28 Aralık 2013 Cumartesi

Edebiyata Dair Yazılarıyla Hülya Soyşekerci



Pek çoğumuz, hayatımızın akışı içinde pek çok kez sanat yapıtlarına âşık oluruz. Kendinizi bir başkasının yapıtına hayranlık duymaktan alamayız. Heyecan verici, dikkat çekici, rahatsızlık verici bir düşünce okuduğumuzda, kendimizi tümüyle o metne veririz. Belki yapıtın
dilinden büyülenmişizdir, belki bir şiirin gizemli müziğinden ve ritminden... Belki sadece yazarın sözcük virtüözlüğünden. Belki yapıtın oyunbazlığı, zapt edilemezliği ve önceden kestirilemezliği bizi büyülemiştir. Bilemeyiz. Okumaya devam ederiz.
Okuma eyleminin içine daldıkça, sanatın bir çeşit keşfetme ve sınırları aşma olduğuna dair inancımızla, basit bir okur olarak, kendi ilkel birikimlerimizle, okuduklarımızla karşı konulmaz bir biçimde konuşmak isteriz. Bilinçaltımızın eşsiz gücü bize eşlik etmektedir;
bizi gitmeyi arzuladığımız yere değil de kendi gideceği yere götürmüştür. Eğer bir edebî eseri dar bir bakışla kavramak ve bazen son derece yanlış olabilecek yorumlara varmak istemiyorsak o zaman yardıma çağrılabilecek yeterli edebiyat birikimine sahip eleştirel
okumalara atarız kendimiz.

Yazınsal türler arasında yer alan eleştiri üzerine türlü kitaplar yazılmış, eleştiri kuramları, ilkeleri ve yordamları tartışılmıştır. Birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılsalar da şu noktalarda
birleşmişlerdir yazın kuramcıları: Edebiyat ürünlerini inceleyen ve onların edebiyat tarihindeki yerini almalarını veya almamalarını sağlayan düşünsel bir etkinlik alanıdır eleştirel incelemeler. Açıklayıcı, yorumlayıcı ve değerlendirici yaklaşımıyla edebiyat tarihine öncülük ederek edebiyatın değerlendirici türü içinde yer alırlar.

Eleştirmen ele aldığı metni kendi deneyimi, bilgi birikimi, beklentisi doğrultusunda kaleme alır. Müziğin, resmin, sinema gibi farklı alanlardaki sanat dallarının her insan üzerinde bıraktığı etki farklıdır. Eleştirmenin görevi, konuya değer katabilecek bir bakış
açısıyla yaklaşmak ve eleştirdiği esere ve sanatçıya bir yorum getirmektir. Bu da titiz çalışma ister. Bilimsel açıdan bakıldığında zor bir işi üstlenen eleştirmenin görevini Aytaç şu sözleriyle açıklar:

"Bir eleştirmenin bir araştırmacının görevi bence yargıcınki gibidir;
taraflara yukarıdan bakabilmelidir. Öte yandan edebi eserin ölçüsü,
neyin işlendiğinden çok nasıl işlendiğinde gizlidir. Bunu ortaya
çıkarmak istediğinde, eleştirmen, ancak paletinde her renge yer
verirse ülkenin edebiyat manzarasını yansıtabilir. Ben eleştirmeni,
geleceğin edebiyat tarihçilerine malzeme hazırlamakla görevli
sayıyorum."
(Aytaç, l995, s. 248-249)

Yıldız Ecevit eleştiri üzerine kendini şöyle ifade eder:
"
Eleştiri bir değerlendirme işlemidir. Bilimsel bakış açısının egemen olduğu nesnel eleştiride obje, -bizim bağlamımızda 'yazın' ürünleri- araştırma ve inceleme aşamalarından geçirilerek değerlendirilir; 'artı'ları ve 'eksi'leriyle sergilenir. Eleştiri 'gelişme' ile içiçedir; daha iyiyi, daha doğruyu amaçlar. Ancak, demokrasi geleneğinin henüz tam olarak yerleşmediği ülkemizde, 'eksik'lere değinen eleştirmenin başının derde girmesi büyük olasılıktır. Çoğu zaman, eleştirmenin vurguladığı olguların araştırılması yerine, onu eleştiriye iten 'düşsel' motifler yaratılır; olay 'kişiselleştirilir'. Eleştirmen, sözlü ya da yazılı, çok boyutlu saldırılara hedef olur. Bu da, birçok eleştirmeni genelde yorumsuz kalmaya ya da yalnızca bulduğu
'artı'ları vurgulamaya yönlendirir.
" (Ecevit 1992, 118).

Roland Barthes "Yazı ve Yorum" da her eleştiri söyleminin kendi kendisi konusunda içkin bir söylem katmak zorunda olduğunu şu sözleriyle belirtir:
"...eleştiri hiç de bir sonuçlar tablosu ya da bir yargılar bütünü değildir, özüyle bir etkinliktir, yani kendisini gerçekleştirenin, yani üstlenenin tarihsel ve öznel (bu da aynı şey) varlığına derinden bağlı bir düşünsel edimler dizgesidir.(...)dünya vardır ve yazar konuşur, işte yazın budur. Eleştirinin konusu çok farklıdır; "dünya" değil, bir söylemdir, bir başkasının söylemidir: eleştiri bir söylem üzerine söylenir, bir birinci dil ( ya da nesnel-dil) üzerinde gerçekleştirilen bir ikinci dil ya da
(mantıkçıların deyimiyle) bir üst-dil'dir."


Bir edebiyat yapıtını değerlendirmek ve daha da önemlisi anlamaya çalışmak, edebiyat bilgisi ile donanmayı ve onu kullanabilmekle gerçekleşebilir. Bunun yanı sıra edebiyat terminolojisini iyi bilmek eleştiri yapabilmenin olmazsa olmaz koşullarındandır. Eleştirinin
öncelikle bir edebi yazın türü olarak gerçekleştiğini belirtmekte yarar var. Günümüzde eleştiri, yapıtın anlamını belirleyen göstergelerin, sorgulanmasıyla elde edilen bulguların,
metinleştirilerek yeni bir anlatıya dönüşmesidir. Oluşan metin, yapıttan bağımsız olarak metni yorumlamaya yönelir. Görevi metni anlaşılır kılmaktır. Umberto Eco'nun ortaya attığı "açık yapıt" kuramına göre yapıt, izleyicinin okur/yorumcu müdahalesini bekleyen
olasılıklar yelpazesidir. Aslında kendi içinde tamamlanmış kapalı bir formu olan yapıtın, çoğul okumalara olanak vermesi nedeniyle açık olduğunu vurgular. Her tat almak, yeni bir yorum demektir. Sanatçı, izleyiciye (okura) tamamlanması gereken bir yapıt sunar. Bir
göstergeler bütünü olan sanat yapıtının, anlamın belirsizliğinden türeyen okur odaklı bir sonsuz okumaya dönüştüğünü görürüz. Yapıttan anlam çıkaracak olan okurdur. Bu anlamı da okur yapıtın doğrudan söylemediği ama çağrıştırdıklarından çekip çıkaracaktır.

Okuduğum ilk yazılarından bu yana beni hiç hayal kırıklığına uğratmamış bir yazardır Hülya Soyşekerci. Mesleği olan edebiyat öğretmenliği onu sürekli okumanın ve edebiyatın
içinde yer almaya, eleştiri, inceleme ve kitap tanıtım yazıları yazmaya yöneltti. Kendisi ile yapılan bir röportajında belirttiği gibi, bu yazıları mesleğinin bir uzantısı, bir devamı gibiydi. Kurmaca yapıtların içerdiği anlamları, yazarla yapıt arasındaki o gizemli ilişkiyi keşfetme merakı, araştırma tutkusu, kurgusal değil de analitik düşünmeye daha yatkın oluşu ve eleştirel metinler oluşturmaktan daha fazla hoşlanıyor olması onu eleştiri yazıları yazmaya yönlendirmişti. Edebiyat dünyasının keşfine çıkmıştı. Anlatacaklarını söz oyunlarıyla değil, laf ebeliğine kapılmadan, yalın bir dille başarıyordu. Bu yüzden etkiliydi. Edebiyatı değil, sanki sıradan bir şeyi anlatır gibi anlatıyordu. Kendinizi onun yanı başında duyumsuyordunuz. Edebiyata dair, insanlığa dair bir film izler gibi sonsuz bir öykü okur gibi okuyordunuz yazılanları.

İlk kitabı "Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar (Kanguru yayınları, 2008), "Okuma Yolculukları", (Pupa Yayınları, 2010) izledi. Son yayımlanan kitabı "Mavi Harfler Atölyesi", (Komşu yayınları, 2012) ile yine edebiyat yazıları ile karşımızda Hülya Soyşekerci. Daha
öncekileri gibi, bu son kitabında da yazılarını toplumcu çizgiye paralel olarak, romandan öyküye birçok farklı türde gerek Türk edebiyatından gerek dünya edebiyatından birçok eseri sığdırmış. Hem kendi ülkesinin hem dünya edebiyatının atmosferini bilinç ve
duyarlılıkla kavrayarak metinlerini oluşturmuş.

Hülya Soyşekerci kaleme aldığı eleştirel içerikli tanıtıcı ve inceleme yazılarını irdelerken okurla eseri buluşturmaya yönelir. Önem verdiği eserleri tanıtmak için eserlerin inceliklerini ve olumlu yanlarını okurlarına anlatmaya çalışır. Bu yazılar yoluyla yazarların edebiyata
yaptıkları katkıları somut örnekler vererek inceler. Çağdaş okurların ve yeni yetişmekte olan yazarların dikkatini bu yazarların eserleri üzerine çekmesi önemli bir uğraştır. Eserlerin okurlar tarafından daha iyi anlaşılıp yorumlanması için çalışır. Eleştirinin çok yönlü bir
düşünme eylemi olduğunu, eleştirel incelemelerin edebiyat eserinin zenginliğini ortaya çıkarmaya yönelik bir çalışma olduğunu bize kanıtlar. Eleştirinin yıkıcı değil, yapıcı da olabileceğini yine bu yazılarıyla sergilemiş olur.

Edebiyatın temelini "insan ve yaşam" oluşturur. Sanatla insan, doğa ve hayat arasında sıkı bir bağ vardır. Edebiyatın toplum üzerinde bu denli etkili olmasının sebebini onun konu yelpazesinin çok geniş olmasına ve etkili anlatım tarzına bağlayabiliriz. Yaşam, doğa,
toplum, evren, varlık ve yokluk gibi kavramlar edebiyatın bünyesinde yer alarak, bize edebiyatın insanı her yönüyle ele aldığını gösterir. İnsan hayatı, insanın hayatını nasıl geçirdiği, diğer insanlarla ve doğa ile ilişkisi, bu ilişkinin niteliği ve sonucu üzerinde durur.
Bu bağlamda Tarık Dursun K'nın, Füruzan'ın, Tomris Uyar ve Leyla Erbil'in öykü dünyasını irdeler.

Füruzan'ın öykücülüğü üzerine şu tespiti yapar: Füruzan'ın öyküleri yüksek sesle konuşmadan, bir şeyleri göze sokmadan dile getirir toplumsal adaletsizliğin pençesindeki yoksul insanların dünyasını. O nedenle ince, sessiz, etkili ve derin bir kalemdir Füruzan. Bence, biraz da bundandır benzersizliği, farklılığı ve kalıcılığı... "Gül Mevsimidir" de Füruzan, "aynı tarihsel-toplumsal dönemi iki ayrı yönden, iki farklı kişinin zihin penceresinden ve bu kişilerin temsil ettikleri karşıt toplumsal statüler açısından işleyerek, bilinçli, dikkatli ve özenli bir çaba sergiler; aslolanın insan hallerinin çelişkili gerçekliği olduğunu bir kez daha duyumsatır."

Yazılarına Demir Özlü'yü " Uzak Kentlerden gelen sessiz bir ziyaretçi olarak ağırlarken, sürgün edebiyatı adı altında Demir Özlü'yü inceler. Onun yapıtlarında derin yalnızlık ve hüzün duygusunun yer yer iç sızısına dönüştürdüğünü ve okurun yüreğine de bu hüznü taşıdığını söyler. Sabahattin Ali'nin yazarlık çabasını sosyal bir çalışma olarak değerlendirir. Yazarın sanata bakışını toplumla arasındaki kurduğu bağ olarak görür. Leyla Erbil'in başyapıt niteliğindeki son romanı "Kalan"ı, geçen ömrün insan ruhunda bıraktığı bir avuç anı-zamanın, arınmışlığın ardında kalan "öz"dür. Hülya Soyşekerci'ye göre zamanın yüreğinden geçip yeni bir solukla doğmuştur "Kalan". Bu kalıcı bir sestir; "baki kalan hoş bir seda" gibidir. Roman kahramanı Lahzen, anımsama ve yüzleşmelerle dolu düşüncelerini sürdürmek ister;
okura ve kendine seslenir, kendisiyle yüzleşmeye çalışır. Metinde yer yer Lahzen'in bilincinin yarıldığına tanık oluruz; birinci kişiden ikinci kişi anlatıma geçen anlatı metni, arada bir üçüncü kişi anlatımına dönüşür. "Lahzen'in bilincindeki yarıklardan dünyayı,
yaşamı, insanları yeniden gözlemleriz."

Yusuf Atılgan'ın "Bodur Minareden Öte" adlı öyküler toplamında kasaba ve kasaba insanlarını "taşra sıkıntısı" odağında anlattığını yine "Mavi Harfler Atölyesi"ndeki okumalarımızdan öğreniriz. Yusuf Atılgan'ın bu mekânlarda yaşayan kişilerin iç dünyasını işlediğini,"kasaba ve köy gibi dar çevrelerde, toplum baskısı nedeniyle bunalan, kıstırılmış, adeta hapsedilmiş ve dondurulmuş insan yaşamlarını" ele aldığını okuruz.

Sanat eserini anlayıp değerlendirme sürecinde eserin oluştuğu dönemin, toplumun gerçeklerini ve gerçeklik anlayışını bilmek kadar, yaşadığı dönem ve toplumun genel kabulleriyle şekillenmiş olmakla beraber sanatçının kendine ait olan gerçeklik anlayışını ve onu ifade tarzını bilmek de eser karşındaki kişiye ipuçları verecektir. Bu bağlamda "Sancılı bir coğrafyadan İnsan Hikâyelerin " altında Bekir Yıldız'ı, Ayla Kutlu'yu, Osman Şahin'in öykülerini inceler. Bekir Yıldız, güneydoğuyu; özellikle Urfa ve dolaylarını dile getirmekle ilgi uyandırmıştır. Onun l970'lerin toplumsal yapısıyla ilgili ipuçlarının yer aldığı öykülerinde sancılı bir coğrafyanın resimlerini görmek mümkündür. Ayla Kutlu'nun anlatılarını tarihsel dönemin özelliklerine ve ince ayrıntılarına yoğun dikkatiyle hâkim olduğunu, zamansal
geçişleri ilginç, meraklı ve trajik olaylarla desteklerken, günümüze de köprüler kurduğunu vurgular. Hülya Soyşekerci'ye göre, Osman Şahin, yörük kilimindeki motifleri geleceğe aktaran halk sanatçısı olarak hareket eder; hem gelenekten yararlanır, hem de geleneğe kendi izini katarak yepyeni bir oluşuma imza atar. Böylece hem geleneğe eklemlenmiş olur, hem de geleceğe yeni bir ufuk açar. Halk geleneğine bağlanan bir başka yazar da Murathan Mungan'dır. "Lal Hikâyeleri"nde halk hikâyelerinin anlatım dilini benimsemiştir ama geleneksel metinleri yeni bir metin olarak kurgularken onları yeni eklemelerle,
özgün bir görme biçimiyle, yeni bir şiirsel söylemle oluşturmaya dikkat etmiştir.

Birsen Ferahlı'nın öykü kitabı "O yaz"ı yorumlarken yaşantılar ve öyküler arasındaki o canlı ve dinamik ilişkinin diyalektik sarmalını düşünür. Öykü kişilerini geçmiş zamanlarda; özellikle 60'lı ve 70'lı yıllarda dolaştıran Birsen Ferahlı, insan yaşantılarını öyle incelikli
bir tarzda kurgular ki, artık o yaşantıların dönüşmüş, farklılaşmış, süzülüp öyküleşmiş biçimlerini okuduğumuzu duyumsarız. Bu noktada Feridun Andaç'ın "öykü hatırlamadır. Belleğin o sırlı yanına dönerek yazıyoruz. Bir ses, bir söz, bir imge, bir anın görüntüsü bizi oraya götürüyor; sözcüklerin aynalı dünyasına. O aynaya bakarak yazıyoruz" sözlerini bir kez daha hatırlatır bizlere. Ve arkasından kendi öykü üzerindeki düşüncelerini açıklar: "Öykü, ayrıntılarda gizli olan bir dünya kurar çünkü insan her ayrıntıda yaşamın içerdiği bir gizemi
duyumsar kendi içinde. Özellikle geçmişteki yaşantılar söz konusuysa; öyküde yer alan bir mekân, bir eşya, bir söz, bir davranış okurla yazarı aynı döneme özgü bazı yaşantılarda, birtakım ortak noktalarda buluşturur. Böylelikle öyküler başka zihinlerden geçerek, dönüşüp
anlam katmanlarından süzülerek yaşamla yeniden buluşmuş olur. Yazarın yaratıcı zihni ile okurun yaratıcı zihni birlikte var olurlar o noktada."

Dünya edebiyatından incelenen eserlerin geniş bir yelpazeye yayıldığını görüyoruz. Kitabın "Gök Mavisi" adlı bölümünde Shakespeare'i, Edgar Allan Poe'yu, Oscal Wilde'ı, Joyce Carol Oates'u, Emile Zola'yı, Küçük Prens'i, Lolita'yı, Therese Raquin'i, Flaubert'i, Erich Fromm'u ağırlıyor Hülya Soyşekerci. Roman kahramanlarından Lolita "bir bakıma büyümemişliktir; yaşamın akışı içinde donup kalan zamandır", Küçük Prens, "kendi ruhsal dünyasını iyi tanıyan ve hatalarıyla yüzleşebilen biridir", Therese Raquin, bizi "olayların gizli ve derin anlamlarını kavramaya ve bunlar üzerinde düşünmeye zorlar", Soljenitsin'in "Matriyona'nın Evi" öyküsünde Matriyona aracılığıyla "yüzyıllar içinden süzülüp gelen nitelikli, erdemli insan ruhuna dikkat çeker." Batı edebiyatının büyülü gerçekliği ile doğunun geleneksel masalsı anlatı tekniklerini kurmaca metinlerinde buluşturan Salman Rushdie, bir yanıyla doğuya bir yanıyla batıya açılır "Doğu-Batı" adlı kitabında. Yazar bu hikâyeleri Doğu, Batı ismi altında yayımlamayı düşünürken en önemli konunun virgül olduğunu söyler. Kendini "ben o virgülüm işte, ya da en azından o virgülde yaşadığını dile getirir. Hülya Soyşekerci'nin bu sözler üzerine yorumu çok anlamlıdır. Ona göre ara yerde yaşamak, ne doğuya, ne de
batıya ait olmak; iki sözcüğü, dolayısıyla iki kültürel coğrafyayı ayıran ve aynı zamanda onları yan yana getiren bir virgülde yaşamaktır Salman Rushdie'nın sözünü ettiği virgül.

Kitabın "Ay Mavisi" adlı son bölümü ise sanatı ve edebiyatı sorgulayan yazılardır. Carl Gustav Jung'a göre sanatçıların, insan soyunun en arkaik dönemlerine ait kolektif bilinçdışını canlandırdığını, sanat ürünlerini bu kaynaktan beslenerek oluşturduklarını okuruz. Rollo
May'a göre, yaratılıcılık; en basit şekliyle, ölü biçimleri, tükenmiş sembolleri ve yaşamını yitirmiş mitleri feshedip atmak demektir. Yeni bir dünyanın yapısını biçimlendirmeye yardım etmenin gerçekliğinde derin bir yaratma coşkusu bulunur. Bu, yaratıcı cesaretin ta
kendisidir ve henüz yaratılmamışları yaratabiliyor olmanın derin heyecanını da içinde taşır.

Sanatın amacı bilgi vermek değil, izleyicisini dönüştürmektir. Edebiyat ve sanat güç anlaşılır bir yoldur, ince bir yoldur, dolaylı bir yoldur. İşlediği konuyu hedefe ulaştırmaz, yalnızca okurun içinde bir süreci tetikler. Bir başka deyişle sanat yapıtları bir çiçeğin
gelip bizi sarmalayan ve bizi okşayan kokusu gibidir. Bir şair bir çiçeğin güzelliğini gördüyse, bu o çiçeğin güzelliğinin bir kısmını aldığı ve ona sahip olduğu için artık başka hiç kimsenin güzelliği göremeyeceği anlamına gelmez. Aynı güzelliği ne kadar çok insan görürse çiçek o kadar güzelleşir. Aslında şairlerin, ressamların ve estetik ilminin alanına girmiş insanların en büyük özellikleri gözlem güçleridir: öyle ki, bir şair ay hakkında bir şiir yazdığında ayın,
daha önce fark edilmemiş bir güzelliğini açığa çıkarır. Pek çok insan onu görebilecektir artık; duyarlılıkları uyandırılacaktır. Gün doğumunu görmüşsünüzdür ama Vincent Van Gogh'un doğan güneşini, gün ortasındaki güneşini ve batan güneşini gördüğünüzde hayrete
düşersiniz; güneşe dair tamamen farklı bir bakışa sahipsinizdir artık. Güneşe baktığınız zaman, Van Gogh'un görme gücünden bir şeyler sizin ruhunuza işleyecektir. Doğa şairleri olduğu için doğa daha güzeldir. Doğa ressamları olduğu için doğa daha güzeldir.

Görüldüğü gibi eleştirinin amacı, bir sanat yapıtının değerini ortaya çıkarmak, sanatı iyi ve değerli olmayandan kurtarmak, kalıcı bir niteliğe kavuşturmaktır. Eğer bir eser yüreğinizi cız ettiriyorsa, orada sanat vardır. Hele bu bir edebi eserse orada sadece kâğıt üzerine yazılmış basit sözler yoktur, sözcüklerde duymanız gereken, size hitap eden devinim içindeki bir bütünün seslenişi vardır. "Mavi Harfler Alfabesi" edebiyat üzerine yoğun anlamlarla örülen, farklı yorumlarla derinleşen; okuma keyfini aşılayan yazılardan oluşan bir toplam. Edebiyat sanatının güzelliğini, derinliğini, yaratıcılığını bize yepyeni ufuklar açarak gösteriyor Hülya Soyşekerci. Okumak da başka nedir ki...


Raşel Rakella Asal
22 Temmuz, 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder