Stanley Kubrick’in Gözleri Tamamen Kapalı filminde Dr. Bill Harford (Tom Cruise) New York’un ıssız sokaklarında dolaşır. Etrafındaki her şey ona cinselliği çağrıştırır. Gece sokakta eski bir hastasının kızıyla karşılaşır. Üvey babası gibi gözüken adam kızını pazarlamaktadır. Başka biri onu evine götürür ve evde genç bir fahişeyle eğlenen adamları görür. Başka bir gece, Nick Nightingale adındaki bir arkadaşının piyano çaldığı gece kulübüne gittiğinde ise gizli bir seks grubunun var olduğunu öğrenir. Her şey cinsel bir dünyaya aittir. Seyirci bir an şüpheye düşer. Bu görüntüler gerçek midir, yoksa bunlar bir rüya mıdır? Yasunari Kavabata’nın romanı Dağın Sesi’nde Ogata Şingo ile Bill Harford arasında bir benzerlik var. Bir farkla. Bill Harford her şeyi cinselliğe ilişkilendirirken Ogata Şingo’nun gözlemlediği dünya ona ölümü çağrıştırır. Şingo ölüme yaklaştıkça çok uzaklardaki dağın sesini duymaya başlar. Bu ses ona kendi yaklaşan ölümünü, yaşamını ve hayal kırıklarını sorgulamaya götürür. Yasunari Kavabata yaşlandıkça giderek daha fazla yalnızlaşan bir adamın ve onun ailesi (karısı, gelini, oğlu, kızı ve torunları) etrafında yaşlılığın güçlüklerine, unutmaya ve hatırlamaya, ölmeye ve yaşamaya dair bir roman oluşturmuş.
Kavabata gibi savaşı yakından
tanımış bir yazar olarak önce yaşadıklarıyla hesaplaşıyor. Bunun için içtenlik,
dürüstlük gerekiyor. Önce kendine, sonra ailesine, topluma, çağına karşı
sorumluluk duygusu taşıyarak kendiyle hesaplaşıyor. Sorumluluk duygusu ile
yaşadıklarını okuru ile paylaşmak onun yazma eyleminin çıkış noktası oluyor.
1949’da yazmaya başladığı ve 1954’te bitirdiği Dağın
Sesi’nde, doğa-insan ilişkisi yüklü biçimde karşımıza çıkıyor. Her
bölüm bizi ya geceyle ya da gündüzle, baharla ya da kışla, sonbahar ve kışla
tanıştırıyor. Ölüm simgesi olarak sonbaharın kullanımı evrenseldir. Sonbaharda
solan ve geçip giden şeylerin acı kokusu yayılır. Doğanın üstünde hülyalı bir
şekilde gülümseyen hiçbir bulut yoktur; güneş de görünmez ortalıkta ve neredeyse
varlığından şüpheye düşer insan. Yakında kış gelecek; ölüm, doğayı pençesine
alacak, hepsi yok olacaktır.
Sonbaharın
ölümü çağrıştırdığı her edebiyat yapıtında görürüz. Ama beyaz rengin ölümü
simgelemesinde Kavabata’nın olağanüstü yaratıcılığı devreye giriyor. Onun yapıtlarını incelerken ürettiği imgelerle ürettiği metin
birbirlerini besler. Kavabata’nın anlatım dili metafora, simgelere dayalı bir
dildir. Zengin anlam yüklü, imalı
sözlere dayalı bir metin oluşturur.
Metinde
kar ve böcek sürülerinin beyaz çiçeklerle dikili tarlardaki beyaz görüntüsü
yine ölümü çağrıştırır. Ölüm temasını işlerken arkadaşların cenaze törenleri,
ölülerle görülen rüyalar, savaş sonrası yaşanan acılar, savaş dulları,
intiharlar, kürtajlar metin boyunca birbirlerine geçerek örülürler. Yıkılan
evler, sönen ocaklar, dağları aşarak savaş ateşinden kaçan insanlar… Hepsi
birer ölüm yolculuğudur. Savaş anıları belleğine batan kıymıktır.
Roman Ogata ailesi etrafında
yaşlanmakta olan aile reisi Şingo’nun bakış açısından gelişir. Şingo 62
yaşında, emekliliğine yaklaşmış Tokyo’da çalışan bir iş adamıdır. Henüz yaşlı
sayılmayacak bir yaşta ise de gelip geçici unutkanlıklar yaşar. Bir gün ofise
gitmek için hazırlanırken kravatını yanlış bağladığını hisseder. Bir ucunu
parmağına yavaşça ve beceriksizce dolayıp ilmikten geçirmeye çalışır, ama
ortaya tuhaf bir yumru çıkar. Kırk yıllık ofis kariyeri boyunca her gün
tekrarladığı bir işlemi o sabah neden durup dururken unutuvermiştir? Yüzünde
korku ve umutsuzluk belirir. Sabahları,
onu rahatsız eden ve kaygılandıran, anlam veremediği acayip rüyalarla uyanır.
Geceleri genç yaşta kaybettiği güzel karısı, ölen arkadaşları rüyalarına
girmeye başlar. Şingo okul arkadaşlarının cenazelerine gider. Cenazeler
Şingo’nun her yıl dünyada daha yalnızlaştığının kanıtı gibidir. Yaşlanan her
insan gibi bilip tanıdığı dünyanın yavaş yavaş öldüğünü hisseder. Geceleri acayip, “rüzgâr gibi” bir sesle uyanır…
“Kamakura’nın bu dağlık, ücra bölgesinde geceleri bazen
denizin sesi duyulabiliyordu. Şingo belki de denizin sesini duyduğunu düşündü.
Ama hayır, dağın sesiydi. Rüzgâr gibiydi, uzaktan geliyordu ama yer gürlemesi
gibi derindendi. Şingo kulaklarının çınlıyor olabileceğini düşünerek başını
salladı (…) Kendini sakince ve kararlılıkla sorgulamak, duyduğunun rüzgârın
sesi mi, denizin sesi mi, yoksa kulak çınlaması mı olduğunu bilmek istedi. Ama
duyduğunun bunların sesi olmadığına emindi. Dağın sesini duymuştu.”
Bu sesi Şingo hayra alamet
olmayan, ölümü çağrıştıran uğursuz bir ses olarak algılar. Şingo günlük yaşantısını
değiştirmez. Ondaki değişim etrafını gözlemekte olur. Başka bir gözle olup
bitenlere bakar. Bir yığın resim gelir önüne. Dağ gibi büyüyen, bir dağ gibi
kocamanlaşan, üst üste yığılmış resimler gelir. Nasıl olsa öleceğine göre, bir
şeyler yapmak daha iyidir. Ölüm boş bir
şeydir, ölümü beklemek, oturup beklemek, boş bir iştir. Yıllarca sevgi sözü ile
ölüm sözünü yan yana getirip durmuş. Öğrendikleriyle, söyledikleriyle, ölümün
sevilecek, sevilebilecek bir şey olduğunu düşünmeye çalışır gibi davranmıştı. Oysa şimdi, yanıldığını düşünür… Ölüme karşı
çarpışmak gereklidir.
O halde, her gün yeniden bir
şeyler yapabilmeli, her gün yeniden kurmalı, düzeltmeli dünyasını, her gün yeni
bir şey katmalı ki yaşamına, ölüm payı artacak yerde eksilir gibi olsun, dağılsın,
parçalansın. Yaşayışını kolaylaştıran kendi alışkanlıklarının yanında kendi
getirdiği değişiklik de olsun. Bir denge
içinde, yaşadığını, sürüklenmediğini anlasın, anlayacak hale gelebilsin… Şingo
içinde hem yalnızlığın ürpertisini, insan sıcaklığına duyduğu özlemi hisseder. Tuhaf
buluyor bu halini Şingo.
Şingo’nun karısıyla ilişkisi ise tamamen uzak ve
bulanıktır. Çok horladığı için karısından tiksinir, yanında uyuyamaz onun. “Bu gece keyifsizdi. Işığı açıp karısına
profilden baktı ve onun boğazına yapıştı. Karısı biraz terlemişti. Şingo
karısına sadece horladığında dokunuyordu. Bu durum çok keyfini kaçırmış
gibiydi.”
Yakışıklı oğlu, evde güzel karısını bırakıp metresine
gitmekte sakınca görmez. Şingo çocuklarının başarısız evliliklerinden kendini
sorumlu tutar, ebeveynlerin başarılarının, çocuklarının evliliklerinin başarılı
olup olmamasıyla ölçülebileceğini düşünür. Ne yazık ki bu konuda başarılı
olamamıştır. Bir baba, çocuklarının mutsuzluğundan ne kadar sorumludur?
Şingo bu soruyu birkaç kez sorar. Şingo düşündükçe anlamaya başlar. Ne
çocuklarıyla ilgili bir baba, ne de sevgi dolu bir eş olabilmiştir karısına.
Özellikle çocuklarının mutsuz evlilikler yapmış olmalarında kendini sorumlu
tutar. Ne var ki, aile içindeki sorunları görmekle birlikte, eli kolu bağlanmış
hisseder kendini. Olayların akışını değiştiremez.
Şingo’nun boşanmış ve aileye iki çocuğuyla geri dönen kızı
da güzel sayılabilecek bir kadın değildir; üstelik huysuzun biridir. Şingo
kızı, karısı ve kızına benzeyen torunlarından yola çıkarak üç nesle yayılan bir
çirkinlik olarak algılar onları. Karısı
öz kızları Fusako’ya iyi davranmadığından yakınır. Onun favorileri oğlu
Şuiçi ve gelini Kikuko’dur.
Bu arada geliniyle ilişkisi de son
derece gizemlidir Şingo’nun. Ailede en
iyi anlaştığı kişidir gelini. Çünkü Şingo gelinini, ilk eşine
benzetir; gelinine yakınlığının altında yatan bir neden de budur. Onu eski
karısına yakınlaştırır, hem güzelliğiyle hem de varlığıyla. İlk eşi şimdiki
karısının kızkardeşidir. Güzel karısını
çok sevmiştir. Onun genç yaşta ölümünden sonra aileye destek olmak için
kendisinden bir yaş büyük baldızı gelmiş,
sonradan onun ikinci eşi olmuştur. Kadının bir yaş büyük olduğunu ve
çirkinliğini birçok kereler tekrarlar Şingo. Oysa Şingo gençliğinde çok yakışıklı
bir adamdır, ölen ilk karısı da zarif ve güzel bir kadındır. Birbirlerine
yakışan ve anlaşan bir çifttirler. Onun ani ölümüyle Şingo’nun hayatındaki uyum
da bitmiştir.
Gelini Kikuku masumiyeti, gençliği ve güzelliği temsil eder.
Geleneksel Japon kadını ve onun duru güzelliği ile özdeşleştirerek ırkının bir
temsilcisi durumuna gelir. Kendisi gibi sabah çok erken
saatlerde kalkan,(s.141-144) ev halkı uyurken başbaşa vakit geçirdiği gelini
ile neşeyle ağaçlardan, komşu bahçedeki ayçiçeklerinden, fırtınadan ve
dağlardan söz ederler. Gençliğinde bakmaya fırsat bulamadığı şeylere ancak
şimdi bakıyor gibidir. Bu yaşam portresi içinde geliniyle Şingo arasında
olağandışı bir yakınlık başlar. Asla sözcüklere dökülen bir aşk ya da
cinselliğe dökülen fiziksel bir yakınlık değil, sadece birbirlerinde huzur
bulan iki insan olarak görüyoruz onları.
Şingo’ya göre evlilik, bataklığa
benzer; “partnerlerin kabahatlerini yutan koca bir bataklık.” Aile yapısı
olarak neredeyse toplumun her katmanından, her kentte yaşayan ve karşımıza
sıklıkla çıkabilecek insanlardır bunlar. Her insanın kendi ailesinden izler
bulacağı bir aile yapısı. Birbirlerini kabul etmiş, birbirlerine kızmış ama
sevmiş, kavga etmiş ama yine sevmiş… Kısaca birbirlerini her koşulda kabul
etmiş bir bütünlük oluşturuyorlar. Kalıpları farklı olsa da, kadınlıkları,
evlatlıkları, kardeşlikleri farklı olsa da. Aralarında iletişim kopukluğu olsa
da. Bir aile olarak hep birlikte aynı evde yaşamanın zorlukları seriliyor
ortaya. Birbirlerinden farklı olan bu insanlar hep birlikte aralarında görünmez
duvarlar örerek yaşıyorlar. Çocukların evlenmeleriyle çekirdek aile içinde
başka ilişkiler ve başka duvarlar da örülmeye başlanıyor. Çocuklar kendi
hayatlarını kurunca doğal olarak hayatlar ve öyküler de farklılaşıyor. Aile
reisi Şingo sorgulamayı seven bir adam. Kendisine ve geçmişine bakarken
olabildiğince dürüst olma çabasında. Bir tür kendini acıtacak olaylardan
sakınmadan kendi kendini tartması, bir iç muhasebenin ifadesi gibi. Ardında
bıraktığı yıllarla ilgili düşüncelerini toparlamak. İçinde patlayan bir şey var
ama bunu sezdirmeme gayreti içinde.
Kavabata’nın Dağın Sesi’nde önümüze koyduğu kurgusal
dünyada tam bir dram var. Bu dram ise sadece Şingo’ya değil, öbür aile
bireylerine de ait. Özellikle aile içinde ortaya çıkan kamplaşmalar, fertler
arasındaki iletişimsizlik, eski ve yeni gönül meseleleri… Kavabata böyle bir
dramını verebilmek için kasırga metaforunu Şingo ve ailesi için kullanıyor.
Kavabata, Şingo’nun yaşadıklarını
anlatırken simge kullanıyor. Özellikle doğayı ve doğada her ne varsa romanın
içine katarak konuyu yan öğelerle besliyor. Doğa, ufka uzanan yeşil bir
sonsuzluktur. Tepeler birbirinin sırtından göz kırpar. Güneş ve gölge oyunları
ile derinleşir vadi. Tuhaf gölgeler, çelişkiler, ürpertilerle kaplıdır.
Ağaçlar…Yaşlı, ulu, vakur, yüksek, gür ağaçlar. Zamandan da yaşlıdır ağaçlar.
Derinlere salmışlardır köklerini.
Sadece, sadece gökyüzüne hedeflerler yolculuklarını, sağa sola
savrulmaya. Gingkoda ağacına bakarak şöyle düşünür:
“Bu gingkoda kiraz ağacında bulunmayan bir güç var” dedi. “Uzun yaşayan
ağaçların diğerlerinden farklı olduklarını düşünüyorum. Öyle yaşlı bir ağacın sonbaharda yaprak
çıkarabilmesi için çok güçlü olması lazım herhalde.” “Ama hüzünlü bir tarafları
da var.” (s.49)
Doğa yaşamın tamamlayıcı bir
yüzüdür. O yok olup gitse de, yaşam bir yerlerde hep sürecektir. Ölümün
ötesinde varlık sürmektedir. Atomlar olarak, atomaltı parçacıkları olarak. Bu
açıdan bakıldığında ölüm evrendeki sonsuzluğun bir parçasıdır. İnsan türü
sürdükçe bu böyledir. Öyleyse, ölüm hem sonluluk hem sonsuzluktur. Tüm bu
doğaya ait öğelere baktıkça varoluşumuza teşekkür etmemiz gerekir.
Şingo’da yaşlanma ve yaşlılık üzerine gidip gelen
düşünceleri onu kendi yaklaşmakta olan ölümünü yakından hissetmeye götürür; yaşamının
bu devresinde ölüm ve ölümsüzlük önem kazanır.
Nasıl ki, daha soğuklar başlamadan çok önce, hayvanları bedeni
birdenbire sıcacık bir kış kürkü ile kaplanıyorsa, yaşlılığın gelmek üzere
olduğunu bildiren ilk belirtiler kendini gösterince, insan ruhu yeni bir
koruyucu kılığa bürünür – manevi bir giysiyle, koruyucu bir kılıfla örtülür. Bu
dönem manevi bir sarsıntı olarak ortaya çıkar. Ve tıpkı ergenlik dönemi gibi
bir bunalım olarak görünür. İşte Şingo böyle bir dönem yaşamaktadır. Ölümüne
yaklaştığını gördükçe ailesini koruma içgüdüsü gelişir. İyi bir dede olarak
ailesi tarafından hatırlanmak ister.
Kavabata, Şingo’nun geçmiş hayatını, gördüğü rüyalar ve
hayaller içinde geri dönüşler halinde verir. Hafızası gücünü yitirmeye
başladığı için, hatırladığı bazı anıları analiz etmeye çalışırken gösterir
Şingo’yu. Örneğin gençliğinde, dağın gürlediğini duyduğu bir ana döner, duymuş
ya da duyduğunu sanmıştır fakat asıl önemli olan, o anın yarattığı duyguyu
yeniden hissetmesi ve anlamasıdır. Günlük hayatının sıradanlığı içinde
rüyaların uyandırıcı etkisini hisseder.
Geçen zamanı belli belirsiz doğadaki değişimlerle anlatmayı
seçiyor. Bazen bahçedeki bir ağacın yapraklanışı, komşu bahçede açan
ayçiçekleri, eylül başında beklenen fırtına gibi doğa olayları sayesinde
ayların hatta yılların geçtiğini anlıyoruz.
Japonlar
son derece sade, basit, yalın, mütevazı yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya
ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekâmül edememiş, hayatın
manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle; evini mezat salonuna
çevirmiş zavallı, diye eğlenirler.
Bir
insanin gösteriş için eşyanın esiri olmasına acınılası bir durum olarak
değerlendirirler. Kavabata’nın sanatında da Japon insanın yalınlığını
buluyoruz. Kavabata’nın evreni sessiz bir dünya. Bu sessizlik bilgelikten
geliyor. Az sözle çok şey söyleyen bir edebiyat dili ile karşılaşıyoruz. Cümle yapılarını zorlaştırarak ya da bazı kurgu oyunları
yaparak veya bol bol yerli yersiz tasvirlerle yaslanmadan yalın bir edebiyat
dili oluşturuyor. Yalın, içten ve akıcı söylemiyle sanki bir şey söylemiyormuşçasına
anlatıyor. Bu anlatım romana öylesine bir içtenlik veriyor ki, parlak sözlerin
yaratamayacağı etkiyi yaratıyor.
Yasunari Kavabata yapıtlarında ölümü güzelleştirmeye, doğa,
insan ve boşluk arasında uyum kurmaya çalıştığını söyler. Ağaç dallarının ve yapraklarının kımıltılarını
seçebilirsiniz. Çünkü yaşam hemen onların dibinde akıp gitmektedir. O
hayatı doğayla buluşturan, insanı ise ölümle tanıştıran bir yazardır. 20.
yüzyılın faşist dönemlerini, iki dünya savaşının insanlar üzerindeki yıkıcı
etkilerini, insanların ruhsal dengelerini nasıl sarstığını, ahlaki değerlerin
nasıl yıkıldığını gelişen tarihsel süreç içinde ele alır. Romanlarının alt
katmanlarında savaşa yakılan ağıt kendini hissettirir. Yine bu yüzdendir ki
karakterleri yaşamın acı yüzüyle savaşırlarken, zaman zaman sevinç, güzellik
duygularını da yaşarlar. Bu güzellikler yaşanan anın mutlulukları olarak
romanda dağınık yerlere serpiştirilmiştir. Kavabata’yı okurken “yaşasın hayat”
diye bağırası gelir insanın; kendimizi unutup o anın sihrine tutsak
ediliriz.
1968 Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan yazar Kavabata,
Japonya’nın en ileri gelen edebiyatçılarından. Romanlarıyla öne çıkan
Kavabata’nın dünya çapında tanınması 1950’lere rastlıyor. Hayatı “insanın
kapılıp sürüklendiği bir rüzgâr” olarak niteliyor Roman yaşlanan bir adamın ölüm
üzerine sorgulamaları olarak okunabilir. Ama ölümden yola çıkarak ve onu
izleyerek yolun sonunda ne var? Derseniz, yaşam var derim. Kavabata ölümden
yola çıkarak yaşamı anlatıyor bize. Yaşama hissi ve varoluş duygusu etrafında
gelişen bir öykü oluşturuyor. Yaşam eyleminin görkemini, hayatı; ölümlü
olmanın; bir sonsuzlukla çevrili olduğumuz duygusunu veriyor. Bize bu duygunun
saf, yoğun, görkemli hallerini veriyor, kısaca yaşamın kendisini veriyor. Sokağa fırlamak, insanları kucaklamak, yaşamın büyük bir
talih olduğunu ve yaşamı sevdiğimizi haykırmak isteğiyle dolup taşıyorsunuz.
Güzel bir müzik beliriyor içinizde.
Raşel Rakella Asal
28 Eylül, 2011
Kaynakça
Hayatın
Aynası, Ali Bulunmaz, Cumhuriyet Kitap eki, 6 Ocak 2011
Yasunari
Kavabata’nın “Dağın Sesi”, Belma Akçura, Vatankitap, 26 Kasım, 2010
Dağın
Sesi – Asuman Kafaoğlu Büke, Yazın Sanatı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder