenliği boyunca
lakabı değişmez. Kâmil Öğretmen lakabından dolayı
rahatsız olmaz. Çünkü “hayalsiz tarihin olmayacağını” söyler. Ona göre tarih
ezberlemektense, o tarihi ete kemiğe büründürmeliyiz.
“Ey tarih, ey tarih, seni tarih
kitaplarından, tarih öğretmenlerinden çok, o tarihi yaşayanların taşa, kâğıda,
kile, tuğlaya, boyaya, çizgiye döktüklerinden sorsunlar. Konakladıkları hanlardan, içinde yıkandıkları
ırmaklardan ve hamamlardan, yedikleri kaplardan, içtikleri kâselerden, giyip
çıkardıklarından sorsunlar. Araç ve
gereçlerden, onları ne biçimde kullandıklarından ve kadınların elişlerinden
sorsunlar; yaktıkları kandillerden, baş koydukları yastıklardan, döktükleri
gözyaşlarından sorsunlar…”
Hayatla
edebiyat arasında sık bir bağ vardır.
Örneğin hayal-düş-rüya-ütopoya üstüne soru sormalarını ister
öğrencilerinden. Bu soruyu yanıtlamak
için edebiyattan, resimden ve hayattan örnek vermelerini ister. Tarihi insan
hayatlarıyla düşünmek, onların sevinçleri, kederleriyle hayal etmek onu
heyecanlandırır. Bir imparatorluğun kuruluşu, çöküşü ya da savaşları, saraylar,
kaleler, deniz savaşları gözünde bütün bu olaylar olurken insanların yiyip
içtikleri, yatıp kalktıkları halleriyle canlandır. Düğünleri, cenazeleri, insan ilişkileriyle…
Kraliçe Elizabet, der demez örneğin, yanından biri ipek etekliğinin hışırtıları
ve hatta birazcık koltukaltlarının ter kokusuyla geçiverir.
Kâmil Öğretmen, atandığı illerdeki ilk
dersinde, o ilin tarihini anlatır. Böylece kitap bazı illerin tarihini
öğrenmemizi sağlar. Kastamonu ilinin tarihini anlatırken, bir yandan da bizim
şapka devrimini öğreniriz. Kırşeşhir’e tayin olduğunda, öğrencilere kentin bir
zamanlar adının Gülşehri de denilmiş olduğunu öğreniriz. (Kim bilir, ya gülleri boldu, ya insanlar
böylece bir özlemlerini dile getirmek istedi.
Yüzü gülen, güllerle bezeli bir şehir hayal ettiler belki. ) Böylece öğrencilere bir ad için bile birkaç
türlü olasılık olduğunu göstermiş olur.
Kâmil Öğretmen Kütahya’dan ayrılırken
Kütahya kent haritasını çizip sınıfına hediye eder. Kent kütüphanesinin
rengini, keder ve yalnızlık rengi olan griye boyar. Öğrencilerini kütüphaneye
gitmeleri için teşvik eder. Kütahya’daki son dersinde Asaf isimli öğrencisi, su
kabağı üstüne yerküreyi işleyip getirir. Kamil Öğretmen bu duruma çok
duygulanır.
Öğrencilerine
sorduğu en can alıcı sorulardan biri tarihin ne için öğrenildiğidir. Tarihe kendisini o kadar adamıştır ki, gündüz
anlattığı tarihi gece hayal etmeden uyumadığını şu sözleriyle anlatır:
“Geceleri yatağımda gözlerimi kapıyor, gündüzleri size anlattığım olayları
asıl o zaman anlamlandırabiliyorum. Çünkü bu imparatorluğun kuruluşu, çöküşü ya
da bilmem ne savaşı, saraylar, kaleler, deniz muharebeleri gözümde bütün bu
olaylar olurken insanların yiyip içtikleri, yatıp kalktıkları halleriyle
canlanıyor. Düğünleri, cenazeleri, insan ilişkileriyle… Kraliçe Elizabeth der
demez mesela, yanımdan biri ipek etekliğinin hışırtılarıyla geçiveriyor…
Gözümüzde canlandırmazsak, onu duymazsak tarihi nasıl anlayıp
anlamlandıracağız? Kuru kuruya filan savaş şu tarihte başladı, şu tarihte
bitti, demekle olur mu?”
Kâmil Öğretmen yirmi yıl aradan sonra
ikinci kez Kütahya’ya tayin olur. Şimdi
elliyle altmış yaşları arasında, yaşamının orta durağındadır. Kastomonu’dan Kütahya’ya yirmi yıl aradan
sonra yaptığı bu ikinci yolculuk onun hayatının bir olgusu olarak kendi şahsi
tarihine geçecektir.
Kâmil Öğretmen meslek hayatı boyunca
hemen hemen hep aynı tarihi olayları hep aynı biçimde anlattığının sıkıntısı
yaşar. Kentte kente sürülür,
öğretmenlikten atılır, çıkan af yasası
ile tekrar öğretmenliğe döner, zaman içinde öğrencileri değişir ama o
mesleğinde hep aynı konuları tekrar tekrar işlemektedir. Oysa hayalinde o anlattığı yerleri görme özlemiyle yanıp
tutuşur.
Ayrıca barok
dönemin müziğine, resmine özel bir merakı vardır. Barok kentler, o tuhaf tantanalı hayatlar
ilgisini çeker. Viyana’ya hep gitmek istemiş, ancak öğretmenliği devam ettiği
süre içerisinde gidememiştir. İçinde
kopan, şiddetli bir fırtına, bir depremdir sanki. Ansızın kendini görür. Otuz yedi yıldır Bizans, Venedik,
Avusturya-Macaristan, Roma-Cermen, Hotin-Budin, Viyana yine Viyana diye anlatıp
duran, kafasından sürekli kaleler, kuleler, kiliseler, katedraller, saraylar,
nehirler ve denizler geçen, ama benliğini kuşatan sınırların üç adım ötesine
geçememiş olan kendini görür. (s.105) Bu özlemini şu sözleriyle dile getirir:
“ Viyana… Oralara gitmeliyim, elimi
saray duvarlarına sürmeliyim, eski alanlarda durmalı, daracık taş döşeli
sokaklarında gezinmeliyim. Çok ayıbıma gidiyor, bir tarih öğretmeni kırk yıl
aynı kentlerin, yolların, ülkelerin serüvenini anlatsın da, oralara ayak
basmasın!”
Öğretmenliği
boyunca haritaları eliyle çizmiştir. Yunus isimli bir öğrencisi Kamil
Öğretmen’e harita çizme işinde çok yardım etmiştir. Bakanlıktan materyal
(harita, yerküre vb.) istemekten asla bıkmamış, bakanlık her seferinde bu isteklerini
yerine getireceklerini söylemiş, ancak hiçbir zaman Kamil Öğretmen’in
isteklerini yerine getirmemiştir.
Otuz yıl
öğretmenliğinden sonra, öğrencilerine bir şeyler veremediğini düşünmeye başlar.
Yıllar içinde oluşan bir kültürel aşınma vardır. Gençlerin dünyası da değişmiştir. Şimdiki öğrencileri anlattıklarını hayal
dünyasından dinlerken, o da gençleri anlamakta zorlanır. Artık yaşamının bu dönemini kapamak zorundadır.
Okuttuğu derslerin kentlerini gezmeyi hep arzulamıştır. Bu arzusunu Venedik, Floransa, Milano ve
İstanbul olarak düzenlenen bir tura katılmakla gerçekleştirir. Böylece yıllarca anlattığı, hayalini kurduğu
kentleri de görebilecektir. Gezide her
şeyi daha iyi görür. Çağları, imparatorlukları, Haçlı Seferleri’ni, kuşatılan
kentleri, insan ruhlarını, alınan kaleleri, yıkılan kuleleri, kurulan
cumhuriyetleri… Kafka’yı da daha iyi görür, Milena’yı da. Garları, taşra istasyonlarını, vilayetleri,
parçalanışları, dağılışları, bozgunları, kendini daha iyi görür.
Gezi boyunca
tarihin kokusunu arar. Kentlerin
duvarlarında o duvarları ağır taşlarla ören işçileri, kireç kuyularına düşmüş
amelelerin hatırasını arar. Tarih
savaşlarında yaralananları, ölenleri,
iktidar hırsı ile boğdurulan sultanların izini arar. Tarihe tekil insan
açısından yaklaşarak onda kaybolmuş kan ve gözyaşı "kokusunu" arar
ama bulamaz. Çünkü tarihin kokusu yoktur. Tarihin gölgesinde kalmış küçük, tekil
acıların tarih tarafından yutulduğunu söyler. Üstelik bu acıların üstünün
kapatıldığını, tarihin bu tortuları yok ettiğini, böyle olunca da sahiliğini
yitirdiğini; romantik ile roman-tik'in hayal gücü ve yazı aracılığıyla el ele
vererek tarihi yeniden keşfetmemiz gerektiğini ima eder.
Ağaoğlu
için, tarihin kokusuzluğunu yani duyarsızlığını ya da insansızlığını
sürdürdüğü, edebiyat ve romanın gitgide insana iyice yabancılaştığından
yakınır. Edebiyatı çıkış yolu olarak
görür.
Bu duruma işaret eden anlatıcı- yazar, "roman öldü" fikri için ise şöyle der:
Bu duruma işaret eden anlatıcı- yazar, "roman öldü" fikri için ise şöyle der:
“Bir de roman öldü, diyorlar. Ölmek kolay mı? Roman, arkasında kocaman ayısı, küçücük merkebi, elinde defiyle ortalıkta dolanıp durmakta, çalıp oynamaktadır… Olsa olsa ne olmuş olabilir? Eskilerin enine boyuna, ağırsıklet "tik" romanları, bir yanda zurna-tef, öte yanda çeşit çeşit cinayet girişimciliğinin yol açtığı yırtıcı çığlıklar, bela ve şeytan kovucu tam tam, zom zom'lar nedeniyle 'stres olup' 'tike yakalanmış,' roman-tik bir hal almıştır." (s. 231)
Yazar, romanın öğretmen karakteri Kâmil Kaya aracılığıyla yerel
tarihin önemini kavratmaya çalışır. Öğretmen, romanda yerel tarihten yola
çıkarak ülke ve dünya tarihini anlatırken, çocukların ve gençlerin ayaklarının
bastığı yörelerinin tarihini mutlaka bilmeleri gerektiğini vurgular. Adalet
Ağaoğlu romanını bu görüş üzerine temellendirir. Olaylar hayalden somuta, anlatıdan
yaşanmışlığa, romandan hayata doğru bir akış içinde anlatılır. Yazarın yazma süreci de üst kurmaca olarak
romanın hayat yanını oluşturur. Yazılan
metin yani yazarın yazdıkları Romantik
bir Viyana Yazı”nın kurgu yanını oluşturur.
Başlangıçta birbirinden
ayrı yürüyen bu çizgiler yazarın Viyana’da kır kahvesinde öğrencisi Asaf’la
karşılaşmasından sonra (IV.bölüm,Hayatın Kumarı) birbirine geçer ve artık roman
ile hayatın ayrılığından söz etmek imkânsız olur.
Romantik bir Viyana Yazı, hayatın, tarihin ve roman sanatının
sorgulandığı bir roman olarak okuru sarsarken hayatın zenginliğini öne çıkarır. Deneyci,
arayış bir yaklaşımla yazarın romanını yazmaya çalışırken (ba-rok oh-huhh ile
başlayan çarpıcı cümleleri ile roman yazmanın sancısı vurgulanır. Yazar bu
tıkanıklığı ancak hayatın içinde giderecektir. “Hayatın Kumarı” başlığını taşıyan bölümde
hayatın bir kumar olduğu görüşü sıkça vurgulanır. Bir kumar olduğu için ne
zaman ne getireceği belli olmayan hayat daima romandan zengindir.
Hayatta her şey dağınık
ve kopuk bir biçimde bulunur ; romansa sonucu ve bağlamları çoktan
belirlenmiş bir kompozisyondur. Onda her
şey daha başlangıçtan belli bir sonuç için seçmeci bir tavırla düzenlenmiştir.
Romanın hayattan en büyük
farkı bu seçmeci tavrıdır.
Adalet Ağaoğlu bir
söyleşisinde romana bakış açısını şöyle açıklar :
“Roman (oyun da), zamanın tek çizgide aktığı, tek fikir, tek izlekle kurulamaz. Ya da şöyle söyleyeyim : Geldiğimiz bilinç düzeyi toplumsal bilnci aşar, onunla çatışır. O zaman birçok izlek birbirinde birbiriyle yankılanarak yer alır. Böyle olunca di ive tekniği de değişkenleriyle bulmak zorunda kalıyorsunuz. Aslolan, bundan kaçınmamak. Böylece, bir kere « roman yazmakla yetersiz görünen » Türkçenin, sanıldılğlından olanaklı bulunduğunu öğreniyorsunuz. Önerilebilir teknikler, deyiş biçimleri buluyor, hatta bunların benimsendiğine tanık oluyorsunuz. Çokseslilik sağlıyorsunuz. Anlatıyı geldi-gitti’nin, mıştı-mişti’nin ilkel, tekdüze, tektelli halinden kurtarabiliyorsunuz."
Adalet Ağaoğlu yaşamdan
yola çıkıp, tarihteki değişik dönemdeki çağları metinlerarası göndermelerle örüyor. Yazara göre tarih çözemediğimiz bir
bilmecedir ve bu bilmecenin gerisinde yatan gerçeğin bulunmasına ancak değişik
bakış açılarıyla bakarak erişebiliriz.
Simgesel alan, bir düş alanıdır.
Her tarih çalışması altta örgü dokusuyla üste metinsel okuma içerisinde,
bir uç yerini bir başka bir uca bırakmasıyla, okurun tarihe değişik açılardan bakması
sağlanır. Bu çaba, yaşamla tarihin,
düşle gerçeğin birbirine karışmasıdır. Bir araya getirilen farklı
tarihsel dönemler düz bir tarih düşüncesini siler, böylece çok boyutlu bir
tarih düşüncesine erişilir.
Adalet Ağoğlu romandan yaşanmışlığa, düşten gerçeğe,doğu
kültüründen batı kültürüne gelgitlerle bir anlatı evreni oluşturuyor. Francoise
Giroud’un eseri "Alma Mahler ve Sevme Sanatı"ndan
Graham Greene’in " Üçüncü Adam" filmine, Kafka’dan Milena’ya, Stefan Zweig’den
Wergel’e, Gustav Klimp’ten Cannetti’ye, Gottfried Benn’den Burghard’a,
Strauss’a metinlerarası göndermelerle bir okuma yolculuğu sunuyor. Yazarın da ifade ettiği gibi, " Bazı
yolculuklar böyledir. Bizi büyüler ve
sınırın " öte yanı"na, orbidin dışına kadar sürer gider ; ondan
sonra da artık hep sürer. "
Raşel Rakella Asal
20 Kasım 2013
Kaynakça
1. Dilek Yalçın-Çelik, Yeni
Tarihselcilik Kuramı ve Türk Edebiyatında Postmodern Tarih Romanları, Akçağ
yayınları, Ankara 2005
2. Semih Gümüş, Yazının ve
Tarihin Bilinci, Can yayınları, Eylül 2012
3. Nazan Bekiroğlu- Romantik Bir
Viyana Yazı –www.kadinlarkulubu.com
4. Mustafa Zeki Çıraklı –
Romantik ya da Roman-tik: Adalet Ağaoğlu’nun Bir Viyana Yazı’nda çok katmanlı
anlatım, Tarih ve İroni - mzekicirakli.blogspot.com/2008/.../romantik-ya-da-roman-tik-adalet.htm
5. Yrd. Doç. Dr. Kemal Erol - Tarih - Edebiyat İlişkisi ve Tarihî
Romanların Tarih Öğretimine Katkısı (jllesite.org/sayilar/1(2)/erol.pdf
6. Bahri Ata
- Türk romanında tarih öğretmeni tipolojisi –www.egitim.aku.edu.tr/bata07.htm
8.
Anların Uzun Soluklu Yazarı, Adalet Ağaoğlu, Tuyap İstanbul Kitap Fuarı, TÜYAP
yayını, 1994 – Hazırlayan Alpay Kabacalı
9.
Adalet Ağaoğlu, Romantik bir Viyana Yazı, İş Bankası Yayınları, 2007, l4. baskı
kutluyorum.
YanıtlaSilbloğunuzu yeni keşfettim. okuduğum çalışmalarınız çok etkileyici. hepsini okumayı düşünüyorum.
ayrıca kitaplarınızın olduğunu da öğrendim. sanırım edineceğim.
mutlu yıllar diliyorum.