28 Aralık 2013 Cumartesi

Sessizlikten Gelen Bilgelik - Dağın Sesi -



Stanley Kubrick’in  Gözleri Tamamen Kapalı filminde Dr. Bill Harford (Tom Cruise) New York’un ıssız sokaklarında dolaşır. Etrafındaki her şey ona cinselliği çağrıştırır. Gece sokakta eski bir hastasının kızıyla karşılaşır. Üvey babası gibi gözüken adam kızını pazarlamaktadır. Başka biri onu evine götürür ve evde genç bir fahişeyle eğlenen adamları görür. Başka bir gece, Nick Nightingale adındaki bir arkadaşının piyano çaldığı gece kulübüne gittiğinde ise gizli bir seks grubunun var olduğunu öğrenir. Her şey cinsel bir dünyaya aittir. Seyirci bir an şüpheye düşer. Bu görüntüler gerçek midir, yoksa bunlar bir rüya mıdır? Yasunari Kavabata’nın romanı Dağın Sesi’nde Ogata Şingo ile Bill Harford arasında bir benzerlik var. Bir farkla. Bill Harford her şeyi cinselliğe ilişkilendirirken Ogata Şingo’nun gözlemlediği dünya ona ölümü çağrıştırır. Şingo ölüme yaklaştıkça çok uzaklardaki dağın sesini duymaya başlar. Bu ses ona kendi yaklaşan ölümünü, yaşamını ve hayal kırıklarını sorgulamaya götürür. Yasunari Kavabata yaşlandıkça giderek daha fazla yalnızlaşan bir adamın ve onun ailesi (karısı, gelini, oğlu, kızı ve torunları) etrafında yaşlılığın güçlüklerine, unutmaya ve hatırlamaya, ölmeye ve yaşamaya dair bir roman oluşturmuş.
Kavabata gibi savaşı yakından tanımış bir yazar olarak önce yaşadıklarıyla hesaplaşıyor. Bunun için içtenlik, dürüstlük gerekiyor. Önce kendine, sonra ailesine, topluma, çağına karşı sorumluluk duygusu taşıyarak kendiyle hesaplaşıyor. Sorumluluk duygusu ile yaşadıklarını okuru ile paylaşmak onun yazma eyleminin çıkış noktası oluyor.
1949’da yazmaya başladığı ve 1954’te bitirdiği Dağın Sesi’nde, doğa-insan ilişkisi yüklü biçimde karşımıza çıkıyor. Her bölüm bizi ya geceyle ya da gündüzle, baharla ya da kışla, sonbahar ve kışla tanıştırıyor. Ölüm simgesi olarak sonbaharın kullanımı evrenseldir. Sonbaharda solan ve geçip giden şeylerin acı kokusu yayılır. Doğanın üstünde hülyalı bir şekilde gülümseyen hiçbir bulut yoktur; güneş de görünmez ortalıkta ve neredeyse varlığından şüpheye düşer insan. Yakında kış gelecek; ölüm, doğayı pençesine alacak, hepsi yok olacaktır.
Sonbaharın ölümü çağrıştırdığı her edebiyat yapıtında görürüz. Ama beyaz rengin ölümü simgelemesinde Kavabata’nın olağanüstü yaratıcılığı devreye giriyor. Onun yapıtlarını incelerken ürettiği imgelerle ürettiği metin birbirlerini besler. Kavabata’nın anlatım dili metafora, simgelere dayalı bir dildir.  Zengin anlam yüklü, imalı sözlere dayalı bir metin oluşturur.
Metinde kar ve böcek sürülerinin beyaz çiçeklerle dikili tarlardaki beyaz görüntüsü yine ölümü çağrıştırır. Ölüm temasını işlerken arkadaşların cenaze törenleri, ölülerle görülen rüyalar, savaş sonrası yaşanan acılar, savaş dulları, intiharlar, kürtajlar metin boyunca birbirlerine geçerek örülürler. Yıkılan evler, sönen ocaklar, dağları aşarak savaş ateşinden kaçan insanlar… Hepsi birer ölüm yolculuğudur. Savaş anıları belleğine batan kıymıktır.
Roman Ogata ailesi etrafında yaşlanmakta olan aile reisi Şingo’nun bakış açısından gelişir. Şingo 62 yaşında, emekliliğine yaklaşmış Tokyo’da çalışan bir iş adamıdır. Henüz yaşlı sayılmayacak bir yaşta ise de gelip geçici unutkanlıklar yaşar. Bir gün ofise gitmek için hazırlanırken kravatını yanlış bağladığını hisseder. Bir ucunu parmağına yavaşça ve beceriksizce dolayıp ilmikten geçirmeye çalışır, ama ortaya tuhaf bir yumru çıkar. Kırk yıllık ofis kariyeri boyunca her gün tekrarladığı bir işlemi o sabah neden durup dururken unutuvermiştir? Yüzünde korku ve umutsuzluk belirir.  Sabahları, onu rahatsız eden ve kaygılandıran, anlam veremediği acayip rüyalarla uyanır. Geceleri genç yaşta kaybettiği güzel karısı, ölen arkadaşları rüyalarına girmeye başlar. Şingo okul arkadaşlarının cenazelerine gider. Cenazeler Şingo’nun her yıl dünyada daha yalnızlaştığının kanıtı gibidir. Yaşlanan her insan gibi bilip tanıdığı dünyanın yavaş yavaş öldüğünü hisseder. Geceleri acayip, “rüzgâr gibi” bir sesle uyanır…


“Kamakura’nın bu dağlık, ücra bölgesinde geceleri bazen denizin sesi duyulabiliyordu. Şingo belki de denizin sesini duyduğunu düşündü. Ama hayır, dağın sesiydi. Rüzgâr gibiydi, uzaktan geliyordu ama yer gürlemesi gibi derindendi. Şingo kulaklarının çınlıyor olabileceğini düşünerek başını salladı (…) Kendini sakince ve kararlılıkla sorgulamak, duyduğunun rüzgârın sesi mi, denizin sesi mi, yoksa kulak çınlaması mı olduğunu bilmek istedi. Ama duyduğunun bunların sesi olmadığına emindi. Dağın sesini duymuştu.”

Bu sesi Şingo hayra alamet olmayan, ölümü çağrıştıran uğursuz bir ses olarak algılar. Şingo günlük yaşantısını değiştirmez. Ondaki değişim etrafını gözlemekte olur. Başka bir gözle olup bitenlere bakar. Bir yığın resim gelir önüne. Dağ gibi büyüyen, bir dağ gibi kocamanlaşan, üst üste yığılmış resimler gelir. Nasıl olsa öleceğine göre, bir şeyler yapmak daha iyidir.  Ölüm boş bir şeydir, ölümü beklemek, oturup beklemek, boş bir iştir. Yıllarca sevgi sözü ile ölüm sözünü yan yana getirip durmuş. Öğrendikleriyle, söyledikleriyle, ölümün sevilecek, sevilebilecek bir şey olduğunu düşünmeye çalışır gibi davranmıştı.  Oysa şimdi, yanıldığını düşünür… Ölüme karşı çarpışmak gereklidir.

O halde, her gün yeniden bir şeyler yapabilmeli, her gün yeniden kurmalı, düzeltmeli dünyasını, her gün yeni bir şey katmalı ki yaşamına, ölüm payı artacak yerde eksilir gibi olsun, dağılsın, parçalansın. Yaşayışını kolaylaştıran kendi alışkanlıklarının yanında kendi getirdiği değişiklik de olsun.  Bir denge içinde, yaşadığını, sürüklenmediğini anlasın, anlayacak hale gelebilsin… Şingo içinde hem yalnızlığın ürpertisini, insan sıcaklığına duyduğu özlemi hisseder. Tuhaf buluyor bu halini Şingo.

Şingo’nun karısıyla ilişkisi ise tamamen uzak ve bulanıktır. Çok horladığı için karısından tiksinir, yanında uyuyamaz onun. “Bu gece keyifsizdi. Işığı açıp karısına profilden baktı ve onun boğazına yapıştı. Karısı biraz terlemişti. Şingo karısına sadece horladığında dokunuyordu. Bu durum çok keyfini kaçırmış gibiydi.”

Yakışıklı oğlu, evde güzel karısını bırakıp metresine gitmekte sakınca görmez.  Şingo çocuklarının başarısız evliliklerinden kendini sorumlu tutar, ebeveynlerin başarılarının, çocuklarının evliliklerinin başarılı olup olmamasıyla ölçülebileceğini düşünür. Ne yazık ki bu konuda başarılı olamamıştır. Bir baba, çocuklarının mutsuzluğundan ne kadar sorumludur? Şingo bu soruyu birkaç kez sorar. Şingo düşündükçe anlamaya başlar. Ne çocuklarıyla ilgili bir baba, ne de sevgi dolu bir eş olabilmiştir karısına. Özellikle çocuklarının mutsuz evlilikler yapmış olmalarında kendini sorumlu tutar. Ne var ki, aile içindeki sorunları görmekle birlikte, eli kolu bağlanmış hisseder kendini. Olayların akışını değiştiremez.

Şingo’nun boşanmış ve aileye iki çocuğuyla geri dönen kızı da güzel sayılabilecek bir kadın değildir; üstelik huysuzun biridir. Şingo kızı, karısı ve kızına benzeyen torunlarından yola çıkarak üç nesle yayılan bir çirkinlik olarak algılar onları. Karısı  öz kızları Fusako’ya iyi davranmadığından yakınır. Onun favorileri oğlu Şuiçi ve gelini Kikuko’dur.

Bu arada geliniyle ilişkisi de son derece gizemlidir Şingo’nun.  Ailede en iyi anlaştığı kişidir gelini. Çünkü Şingo gelinini, ilk eşine benzetir; gelinine yakınlığının altında yatan bir neden de budur. Onu eski karısına yakınlaştırır, hem güzelliğiyle hem de varlığıyla. İlk eşi şimdiki karısının kızkardeşidir.  Güzel karısını çok sevmiştir. Onun genç yaşta ölümünden sonra aileye destek olmak için kendisinden bir yaş büyük baldızı gelmiş,  sonradan onun ikinci eşi olmuştur. Kadının bir yaş büyük olduğunu ve çirkinliğini birçok kereler tekrarlar Şingo. Oysa Şingo gençliğinde çok yakışıklı bir adamdır, ölen ilk karısı da zarif ve güzel bir kadındır. Birbirlerine yakışan ve anlaşan bir çifttirler. Onun ani ölümüyle Şingo’nun hayatındaki uyum da bitmiştir.

Gelini Kikuku masumiyeti, gençliği ve güzelliği temsil eder. Geleneksel Japon kadını ve onun duru güzelliği ile özdeşleştirerek ırkının bir temsilcisi durumuna gelir. Kendisi gibi sabah çok erken saatlerde kalkan,(s.141-144) ev halkı uyurken başbaşa vakit geçirdiği gelini ile neşeyle ağaçlardan, komşu bahçedeki ayçiçeklerinden, fırtınadan ve dağlardan söz ederler. Gençliğinde bakmaya fırsat bulamadığı şeylere ancak şimdi bakıyor gibidir. Bu yaşam portresi içinde geliniyle Şingo arasında olağandışı bir yakınlık başlar. Asla sözcüklere dökülen bir aşk ya da cinselliğe dökülen fiziksel bir yakınlık değil, sadece birbirlerinde huzur bulan iki insan olarak görüyoruz onları.

Şingo’ya göre evlilik, bataklığa benzer; “partnerlerin kabahatlerini yutan koca bir bataklık.” Aile yapısı olarak neredeyse toplumun her katmanından, her kentte yaşayan ve karşımıza sıklıkla çıkabilecek insanlardır bunlar. Her insanın kendi ailesinden izler bulacağı bir aile yapısı. Birbirlerini kabul etmiş, birbirlerine kızmış ama sevmiş, kavga etmiş ama yine sevmiş… Kısaca birbirlerini her koşulda kabul etmiş bir bütünlük oluşturuyorlar. Kalıpları farklı olsa da, kadınlıkları, evlatlıkları, kardeşlikleri farklı olsa da. Aralarında iletişim kopukluğu olsa da. Bir aile olarak hep birlikte aynı evde yaşamanın zorlukları seriliyor ortaya. Birbirlerinden farklı olan bu insanlar hep birlikte aralarında görünmez duvarlar örerek yaşıyorlar. Çocukların evlenmeleriyle çekirdek aile içinde başka ilişkiler ve başka duvarlar da örülmeye başlanıyor. Çocuklar kendi hayatlarını kurunca doğal olarak hayatlar ve öyküler de farklılaşıyor. Aile reisi Şingo sorgulamayı seven bir adam. Kendisine ve geçmişine bakarken olabildiğince dürüst olma çabasında. Bir tür kendini acıtacak olaylardan sakınmadan kendi kendini tartması, bir iç muhasebenin ifadesi gibi. Ardında bıraktığı yıllarla ilgili düşüncelerini toparlamak. İçinde patlayan bir şey var ama bunu sezdirmeme gayreti içinde.
Kavabata’nın Dağın Sesi’nde önümüze koyduğu kurgusal dünyada tam bir dram var. Bu dram ise sadece Şingo’ya değil, öbür aile bireylerine de ait. Özellikle aile içinde ortaya çıkan kamplaşmalar, fertler arasındaki iletişimsizlik, eski ve yeni gönül meseleleri… Kavabata böyle bir dramını verebilmek için kasırga metaforunu Şingo ve ailesi için kullanıyor.
Kavabata, Şingo’nun yaşadıklarını anlatırken simge kullanıyor. Özellikle doğayı ve doğada her ne varsa romanın içine katarak konuyu yan öğelerle besliyor. Doğa, ufka uzanan yeşil bir sonsuzluktur. Tepeler birbirinin sırtından göz kırpar. Güneş ve gölge oyunları ile derinleşir vadi. Tuhaf gölgeler, çelişkiler, ürpertilerle kaplıdır. Ağaçlar…Yaşlı, ulu, vakur, yüksek, gür ağaçlar. Zamandan da yaşlıdır ağaçlar. Derinlere salmışlardır köklerini.  Sadece, sadece gökyüzüne hedeflerler yolculuklarını, sağa sola savrulmaya. Gingkoda ağacına bakarak şöyle düşünür:

Bu gingkoda kiraz ağacında bulunmayan bir güç var” dedi. “Uzun yaşayan ağaçların diğerlerinden farklı olduklarını düşünüyorum.  Öyle yaşlı bir ağacın sonbaharda yaprak çıkarabilmesi için çok güçlü olması lazım herhalde.” “Ama hüzünlü bir tarafları da var.” (s.49)

Doğa yaşamın tamamlayıcı bir yüzüdür. O yok olup gitse de, yaşam bir yerlerde hep sürecektir. Ölümün ötesinde varlık sürmektedir. Atomlar olarak, atomaltı parçacıkları olarak. Bu açıdan bakıldığında ölüm evrendeki sonsuzluğun bir parçasıdır. İnsan türü sürdükçe bu böyledir. Öyleyse, ölüm hem sonluluk hem sonsuzluktur. Tüm bu doğaya ait öğelere baktıkça varoluşumuza teşekkür etmemiz gerekir.

Şingo’da yaşlanma ve yaşlılık üzerine gidip gelen düşünceleri onu kendi yaklaşmakta olan ölümünü yakından hissetmeye götürür; yaşamının bu devresinde ölüm ve ölümsüzlük önem kazanır.  Nasıl ki, daha soğuklar başlamadan çok önce, hayvanları bedeni birdenbire sıcacık bir kış kürkü ile kaplanıyorsa, yaşlılığın gelmek üzere olduğunu bildiren ilk belirtiler kendini gösterince, insan ruhu yeni bir koruyucu kılığa bürünür – manevi bir giysiyle, koruyucu bir kılıfla örtülür. Bu dönem manevi bir sarsıntı olarak ortaya çıkar. Ve tıpkı ergenlik dönemi gibi bir bunalım olarak görünür. İşte Şingo böyle bir dönem yaşamaktadır. Ölümüne yaklaştığını gördükçe ailesini koruma içgüdüsü gelişir. İyi bir dede olarak ailesi tarafından hatırlanmak ister.

Kavabata, Şingo’nun geçmiş hayatını, gördüğü rüyalar ve hayaller içinde geri dönüşler halinde verir. Hafızası gücünü yitirmeye başladığı için, hatırladığı bazı anıları analiz etmeye çalışırken gösterir Şingo’yu. Örneğin gençliğinde, dağın gürlediğini duyduğu bir ana döner, duymuş ya da duyduğunu sanmıştır fakat asıl önemli olan, o anın yarattığı duyguyu yeniden hissetmesi ve anlamasıdır. Günlük hayatının sıradanlığı içinde rüyaların uyandırıcı etkisini hisseder.

Geçen zamanı belli belirsiz doğadaki değişimlerle anlatmayı seçiyor. Bazen bahçedeki bir ağacın yapraklanışı, komşu bahçede açan ayçiçekleri, eylül başında beklenen fırtına gibi doğa olayları sayesinde ayların hatta yılların geçtiğini anlıyoruz.

Japonlar son derece sade, basit, yalın, mütevazı yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekâmül edememiş, hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle; evini mezat salonuna çevirmiş zavallı, diye eğlenirler.
Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olmasına acınılası bir durum olarak değerlendirirler. Kavabata’nın sanatında da Japon insanın yalınlığını buluyoruz. Kavabata’nın evreni sessiz bir dünya. Bu sessizlik bilgelikten geliyor. Az sözle çok şey söyleyen bir edebiyat dili ile karşılaşıyoruz. Cümle yapılarını zorlaştırarak ya da bazı kurgu oyunları yaparak veya bol bol yerli yersiz tasvirlerle yaslanmadan yalın bir edebiyat dili oluşturuyor. Yalın, içten ve akıcı söylemiyle sanki bir şey söylemiyormuşçasına anlatıyor. Bu anlatım romana öylesine bir içtenlik veriyor ki, parlak sözlerin yaratamayacağı etkiyi yaratıyor.

Yasunari Kavabata yapıtlarında ölümü güzelleştirmeye, doğa, insan ve boşluk arasında uyum kurmaya çalıştığını söyler. Ağaç dallarının ve yapraklarının kımıltılarını seçebilirsiniz. Çünkü yaşam hemen onların dibinde akıp gitmektedir. O hayatı doğayla buluşturan, insanı ise ölümle tanıştıran bir yazardır. 20. yüzyılın faşist dönemlerini, iki dünya savaşının insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini, insanların ruhsal dengelerini nasıl sarstığını, ahlaki değerlerin nasıl yıkıldığını gelişen tarihsel süreç içinde ele alır. Romanlarının alt katmanlarında savaşa yakılan ağıt kendini hissettirir. Yine bu yüzdendir ki karakterleri yaşamın acı yüzüyle savaşırlarken, zaman zaman sevinç, güzellik duygularını da yaşarlar. Bu güzellikler yaşanan anın mutlulukları olarak romanda dağınık yerlere serpiştirilmiştir. Kavabata’yı okurken “yaşasın hayat” diye bağırası gelir insanın; kendimizi unutup o anın sihrine tutsak ediliriz. 

1968 Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan yazar Kavabata, Japonya’nın en ileri gelen edebiyatçılarından. Romanlarıyla öne çıkan Kavabata’nın dünya çapında tanınması 1950’lere rastlıyor. Hayatı “insanın kapılıp sürüklendiği bir rüzgâr” olarak niteliyor Roman yaşlanan bir adamın ölüm üzerine sorgulamaları olarak okunabilir. Ama ölümden yola çıkarak ve onu izleyerek yolun sonunda ne var? Derseniz, yaşam var derim. Kavabata ölümden yola çıkarak yaşamı anlatıyor bize. Yaşama hissi ve varoluş duygusu etrafında gelişen bir öykü oluşturuyor. Yaşam eyleminin görkemini, hayatı; ölümlü olmanın; bir sonsuzlukla çevrili olduğumuz duygusunu veriyor. Bize bu duygunun saf, yoğun, görkemli hallerini veriyor, kısaca yaşamın kendisini veriyor. Sokağa fırlamak, insanları kucaklamak, yaşamın büyük bir talih olduğunu ve yaşamı sevdiğimizi haykırmak isteğiyle dolup taşıyorsunuz. Güzel bir müzik beliriyor içinizde.





Raşel Rakella Asal
28 Eylül, 2011

Kaynakça
Hayatın Aynası, Ali Bulunmaz, Cumhuriyet Kitap eki, 6 Ocak 2011
Yasunari Kavabata’nın “Dağın Sesi”, Belma Akçura, Vatankitap, 26 Kasım, 2010

Dağın Sesi – Asuman Kafaoğlu Büke, Yazın Sanatı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder