Altın Defter var tabii. Tıpkı Lessing gibi kimliğini bulmaya ve korumaya çalışan Anna Wulf’un hikâyesi kimi eleştirmenler tarafından ‘erkek diliyle yazılmış kadın öfkesi, olarak tanımlansa da’ çağın ikiyüzlülüğüne ayna tutan bir yapıt olarak edebiyat tarihindeki yerini almış. İlerleyen yıllarda Doris Lessing kendini şöyle savunmuş: “Hayır, Wulf erkek gibi bir kadın değil, erkeklerin sahip olduğu özgürlüğü yaşamaya çalışan bir kadın.” diyerek romanın aslında ‘ne’den bahsettiğini açıklama gereği duymuş.
İşte ben
onunla röportaj yapmaya onun evine doğru yol alırken bir yandan da bana nasıl
bir sınav çekeceğini merak ediyorum. Hiç kuşkum yok ki ben de gıkımı bile
çıkartamayacağım. Ne de olsa Doris Lessing bu!
Adı bile korkutucu.
Doris Lessing ile görüşmeden önce
onun röportajlar ile ilgili düşüncelerini okumak oldukça cesaret kırıcıydı. Medyada
yer alan herhangi bir açıklamanın onu nasıl da rahatsız ettiğini bile bile,
belki böyle bir konuşmaya hiç teşebbüs etmemeliydim. Bunu editörüme de söylediğim halde bu
konuşmayı benim yapmamdaki ısrarını anlamış değilim. Dışarıda yürürken mükemmel
cümleler kurmuştum, eve girdiğim anda tek kelimesini hatırlamıyordum.
"Daha önceleri belki de
defalarca sorulmuş olan sorulara karşı kim bilir kaç defa burada böyle
ilgisizce oturmuşumdur. Evet, böyle yaparım ve umarım ki..." gibi
röportajlarının arasında serpiştirilmiş yakınmalarını az okumamıştım. Onunla
söyleşiye başlar başlamaz hemen ona bu davranışını sordum ve o da hoş bir
gülümsemeyle karşılık verdi: "Belki de biraz abartıyorum galiba. Ancak
tanınmış ve meşhur kişilerin özel hayatlarına karşı duyulan bu ilgiyi bir türlü
anlayamıyorum. Bu insanlar da sokaktaki diğer insanların hayatlarına benzer
hayatlar sürüyorlar."
Otobiyografisinin tanıtımını yapmak
amacıyla çıktığı on dört haftalık bir dünya turu esnasında yaşadığı hayal
kırıklığı ve hüsranı anlatıyor. "Yayıncılarıma kitap tanıtımlarına
katılacağıma evde oturup yeni bir kitap yazmanın daha hayırlı ve yararlı
olacağını söyledim ama dinletemedim. Bu sefer baştan kesip attım, kimse beni
evden dışarı çıkartamaz diyerek son noktayı koydum ve sadece tek bir röportaj
yapacağımı söyledim."
Ona göre bu röportaj işkencesinin
tekrarına neden, sekiz yıl aradan sonra Gene
Aşk adlı eserini tamamlaması olmuş. Doris Lessing bu eserinde hiçbir zaman
karşılaşmadığı bir kadına âşık olan bir adamın üzüntüsünü acısını ve hüznünü anlatmış.
Orta yaşı aşkın bir kadın yazarın ağzından aşkı işlemiş. Çocukluktan başlayarak dostluğa, romantizme,
cinsel tutkuya, hatta pornografiye kadar her yönüyle aşkı anlatmış.
Bu eseri kaleme alma düşüncesi,
büyük teyzesinin portresini görüp ona âşık olan bir arkadaşı ile görüştükten
sonra doğmuş. "Birisi size böyle bir şey söylese tabii ki buna gülersiniz.
Ancak bu gülünecek bir şey değildir.”
Yazarın, Gene Aşk’ta irdelediği gibi, yaşam boyu kişinin yakasını bırakmayan
aşk bir hastalık mı yoksa?
Zaten Lessing’in kendisi de acılara
yabancı değil. Birkaç yıl evvel nedenini açıklamadığı bir üzüntü ve acıdan
ötürü büyük bir vurgun yemiş. Neler yaşadığını anlatabilmek için, bana
hayatımda hiç büyük bir acı veya üzüntü
-“ama gerçek bir acı ve çöküntü, depresyon değil”- yaşayıp yaşamadığımı
sordu. Sanmıyorum, diye yanıtladım. O da
"İnan bana, eğer yaşasaydın bilirdin." dedi.
Bunu ne harekete geçirdi?
"Bundan hiçbir zaman emin olamadım. Galiba bu çocukluğumdan kalma bir şey
olmalı. Acı ve kederin yılların birikimi olarak ortaya çıktığı ve benim yaşıma
ulaşıldığında da bundan ötürü birçok insanın öldüğüne dair bir teori var.
İlginç olan ne, biliyor musunuz? Bu acı ve keder kendini öyle fiziksel bir ağrı
olarak gösteriyor ki bundan kurtulabilmek için kendini bir uçurumdan aşağı
atacak kadar korkunç bir kalp ağrısı hissediyorsun."
Birden kıkırdamaya başlıyor:
"Şaşırtıcı olan ne, biliyor musunuz? Bu ağrı için aspirin almaya başlamam.
Ne kadar komik değil mi! Ağrı ve acı
çeken bir kalp için aspirin..."
Doris Lessing, mutfak masasında
otururken bir taraftan konuşup diğer taraftan da kuru üzüm saplarını ayıklıyor.
Kuzey Londra’nın sessiz bir semtinde kent’in tepelerine bakan yüksek Viktorya
tarzı bir evde yaşıyor. Mutfak da evin geri kalanı gibi neşeli bir karmaşa
içinde- merdivenlerin üzerinde ve oturma odasının boş olan zeminin her
tarafında kitaplar yığılı. Kitaplar! Dosyalar! Müsvedde kâğıtları! Kitaplar her
yerdeler, evinin en saygın konukları olduklarını hemen anlıyorsunuz.
İri yarı ve sakallı bir adam olan en
küçük oğlu Peter, biz konuşurken ara sıra yüzünde bir gülümseme ile kendini
gösteriyor. Doris Lessing yarım asır evvel Güney Afrika’dan ayrıldığında onunla
beraber İngiltere’ye gelen tek evladı. Zimbabwe’de kahve yetiştiren bir çiftçi
olan büyük oğlu John l994 yılında öldü. Kızı Jean ise Cape Town’da yaşıyor.
Doris Lessing 1919 yılında Doris May
Tayler olarak İngiliz bir anne babanın çocuğu olarak İran’da doğar. Birinci
Dünya Savaşı’nda bacağını kaybedip hastaneye yatırıldığında kendisine bakan
İngiliz hemşireye âşık olarak evlenen Kaptan Alfred Tayler’in kızıdır. Doris’in
çocukluğu ve gençliği çeşitli Afrika ülkelerinde geçer. 1925 yılında mısır yetiştirerek zengin olma
hayalleri kuran aile, Güney Rodezya’ya taşınır. Ne var ki bu hareket felaketle
sonuçlanacak, Tayler ailesi her şeyini kaybedecektir. Doris’in annesi de hiçbir
zaman hayal kırıklığından kurtulamaz ve kendine gelemez.
Ancak Doris için bu deneyim daha da
hayati oldu. "Tecrit edilmiş, izbe bir tarlaydı ve kapıyı açar açmaz
çalılıkların içine giriyordun. Kendi başıma boş boş gezinmek imkânı belki de
başıma gelen en değerli şeydi."
Daha içe dönük ve kapalı bir insan
olmadınız mı, diye sorduğumda,"Yalnızlık tehlikeliymiş gibi neden böyle
söylüyorsunuz? Bugünlerde çocukların çeteler içinde zaman geçirmesi daha
acınacak bir durum diye düşünüyorum.
Çocuklar için yalnız olmak güzel bir
şeydir: Kendi kendine olma ve kendi düşüncelerinle baş başa kalma duygusunu
tadarsın. . ."
Yalnız geçirilen zamanın kıymetini
anlatmaya devam ediyor : "Yalnızlığın değerini bilin. Hiç kimse ile
konuşmak veya bir araya gelmek zorunda kalmazsınız." Hiç kimseyi görmeden
veya hiç kimse ile konuşmadan ne kadar dayanabilirsiniz diye soruyorum. Bir
hafta? "Aman Yarabbim, evet. Harika. Eğer insanlarla beraber fazla zaman
geçirirsem, yalnızlığı özlediğimden oldukça histerik bir hale gelebilirim.
Biliyorsunuz içsel deneyim özeldir, üzerinde tartışma yapılamaz. Ben mistisizme
eğilimli biriyim. Mistisizm öğretisini İdris Şah’tan aldım.”
Doris Lessing Marksizm yerine Sufi
görüşü l960’lı yıllardan başlayarak benimser. Onu dünyaca ünlü yapacak olan, Altın
Defter, başyapıtını yazmaya koyulur o yıllarda. ‘Her zaman arkadaşım
oldular.’ dediği rüyalarını başköşeye oturttuğu bir roman olur. Yalnızca
Lessing için değil feminist edebiyat için de bir mihenk taşıdır.
Söylediklerini düşününce ‘Altın
Defter’i bu açıdan irdelemeye başladım. Altın Defter’ de Anna Wulf’un gördüğü rüya Lessing’in dünyaya bakışını
özetler gibidir:
“Rüyamda
çok güzel bir kumaş, muazzam bir ağ şeklinde çevreye yayılıyordu. İnanılmaz
güzellikteydi, üzerinle motifler işlenmişti. Motifler, insanlığın mitlerinin
resme dökülmüş haliydi, ama sadece resim değildiler, aynı zamanda mitlerin
kendileriydiler, bu da parıldayan, yumuşak ağı canlı kılıyordu. Karışık ve
inanılmaz pek çok renk vardı, ama bu uzayıp giden kumaşın yarattığı genel
görünüş, rengârenk bir kırmızılıktı. Rüyamda bu kumaşı elime alıp ona dokunuyor
ve mutluluktan ağlıyordum. Tekrar baktığımda, kumaşın Sovyetler Birliği haritası
şeklinde olduğunu gördüm. Büyümeye başladı: Genişledi, parıldayan tatlı bir
deniz gibi hafif hafif dalgalanarak genişledi. Artı çevresindeki Polonya,
Macaristan gibi ülkeleri de kapsıyordu (...)Ben hâlâ sevinçten ağlıyordum. (...)
Ve şimdi bu hafif, parıldayan kırmızı sis, Çin üzerine yayılmıştı; katı, ağır bir kırmızı pıhtıya dönüşerek
koyulaştı. Ben uzayda bir yerde, ayaklarımın ara sıra yaptığı tekmeleme
hareketiyle pozisyonumu koruyarak duruyordum. Yerküre dönerken ben, uzayın mavi
sis bulutu içinde duruyordum. Yerküre dönüyor, komünist ülkeler için kırmızının
tonlarına ve dünyanın geri kalan ülkeleri için çeşitli renklere bürünüyordu.
Afrika siyahtı ama koyu, parlak, heyecan verici bir siyah, tıpkı ayın ufukun
bir altında durduğu ve az sonra doğacağı bir gecedeki gibi. (...) Sonra
bakıyorum, gördüğüm tıpkı bir kehanet gibi- zaman yok olmuş ve insanın tarihi,
insanlığın o uzun öyküsü şimdi gördüğüm
şeyde mevcut (...)Renkler tarifi olanaksız bir güzellikle birbirinin içine
akarak eriyor, böylece dünya tek bir güzel, parlak, ama daha önce hiç
görmediğim bir renge bürünerek bir bütün haline geliyor. Bu, dayanılamayacak bir mutluluk anı,
mutluluk genişlemeye başlıyor, öyle ki birden patlıyor-
birden kendimi huzur ve sessizlik içinde dururken buluyorum.” (Altın Defter 1, s.330)
Lessing’in bir yazısında, ruhsal iç
mekânlar ile sınırsız evrenin birbirinin yansıması olduğunu, içsel ve dışsal
bütünlüğün birbiriyle bağlantılı olduğunu okuduğumu hatırlıyorum. Evrenin
sonsuzluğunu kavrayışı onun sufizm inancında yerini bulduğunu artık daha iyi
anlıyordum. Aynı zamanda bu görüşü de daha sonra yazacağı uzay romanlarında
edebî yansımasını bulacaktı.
Altın
Defter Lessing’in başyapıtı
olarak edebiyat çevresinde kabul görmüştür. Bu kitap, artık eser veremediği
için tıkanan ve çocuğunu tek başına yetiştiren bir yazarın yazarlık serüvenidir
de aynı zamanda. Aynı zamanda Lessing’in kendisidir de. Yazar, eserin kahramanı
Anna Wulf’un kişilik bölünmesini dört ayrı renkteki defterlere tuttuğu notlarla
verir. Her defter Anna Wulf’un kişiliğinin bir bölümüne odaklanır. Sarı defter
yazar olmak isteyen Anna’nın kendi üzerine yazdığı bir defterdir. Siyah defterde
Afrika deneyimlerinden, kırmızı defterde politik duruşundan, mavi defterde ise
günlük olaylardan söz eder. Komünizmin
hayal kırıklıkları, kadın erkek ilişkileri, cinsel sıkıntılar, yazın serüveni
ile ilgili kaygıları nedeniyle ruhsal çöküntünün sınırına dayanmıştır. Ancak kendini
çözümleme aşaması, Jung öğretisiyle desteklenen rüyalar, psikoanaliz seanslar,
aydınlar arasında yapılan tartışmalar içinde gerçekleşir. Anna’yı çılgınlığın
eşiğine getiren bu ruhsal çöküntünün çözümlenmesi beşinci defter olan Altın Defter ile gerçekleşir. Anna artık
özgürdür.
Böyle bir bağımsızlık özlemi onun
neden on dördünde anne ve babasına karşı gelerek okulu ve de evi terk ettiğini
açıklayabilir sanırım. Afrika’dan çıkan pek çok kadın yazar gibi Lessing de
düzgün bir eğitim almaz. Annesi, kızını
iyi yetiştirmeye takıntılıdır. Katolik olmadıkları halde sıkı bir Katolilk
okuluna gönderilir. Okuldaki rahibelerin
cehennem öykülerini dinlemekten bıkan Doris, on üç yaşında okulu fikir aşılama
sistemi dışına çıkamayan öğretim sisteminin geliştirilemediğini, bireylerin
okullarda zamanın önyargılarıyla kalıplaştırıldığını görür ve eğitimini
sonlandırır. Karakteri, böyle körü körüne bir disipline boyun eğmesine izin
vermez. Kendini yetiştirenler kervanına katılır. En büyük hocaları Dostoyevski,
Dickens, Kipling, Tolstoy ve özellikle de D. H. Lawrence olur. Çok erken
yaşlardan itibaren zorlu hayat koşullarına uyum sağlamayı öğrenir. O günlerinden,
kendi tabiriyle ‘zevk ve işkence karışımı’ ergenlik dönemi olarak söz
eder. Kendini hayata karşı zırhlanmak
zorunda hisseder, on beş yaşında hemşirelik yapmak üzere ailesinin yanından
ayrılır. Salisbury’de (Harare) hemşire ve telefon operatörü olarak çalıştıktan
sonra, yirmi dokuz yaşında iki defa evlenip boşanmıştır bile. On dokuzunda
memur olan Frank Wisdom ile evlenir. Psikolojik olarak hâlâ küçük bir çocuktum.
Ve bu babamı,- evet babamı unutamıyorum!-Yani kocamı demek istiyorum, ay dilim
nasıl da sürçtü. Benden on yaş daha büyük olmasından ötürü herhalde. Bomboş bir
evlilikti bizimkisi."
Bu evlilik tahmin edilebileceği
üzere yürümez; kendisini içten içe çürüten bir kimliğin içine hapsolduğunu
düşünür. Kişiliğini korumak adına kocasını ve iki çocuğunu terk eder.
İkinci evlilik, boşanmanın hemen
ardından gelir. Sosyalist bir kitap
kulübünde tanıştığı Gottfried Lessing’e âşık olan yazarın ne yazık ki bu
evliliği de yürümez. "Bu politik bir evlilikti; bu yüzden sayılmaz.
Gerçekte birbirimize hiç uygun değildik ama birbirimize karşı çok iyi davranıyorduk.
Birbirimizi fark etmiyorduk bile. Bu
yavaş yavaş oldu. Kendimde bir şeylerin eskidiğini, parça parça yok olduğumu
fark ediyordum, ta ki bir gün görüntüm aynada yansımayana kadar, ne yüzüm vardı
ne de bedenim, yalnızca bir izlenim olmuştum, bir göz aldatmacası, camın
üstünde buğu oluşturan, yükselip alçalan bir damlacık veya damla damla su
kaçıran musluğun sesinde yitip giden bir soluktum da diyebiliriz buna. Ne
yapabilirdim? Tabii ki ‘evlilik kurumunda kendi kimliğiyle varolan bir kadının
haklarını’ talep etmek için evin içinde yalnız başıma gösteri yapmayacaktım.”
Ve anlatmaya devam ediyor: “Evlilik
yaşamı başka şeyleri de ortaya çıkardı: huy ve ten uyuşmazlığı, büyü ve
kıvılcım yokluğu, ufukların aynı genişlikte olmaması. Bir yerden sonra, insan
karşısındakine dikkat etmez oluyor, karşıdaki kişi saydamlaşıyor, rahatsızlık
bile vermiyor ama orada duruyor, artık varlığı da fark edilmiyor, birbirinize
ne iyi geceler ne de günaydın diyorsunuz.
İşte evlilikte ulaşılan en son nokta bu oluyor.”
Boşanmak zor mu oldu? “Ortak hiçbir yanınız olmayınca çok daha
kolay; çünkü bir şeyler konuşacak veya tartışacak hiçbir noktanız olmadığını
bilirsiniz."
“İngiltere’ye gitmeye karar verdim.
Her şeye hazırdım, özgürdüm, sonunda yaşamaya, başka bir dünyada yeniden
doğmaya, gençleşmeye, uyurken bile hayata, gecenin karanlığına ve tekrar aşka
gülümsemeye kararlıydım. Ah! Hayat! Sık sık hayalini kurduğum o özgürlük, o
yaşama sevinci, o baş döndürücü tutku! Bir de küçük bir tutku besliyordum, yani
benden büyük bir özveri bekleyen, yepyeni ve kışkırtıcı, pırıl pırıl ve baş
döndürücü bir ‘yazı’ya ilişkin bir hayalim vardı. Büyülü cümlelerin
dehlizlerini izleyerek edebiyatta yol almak. Kendi yüreğimin sırlarını
açıklamak, damarlarımdaki çılgınlığın ve bilinçaltıma hapsedilmiş cesaretin
birazını yazıma taşımayı arzuluyordum. Bilirsiniz hayal kurmak tatlıdır, hem de
bedavadır, ayrıca insana güven de verir.’’
1949’da Lessing, Gottfried’den olan
oğlu Peter ile birlikte Güney Rodezya’dan (bugünkü adıyla Zimbabwe) ayrılır. Cebinde
birkaç paund ve ilk eseri olan, beyaz bir çiftçinin karısı ile onun siyah
hizmetlisi arasında geçen karmaşık bir ilişkiyi konu alan Türkü Söylüyor Otlar’ın müsveddesi ile Londra’ya gider. Boşanmış
olmalarına karşın ikinci kocasının soyadını kullanmayı sürdürür. Bu dönemde
yazdığı öykü, makale ve yazılarda komünizmin etkisi görülür. (1956’da yaşanan
Macaristan krizinden sonra Komünist Parti’yi de bırakacaktır.)
Lessing’in yapıtları, hayatından
izler taşır ve özellikle ilk eserleri Afrika deneyimlerini anlatır. Çocukluk
anıları, politik düşünceleri, beyaz bir İngiliz olarak yaşadığı kültür
karmaşası ve eşitsizliğe karşı olan isyanı, erken dönem romanlarının
beslendikleri atardamarlardır.
"Bir nedenden ötürü başka
bir gün onu tekrar okumak zorunda kaldım ve bu geçen elli yıl boyunca yazımın
değişmediğini gördüm. Eğer uygun ifade buysa, farklı sesleri kullanmış olmama
rağmen hem de."
Etiketlerden nefret eder ama
kendisine birçok etiket yakıştırılmıştır. Önce renkler üzerine yazan bir
yazardı, daha sonra komünizm ile ilgili yazdı, en sonunda da en ünlü kitabı Altın Defter’de feminizm üzerine yazdı.
"O, herkesin olmak isteyeceği türden bir yazardır." der Doğu Anglia
Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olan yakın arkadaşı Christopher Bigsby.
"Fakat o kategorize edilmek istemez- onun bir sonraki yapıtı hakkında
tahmin yürütmek her zaman güç olmuştur. Doris Lessing ile ilgili hiçbir dar
görüşlülük mümkün değildir."
Gerçeklikten bilim kurguya doğru
olan girişimleri bazı çevrelerden sert eleştiriler almıştır. Eleştirilerden
biri bunu "görevden basitçe ve
açıkça bir kaçış" olarak
nitelendirmiştir. Lessing homurdanarak, saldırgan bir tavırla ne isterse onu
yapacağını söyleyerek kendini savunur: "Görev diye bir şey yoktur. Bir
şeyler yazarsın ve insanlar da onu ya beğenir ya da beğenmez."
Ancak daha önceki röportajlarında
yazdıklarının toplumu değiştireceğini düşündüğünü söylüyordu. "Bu saçma ve
aptalca fikirlere sahip olduğumda oldukça genç ve toydum. Hiçbir şeyi
değiştiremezsiniz."
Ona Gene Aşk’ın gerçeğe bir geri dönüşü mü işaret ettiğini soruyorum.
"Nereden dönüş?" diye yanıtlıyor beni. Tabii ki bilim kurgudan bir
dönüş. "Hiçbir zaman ayrılmadım ki geri döneyim."
Lessing, direkt ve uzlaşmaz bir
tutum içinde. Bir soru sorduğumda, sürekli olarak açıkça bana ne demek
istediğimi sorarak kolayca başka bir konuya geçmiyor. Ancak sevimli ve cana
yakın ve bir saatlik bir konuşmanın güçlükle geçen ilk çeyreğinden sonra da
oldukça hevesli ve ilgili. Sonunda, beni teypten Güney Afrika’dan bir kuş
ötüşünü dinlemeye davet ediyor. Çalılıkta öten kuşların tiz cıvıltılarına
kapılmış bir halde kafasını sallayarak dinlerken "Bu bana vatanımı
hatırlatıyor ve oraları özlüyorum," diyor. "Bu sesleri yıllardır
işitmedim ve şimdi hepsini yeniden hatırlıyorum."
Yıl l950’dir. Henüz otuzuna giren Lessing’in ilk romanı
okurla buluşur: Türkü Söylüyor Otlar. Bu roman Rodezya’da geçer ve yazarın
yaşamından izler taşır. Beyazlarla siyahlar arasındaki eşitsizlik ve Afrika’da
yaşadığı kültür çatışması romanın eksenini oluşturur, tıpkı bir sonraki yıl
yayımladığı Afrika Öyküleri ya da Burası
Yaşlı Şefin Ülkesiydi adlı öykü gibi. Fakat Güney Afrika ve Rodezya
hükümetleri bu kitaplardan ‘hoşlanmazlar’ ve l956 yılında Doris Lessing’in bu
ülkelere girişi yasaklanır.
Yirmi beş yıl Güney Afrika’ya geri
dönmesine izin verilmez. Politik nedenlerden ötürü yasaklı göçmen ilan
edildiğinden, seksenlere kadar geri dönemez. Bu nedenden küçük oğlu Harry’i, otuz
yaşına gelinceye kadar göremez.
Komünist olduğu dönemlere geri dönüp
baktığında içinde büyük bir imansızlık duyuyor ve bunun otoriteye karşı bir
başkaldırış ve isyan amacıyla genel bir baskı ve zorlama belirtisi olduğunu
düşünüyor.Yani komünistler başta olsaydı, onlara karşı mı olacaktınız?
"Evet, hiç şüphesiz. Bir
şeyi incelemeye başlayıp da onun gerçekten iyi bir şey olmadığını fark
ettiğimde, her zaman doğal bir başkaldırı yaşarım; er ya da geç bu mekanik yani
uzaktan kumanda bir davranış."
Bu huyunu babasından aldığına
inanıyor. "Bu, siperlerde katliamları ve hükümetlerin yetersizliğinden
ötürü derin bir aşağılanma ve horlanma yaşamış olan bir jenerasyonun
davranışıdır. Bunun kulağa çok zorlama geldiğini biliyorum, ancak Birinci Dünya
Savaşı’nın doğrudan komünizm ve faşizme yol açtığını düşünüyorum. Başkalarının
da yaptığı gibi, kendimi oldukça
duygusal bir biçimde savaşın yalnız kederi ve ıstırabı ile özdeşleştirdim.
Komünist olduğunuzda, acı çeken herkesle kendinizi bir görüyorsunuz."
Kendisinin aşırı duygusal bir kişi
olduğunu söylüyor ve yıllar geçtikçe “daha iyiye” gittiğini ekliyor. Bu,
kitaplarında aşıladığı bir karakteristik özellik. En son eserinde yer alan bir
karakterin umutsuzluğunu anlatırken şöyle yazmış: "Uyku ile çöktü ve
gözyaşlarıyla uyandı." Bu eserde baştan başa yaşamı yepyeni bir kıyıda,
neredeyse deliliğin eşiğinde olarak tanımlıyor.
Deliliğin sınırları onun her zaman
ilgisini çekmiştir. Altmışlarda, nasıl olduğunu bilirlerse herkesin sahip
olabileceği istem dışı deneyimler yaşadıklarında yanlışlıkla şizofren teşhisi
koyulan insanlar aklına geldi ve böylece denemeye karar verdi.
“Birkaç gün hiçbir şey yemeyerek ve
uyumayarak sınıra yaklaştım. Bu inanılmaz büyüleyici bir deneyimdi, hani
insanların bahsettiği şu meşhur gaipten gelen sesler var ya hepsini hakikatten
duymaya başlıyorsun."
İşte tam da bu noktada bunu
okuyanların denemelerini istemediği için bu konu hakkında konuşmayı kesiyor.
"Bunun bu ölçüde korkunç ve inanılmaz tehlikeli olduğunun farkında
olsaydım gerçekten de bu kadar kaygısızca bu işe girişmezdim. Yeniden geri
gelmek o kadar da kolay değil.”
Devam ediyor: “Haftalarca bu
semptomlardan kurtulamadı- özellikle de içimdeki çekiç gibi vuran, ne kadar
kötü ve hain olduğumu, benimle ilgili her şeyin ne kadar da korkunç olduğunu
söyleyen şu öfkeli nefret dolu sesten. Neler olup bittiğini anlamıştım, ancak
psikolojik açıdan birazcık saf ve zayıfsanız, bu seslerin kolayca dışarıda bir
yerden uzaydan geldiğini düşünebilirsiniz."
İnsanların akli durumlarına olan
ilgisinin Hıristiyan mistisizmi ile karşılaştırılan ilim ile ilgili sezgisel
bir araştırma olan tasavvuf inancıyla bağlantılı olup olmadığını soruyorum.
"Bu konuya girmek istemiyorum. Biri bu konu hakkında konuştuğunda, diğer
biri de konuları inanılmaz derecede hafife alıp basitleştiriyor ve de insanları
yanlış yönlendiriyor." Bu konu üzerinde kırk yıldan daha uzun bir zamandır
çalışıyor. Onu tanıyanlara göre bu felsefe ona büyük bir tatmin, gönül
rahatlığı ve iç huzuru veriyor. Sonuç olarak açık ve net bir şekilde "Bu,
hayatımdaki en önemli şey benim için." diyor.
Aniden "Kitabımı beğenip beğenmediğinizi
söylemediniz." diyor. Hazırlıksız yakalanıyorum. “Evet, Evet… diye kekeliyorum. Lessing
şaşırmış bir şekilde bakıyor. Alelacele
“Herhalde vurgulanmak istenen nokta da buydu.” diyorum.
Konuştuğumuz diğer konularda da
sınava çekiliyorum. (Onun da düşündüğü gibi) Yatılı okulun, hayatı berbat
ettiğini düşünüyor muyum? Uzun süreli yalnızlığın yararlarına karşı neden bu
kadar “karşı”yım? Çocukken, yetişkinlerin ve büyüklerin yalanlarını dosdoğru
gördüm mü? “Hayır.” diye yanıt verdiğimde oldukça şaşırıyor. "Eminim ki şu
anda unutmuşsundur."
Bana Londra Metrosu’nda insanlarla
nasıl da sohbetlere katılmayı sevdiğini anlatıyor-"Hayır, tabii ki onlara
kim olduğumu söylemiyorum"- ve birdenbire neden röportajlardan bu kadar
nefret ettiği kafama dank ediyor: O,
sorulara yanıt vermeyi değil, soru sormayı seven bir kadın.
l4
Aralık, 2007
Kaynakça
Güven Turan, Doris
Lessling: Romanda Deneyim ve Deney
Naime Narin, Cömertliğin
Kanıtı, Virgül Dergisi, Kasım 2007, sayı 112
Miraç Zeynep Özkartal Özgür
Kadın’ın Nobelli Simgesi, Milliyet kitap, 16 Aralık 2007
Joyce Carol Oates A
visit with Doris Lessing, Souther Review, Oct l973
Helena de Bertodano, Life
is stronger than fiction, The Daily Telegraph, April 1996
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder