27 Aralık 2013 Cuma

Seksen Sekizinde Artık Rahatsız Edilmek İstemeyen Nobelli Bir Yazar Doris Lessing

     
         Altın Defter var tabii. Tıpkı Lessing gibi kimliğini bulmaya ve korumaya çalışan Anna Wulf’un hikâyesi kimi eleştirmenler tarafından ‘erkek diliyle yazılmış kadın öfkesi, olarak tanımlansa da’ çağın ikiyüzlülüğüne ayna tutan bir yapıt olarak edebiyat tarihindeki yerini almış. İlerleyen yıllarda Doris Lessing kendini şöyle savunmuş:  “Hayır, Wulf erkek gibi bir kadın değil, erkeklerin sahip olduğu özgürlüğü yaşamaya çalışan bir kadın.” diyerek romanın aslında ‘ne’den bahsettiğini açıklama gereği duymuş. 
Şu an Doris Lessing’in evine gitmekteyim. Doris Lessing! Evet, yanlış okumadınız. Yani 2007 yılı Nobel Edebiyat Ödülünü alan İngiliz yazar. Çok zeki olduğu ve zamanımızın en büyük yazarlarından olduğu hep söylenmişti. Ve bu sene de Nobel komitesi yaptığı açıklamada, kadınların yaşam tecrübelerini destansı bir anlatımla okuyucusuna aktaran bir yazar olması nedeniyle ona bu ödülün verildiğini belirtiyor. Peki ne yazmış?  28 roman veya 29 roman mı yazmış? Akılda tutmak güç. Tüm bunlara ek olarak şiir, oyun ve opera da var. Yazdıklarının bir kısmını uzun yıllara yayılan bir süreç içinde okudum ama yeterli olduğunu söyleyemem elbette.  Bir de l962 yılında yayımlanan ve kendisini dünya çapında üne kavuşturan


            İşte ben onunla röportaj yapmaya onun evine doğru yol alırken bir yandan da bana nasıl bir sınav çekeceğini merak ediyorum. Hiç kuşkum yok ki ben de gıkımı bile çıkartamayacağım. Ne de olsa Doris Lessing bu!  Adı bile korkutucu.   
            Doris Lessing ile görüşmeden önce onun röportajlar ile ilgili düşüncelerini okumak oldukça cesaret kırıcıydı. Medyada yer alan herhangi bir açıklamanın onu nasıl da rahatsız ettiğini bile bile, belki böyle bir konuşmaya hiç teşebbüs etmemeliydim.  Bunu editörüme de söylediğim halde bu konuşmayı benim yapmamdaki ısrarını anlamış değilim. Dışarıda yürürken mükemmel cümleler kurmuştum, eve girdiğim anda tek kelimesini hatırlamıyordum. 
             "Daha önceleri belki de defalarca sorulmuş olan sorulara karşı kim bilir kaç defa burada böyle ilgisizce oturmuşumdur. Evet, böyle yaparım ve umarım ki..." gibi röportajlarının arasında serpiştirilmiş yakınmalarını az okumamıştım. Onunla söyleşiye başlar başlamaz hemen ona bu davranışını sordum ve o da hoş bir gülümsemeyle karşılık verdi: "Belki de biraz abartıyorum galiba. Ancak tanınmış ve meşhur kişilerin özel hayatlarına karşı duyulan bu ilgiyi bir türlü anlayamıyorum. Bu insanlar da sokaktaki diğer insanların hayatlarına benzer hayatlar sürüyorlar."
            Otobiyografisinin tanıtımını yapmak amacıyla çıktığı on dört haftalık bir dünya turu esnasında yaşadığı hayal kırıklığı ve hüsranı anlatıyor. "Yayıncılarıma kitap tanıtımlarına katılacağıma evde oturup yeni bir kitap yazmanın daha hayırlı ve yararlı olacağını söyledim ama dinletemedim. Bu sefer baştan kesip attım, kimse beni evden dışarı çıkartamaz diyerek son noktayı koydum ve sadece tek bir röportaj yapacağımı söyledim."
            Ona göre bu röportaj işkencesinin tekrarına neden, sekiz yıl aradan sonra Gene Aşk adlı eserini tamamlaması olmuş. Doris Lessing bu eserinde hiçbir zaman karşılaşmadığı bir kadına âşık olan bir adamın üzüntüsünü acısını ve hüznünü anlatmış. Orta yaşı aşkın bir kadın yazarın ağzından aşkı işlemiş.  Çocukluktan başlayarak dostluğa, romantizme, cinsel tutkuya, hatta pornografiye kadar her yönüyle aşkı anlatmış.    
            Bu eseri kaleme alma düşüncesi, büyük teyzesinin portresini görüp ona âşık olan bir arkadaşı ile görüştükten sonra doğmuş. "Birisi size böyle bir şey söylese tabii ki buna gülersiniz. Ancak bu gülünecek bir şey değildir.” 
            Yazarın, Gene Aşk’ta irdelediği gibi, yaşam boyu kişinin yakasını bırakmayan aşk bir hastalık mı yoksa?
            Zaten Lessing’in kendisi de acılara yabancı değil. Birkaç yıl evvel nedenini açıklamadığı bir üzüntü ve acıdan ötürü büyük bir vurgun yemiş. Neler yaşadığını anlatabilmek için, bana hayatımda hiç büyük bir acı veya üzüntü  -“ama gerçek bir acı ve çöküntü, depresyon değil”- yaşayıp yaşamadığımı sordu. Sanmıyorum, diye yanıtladım.  O da "İnan bana, eğer yaşasaydın bilirdin." dedi.
            Bunu ne harekete geçirdi? "Bundan hiçbir zaman emin olamadım. Galiba bu çocukluğumdan kalma bir şey olmalı. Acı ve kederin yılların birikimi olarak ortaya çıktığı ve benim yaşıma ulaşıldığında da bundan ötürü birçok insanın öldüğüne dair bir teori var. İlginç olan ne, biliyor musunuz? Bu acı ve keder kendini öyle fiziksel bir ağrı olarak gösteriyor ki bundan kurtulabilmek için kendini bir uçurumdan aşağı atacak kadar korkunç bir kalp ağrısı hissediyorsun."
            Birden kıkırdamaya başlıyor: "Şaşırtıcı olan ne, biliyor musunuz? Bu ağrı için aspirin almaya başlamam. Ne kadar komik değil mi!  Ağrı ve acı çeken bir kalp için aspirin..."
            Doris Lessing, mutfak masasında otururken bir taraftan konuşup diğer taraftan da kuru üzüm saplarını ayıklıyor. Kuzey Londra’nın sessiz bir semtinde kent’in tepelerine bakan yüksek Viktorya tarzı bir evde yaşıyor. Mutfak da evin geri kalanı gibi neşeli bir karmaşa içinde- merdivenlerin üzerinde ve oturma odasının boş olan zeminin her tarafında kitaplar yığılı. Kitaplar! Dosyalar! Müsvedde kâğıtları! Kitaplar her yerdeler, evinin en saygın konukları olduklarını hemen anlıyorsunuz.
            İri yarı ve sakallı bir adam olan en küçük oğlu Peter, biz konuşurken ara sıra yüzünde bir gülümseme ile kendini gösteriyor. Doris Lessing yarım asır evvel Güney Afrika’dan ayrıldığında onunla beraber İngiltere’ye gelen tek evladı. Zimbabwe’de kahve yetiştiren bir çiftçi olan büyük oğlu John l994 yılında öldü. Kızı Jean ise Cape Town’da yaşıyor.
            Doris Lessing 1919 yılında Doris May Tayler olarak İngiliz bir anne babanın çocuğu olarak İran’da doğar. Birinci Dünya Savaşı’nda bacağını kaybedip hastaneye yatırıldığında kendisine bakan İngiliz hemşireye âşık olarak evlenen Kaptan Alfred Tayler’in kızıdır. Doris’in çocukluğu ve gençliği çeşitli Afrika ülkelerinde geçer.  1925 yılında mısır yetiştirerek zengin olma hayalleri kuran aile, Güney Rodezya’ya taşınır. Ne var ki bu hareket felaketle sonuçlanacak, Tayler ailesi her şeyini kaybedecektir. Doris’in annesi de hiçbir zaman hayal kırıklığından kurtulamaz ve kendine gelemez.
            Ancak Doris için bu deneyim daha da hayati oldu. "Tecrit edilmiş, izbe bir tarlaydı ve kapıyı açar açmaz çalılıkların içine giriyordun. Kendi başıma boş boş gezinmek imkânı belki de başıma gelen en değerli şeydi."
            Daha içe dönük ve kapalı bir insan olmadınız mı, diye sorduğumda,"Yalnızlık tehlikeliymiş gibi neden böyle söylüyorsunuz? Bugünlerde çocukların çeteler içinde zaman geçirmesi daha acınacak bir durum diye düşünüyorum.
            Çocuklar için yalnız olmak güzel bir şeydir: Kendi kendine olma ve kendi düşüncelerinle baş başa kalma duygusunu tadarsın. . ."
            Yalnız geçirilen zamanın kıymetini anlatmaya devam ediyor : "Yalnızlığın değerini bilin. Hiç kimse ile konuşmak veya bir araya gelmek zorunda kalmazsınız." Hiç kimseyi görmeden veya hiç kimse ile konuşmadan ne kadar dayanabilirsiniz diye soruyorum. Bir hafta? "Aman Yarabbim, evet. Harika. Eğer insanlarla beraber fazla zaman geçirirsem, yalnızlığı özlediğimden oldukça histerik bir hale gelebilirim. Biliyorsunuz içsel deneyim özeldir, üzerinde tartışma yapılamaz. Ben mistisizme eğilimli biriyim. Mistisizm öğretisini İdris Şah’tan aldım.”
            Doris Lessing Marksizm yerine Sufi görüşü l960’lı yıllardan başlayarak benimser. Onu dünyaca ünlü yapacak olan,  Altın Defter, başyapıtını yazmaya koyulur o yıllarda. ‘Her zaman arkadaşım oldular.’ dediği rüyalarını başköşeye oturttuğu bir roman olur. Yalnızca Lessing için değil feminist edebiyat için de bir mihenk taşıdır.
            Söylediklerini düşününce ‘Altın Defter’i bu açıdan irdelemeye başladım.  Altın Defter’ de Anna Wulf’un  gördüğü rüya Lessing’in dünyaya bakışını özetler gibidir:
            “Rüyamda çok güzel bir kumaş, muazzam bir ağ şeklinde çevreye yayılıyordu. İnanılmaz güzellikteydi, üzerinle motifler işlenmişti. Motifler, insanlığın mitlerinin resme dökülmüş haliydi, ama sadece resim değildiler, aynı zamanda mitlerin kendileriydiler, bu da parıldayan, yumuşak ağı canlı kılıyordu. Karışık ve inanılmaz pek çok renk vardı, ama bu uzayıp giden kumaşın yarattığı genel görünüş, rengârenk bir kırmızılıktı. Rüyamda bu kumaşı elime alıp ona dokunuyor ve mutluluktan ağlıyordum. Tekrar baktığımda, kumaşın Sovyetler Birliği haritası şeklinde olduğunu gördüm. Büyümeye başladı: Genişledi, parıldayan tatlı bir deniz gibi hafif hafif dalgalanarak genişledi. Artı çevresindeki Polonya, Macaristan gibi ülkeleri de kapsıyordu (...)Ben hâlâ sevinçten ağlıyordum. (...) Ve şimdi bu hafif, parıldayan kırmızı sis, Çin üzerine yayılmıştı;  katı, ağır bir kırmızı pıhtıya dönüşerek koyulaştı. Ben uzayda bir yerde, ayaklarımın ara sıra yaptığı tekmeleme hareketiyle pozisyonumu koruyarak duruyordum. Yerküre dönerken ben, uzayın mavi sis bulutu içinde duruyordum. Yerküre dönüyor, komünist ülkeler için kırmızının tonlarına ve dünyanın geri kalan ülkeleri için çeşitli renklere bürünüyordu. Afrika siyahtı ama koyu, parlak, heyecan verici bir siyah, tıpkı ayın ufukun bir altında durduğu ve az sonra doğacağı bir gecedeki gibi. (...) Sonra bakıyorum, gördüğüm tıpkı bir kehanet gibi- zaman yok olmuş ve insanın tarihi, insanlığın o uzun öyküsü şimdi gördüğüm şeyde mevcut (...)Renkler tarifi olanaksız bir güzellikle birbirinin içine akarak eriyor, böylece dünya tek bir güzel, parlak, ama daha önce hiç görmediğim bir renge bürünerek bir bütün haline geliyor.  Bu, dayanılamayacak bir mutluluk anı, mutluluk genişlemeye başlıyor, öyle ki birden patlıyor- birden kendimi huzur ve sessizlik içinde dururken buluyorum.” (Altın Defter 1, s.330)
            Lessing’in bir yazısında, ruhsal iç mekânlar ile sınırsız evrenin birbirinin yansıması olduğunu, içsel ve dışsal bütünlüğün birbiriyle bağlantılı olduğunu okuduğumu hatırlıyorum. Evrenin sonsuzluğunu kavrayışı onun sufizm inancında yerini bulduğunu artık daha iyi anlıyordum. Aynı zamanda bu görüşü de daha sonra yazacağı uzay romanlarında edebî yansımasını bulacaktı.
            Altın Defter Lessing’in başyapıtı olarak edebiyat çevresinde kabul görmüştür. Bu kitap, artık eser veremediği için tıkanan ve çocuğunu tek başına yetiştiren bir yazarın yazarlık serüvenidir de aynı zamanda. Aynı zamanda Lessing’in kendisidir de. Yazar, eserin kahramanı Anna Wulf’un kişilik bölünmesini dört ayrı renkteki defterlere tuttuğu notlarla verir. Her defter Anna Wulf’un kişiliğinin bir bölümüne odaklanır. Sarı defter yazar olmak isteyen Anna’nın kendi üzerine yazdığı bir defterdir. Siyah defterde Afrika deneyimlerinden, kırmızı defterde politik duruşundan, mavi defterde ise günlük olaylardan söz eder.  Komünizmin hayal kırıklıkları, kadın erkek ilişkileri, cinsel sıkıntılar, yazın serüveni ile ilgili kaygıları nedeniyle ruhsal çöküntünün sınırına dayanmıştır. Ancak kendini çözümleme aşaması, Jung öğretisiyle desteklenen rüyalar, psikoanaliz seanslar, aydınlar arasında yapılan tartışmalar içinde gerçekleşir. Anna’yı çılgınlığın eşiğine getiren bu ruhsal çöküntünün çözümlenmesi beşinci defter olan Altın Defter ile gerçekleşir. Anna artık özgürdür.
            Böyle bir bağımsızlık özlemi onun neden on dördünde anne ve babasına karşı gelerek okulu ve de evi terk ettiğini açıklayabilir sanırım. Afrika’dan çıkan pek çok kadın yazar gibi Lessing de düzgün bir eğitim almaz.  Annesi, kızını iyi yetiştirmeye takıntılıdır. Katolik olmadıkları halde sıkı bir Katolilk okuluna gönderilir.  Okuldaki rahibelerin cehennem öykülerini dinlemekten bıkan Doris, on üç yaşında okulu fikir aşılama sistemi dışına çıkamayan öğretim sisteminin geliştirilemediğini, bireylerin okullarda zamanın önyargılarıyla kalıplaştırıldığını görür ve eğitimini sonlandırır. Karakteri, böyle körü körüne bir disipline boyun eğmesine izin vermez. Kendini yetiştirenler kervanına katılır. En büyük hocaları Dostoyevski, Dickens, Kipling, Tolstoy ve özellikle de D. H. Lawrence olur. Çok erken yaşlardan itibaren zorlu hayat koşullarına uyum sağlamayı öğrenir. O günlerinden, kendi tabiriyle ‘zevk ve işkence karışımı’ ergenlik dönemi olarak söz eder.   Kendini hayata karşı zırhlanmak zorunda hisseder, on beş yaşında hemşirelik yapmak üzere ailesinin yanından ayrılır. Salisbury’de (Harare) hemşire ve telefon operatörü olarak çalıştıktan sonra, yirmi dokuz yaşında iki defa evlenip boşanmıştır bile. On dokuzunda memur olan Frank Wisdom ile evlenir. Psikolojik olarak hâlâ küçük bir çocuktum. Ve bu babamı,- evet babamı unutamıyorum!-Yani kocamı demek istiyorum, ay dilim nasıl da sürçtü. Benden on yaş daha büyük olmasından ötürü herhalde. Bomboş bir evlilikti bizimkisi."
            Bu evlilik tahmin edilebileceği üzere yürümez; kendisini içten içe çürüten bir kimliğin içine hapsolduğunu düşünür. Kişiliğini korumak adına kocasını ve iki çocuğunu terk eder.
            İkinci evlilik, boşanmanın hemen ardından gelir.  Sosyalist bir kitap kulübünde tanıştığı Gottfried Lessing’e âşık olan yazarın ne yazık ki bu evliliği de yürümez. "Bu politik bir evlilikti; bu yüzden sayılmaz. Gerçekte birbirimize hiç uygun değildik ama birbirimize karşı çok iyi davranıyorduk. Birbirimizi fark etmiyorduk bile.  Bu yavaş yavaş oldu. Kendimde bir şeylerin eskidiğini, parça parça yok olduğumu fark ediyordum, ta ki bir gün görüntüm aynada yansımayana kadar, ne yüzüm vardı ne de bedenim, yalnızca bir izlenim olmuştum, bir göz aldatmacası, camın üstünde buğu oluşturan, yükselip alçalan bir damlacık veya damla damla su kaçıran musluğun sesinde yitip giden bir soluktum da diyebiliriz buna. Ne yapabilirdim? Tabii ki ‘evlilik kurumunda kendi kimliğiyle varolan bir kadının haklarını’ talep etmek için evin içinde yalnız başıma gösteri yapmayacaktım.”
            Ve anlatmaya devam ediyor: “Evlilik yaşamı başka şeyleri de ortaya çıkardı: huy ve ten uyuşmazlığı, büyü ve kıvılcım yokluğu, ufukların aynı genişlikte olmaması. Bir yerden sonra, insan karşısındakine dikkat etmez oluyor, karşıdaki kişi saydamlaşıyor, rahatsızlık bile vermiyor ama orada duruyor, artık varlığı da fark edilmiyor, birbirinize ne iyi geceler ne de günaydın diyorsunuz.  İşte evlilikte ulaşılan en son nokta bu oluyor.”
            Boşanmak zor mu oldu?  “Ortak hiçbir yanınız olmayınca çok daha kolay; çünkü bir şeyler konuşacak veya tartışacak hiçbir noktanız olmadığını bilirsiniz."
            “İngiltere’ye gitmeye karar verdim. Her şeye hazırdım, özgürdüm, sonunda yaşamaya, başka bir dünyada yeniden doğmaya, gençleşmeye, uyurken bile hayata, gecenin karanlığına ve tekrar aşka gülümsemeye kararlıydım. Ah! Hayat! Sık sık hayalini kurduğum o özgürlük, o yaşama sevinci, o baş döndürücü tutku! Bir de küçük bir tutku besliyordum, yani benden büyük bir özveri bekleyen, yepyeni ve kışkırtıcı, pırıl pırıl ve baş döndürücü bir ‘yazı’ya ilişkin bir hayalim vardı. Büyülü cümlelerin dehlizlerini izleyerek edebiyatta yol almak. Kendi yüreğimin sırlarını açıklamak, damarlarımdaki çılgınlığın ve bilinçaltıma hapsedilmiş cesaretin birazını yazıma taşımayı arzuluyordum. Bilirsiniz hayal kurmak tatlıdır, hem de bedavadır, ayrıca insana güven de verir.’’
            1949’da Lessing, Gottfried’den olan oğlu Peter ile birlikte Güney Rodezya’dan (bugünkü adıyla Zimbabwe) ayrılır. Cebinde birkaç paund ve ilk eseri olan, beyaz bir çiftçinin karısı ile onun siyah hizmetlisi arasında geçen karmaşık bir ilişkiyi konu alan Türkü Söylüyor Otlar’ın müsveddesi ile Londra’ya gider. Boşanmış olmalarına karşın ikinci kocasının soyadını kullanmayı sürdürür. Bu dönemde yazdığı öykü, makale ve yazılarda komünizmin etkisi görülür. (1956’da yaşanan Macaristan krizinden sonra Komünist Parti’yi de bırakacaktır.)
            Lessing’in yapıtları, hayatından izler taşır ve özellikle ilk eserleri Afrika deneyimlerini anlatır. Çocukluk anıları, politik düşünceleri, beyaz bir İngiliz olarak yaşadığı kültür karmaşası ve eşitsizliğe karşı olan isyanı, erken dönem romanlarının beslendikleri atardamarlardır.
             "Bir nedenden ötürü başka bir gün onu tekrar okumak zorunda kaldım ve bu geçen elli yıl boyunca yazımın değişmediğini gördüm. Eğer uygun ifade buysa, farklı sesleri kullanmış olmama rağmen hem de."
             Etiketlerden nefret eder ama kendisine birçok etiket yakıştırılmıştır. Önce renkler üzerine yazan bir yazardı, daha sonra komünizm ile ilgili yazdı, en sonunda da en ünlü kitabı Altın Defter’de feminizm üzerine yazdı. "O, herkesin olmak isteyeceği türden bir yazardır." der Doğu Anglia Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olan yakın arkadaşı Christopher Bigsby. "Fakat o kategorize edilmek istemez- onun bir sonraki yapıtı hakkında tahmin yürütmek her zaman güç olmuştur. Doris Lessing ile ilgili hiçbir dar görüşlülük mümkün değildir."
            Gerçeklikten bilim kurguya doğru olan girişimleri bazı çevrelerden sert eleştiriler almıştır. Eleştirilerden biri bunu  "görevden basitçe ve açıkça bir kaçış"  olarak nitelendirmiştir. Lessing homurdanarak, saldırgan bir tavırla ne isterse onu yapacağını söyleyerek kendini savunur: "Görev diye bir şey yoktur. Bir şeyler yazarsın ve insanlar da onu ya beğenir ya da beğenmez."
            Ancak daha önceki röportajlarında yazdıklarının toplumu değiştireceğini düşündüğünü söylüyordu. "Bu saçma ve aptalca fikirlere sahip olduğumda oldukça genç ve toydum. Hiçbir şeyi değiştiremezsiniz."
            Ona Gene Aşk’ın gerçeğe bir geri dönüşü mü işaret ettiğini soruyorum. "Nereden dönüş?" diye yanıtlıyor beni. Tabii ki bilim kurgudan bir dönüş. "Hiçbir zaman ayrılmadım ki geri döneyim."
            Lessing, direkt ve uzlaşmaz bir tutum içinde. Bir soru sorduğumda, sürekli olarak açıkça bana ne demek istediğimi sorarak kolayca başka bir konuya geçmiyor. Ancak sevimli ve cana yakın ve bir saatlik bir konuşmanın güçlükle geçen ilk çeyreğinden sonra da oldukça hevesli ve ilgili. Sonunda, beni teypten Güney Afrika’dan bir kuş ötüşünü dinlemeye davet ediyor. Çalılıkta öten kuşların tiz cıvıltılarına kapılmış bir halde kafasını sallayarak dinlerken "Bu bana vatanımı hatırlatıyor ve oraları özlüyorum," diyor. "Bu sesleri yıllardır işitmedim ve şimdi hepsini yeniden hatırlıyorum."
            Yıl l950’dir.  Henüz otuzuna giren Lessing’in ilk romanı okurla buluşur: Türkü Söylüyor Otlar.  Bu roman Rodezya’da geçer ve yazarın yaşamından izler taşır. Beyazlarla siyahlar arasındaki eşitsizlik ve Afrika’da yaşadığı kültür çatışması romanın eksenini oluşturur, tıpkı bir sonraki yıl yayımladığı Afrika Öyküleri ya da Burası Yaşlı Şefin Ülkesiydi adlı öykü gibi. Fakat Güney Afrika ve Rodezya hükümetleri bu kitaplardan ‘hoşlanmazlar’ ve l956 yılında Doris Lessing’in bu ülkelere girişi yasaklanır.
            Yirmi beş yıl Güney Afrika’ya geri dönmesine izin verilmez. Politik nedenlerden ötürü yasaklı göçmen ilan edildiğinden, seksenlere kadar geri dönemez. Bu nedenden küçük oğlu Harry’i, otuz yaşına gelinceye kadar göremez. 
            Komünist olduğu dönemlere geri dönüp baktığında içinde büyük bir imansızlık duyuyor ve bunun otoriteye karşı bir başkaldırış ve isyan amacıyla genel bir baskı ve zorlama belirtisi olduğunu düşünüyor.Yani komünistler başta olsaydı, onlara karşı mı olacaktınız?
             "Evet, hiç şüphesiz. Bir şeyi incelemeye başlayıp da onun gerçekten iyi bir şey olmadığını fark ettiğimde, her zaman doğal bir başkaldırı yaşarım; er ya da geç bu mekanik yani uzaktan kumanda bir davranış."
            Bu huyunu babasından aldığına inanıyor. "Bu, siperlerde katliamları ve hükümetlerin yetersizliğinden ötürü derin bir aşağılanma ve horlanma yaşamış olan bir jenerasyonun davranışıdır. Bunun kulağa çok zorlama geldiğini biliyorum, ancak Birinci Dünya Savaşı’nın doğrudan komünizm ve faşizme yol açtığını düşünüyorum. Başkalarının da yaptığı gibi,  kendimi oldukça duygusal bir biçimde savaşın yalnız kederi ve ıstırabı ile özdeşleştirdim. Komünist olduğunuzda, acı çeken herkesle kendinizi bir görüyorsunuz."
            Kendisinin aşırı duygusal bir kişi olduğunu söylüyor ve yıllar geçtikçe “daha iyiye” gittiğini ekliyor. Bu, kitaplarında aşıladığı bir karakteristik özellik. En son eserinde yer alan bir karakterin umutsuzluğunu anlatırken şöyle yazmış: "Uyku ile çöktü ve gözyaşlarıyla uyandı." Bu eserde baştan başa yaşamı yepyeni bir kıyıda, neredeyse deliliğin eşiğinde olarak tanımlıyor.
            Deliliğin sınırları onun her zaman ilgisini çekmiştir. Altmışlarda, nasıl olduğunu bilirlerse herkesin sahip olabileceği istem dışı deneyimler yaşadıklarında yanlışlıkla şizofren teşhisi koyulan insanlar aklına geldi ve böylece denemeye karar verdi.
            “Birkaç gün hiçbir şey yemeyerek ve uyumayarak sınıra yaklaştım. Bu inanılmaz büyüleyici bir deneyimdi, hani insanların bahsettiği şu meşhur gaipten gelen sesler var ya hepsini hakikatten duymaya başlıyorsun."
             İşte tam da bu noktada bunu okuyanların denemelerini istemediği için bu konu hakkında konuşmayı kesiyor. "Bunun bu ölçüde korkunç ve inanılmaz tehlikeli olduğunun farkında olsaydım gerçekten de bu kadar kaygısızca bu işe girişmezdim. Yeniden geri gelmek o kadar da kolay değil.”
            Devam ediyor: “Haftalarca bu semptomlardan kurtulamadı- özellikle de içimdeki çekiç gibi vuran, ne kadar kötü ve hain olduğumu, benimle ilgili her şeyin ne kadar da korkunç olduğunu söyleyen şu öfkeli nefret dolu sesten. Neler olup bittiğini anlamıştım, ancak psikolojik açıdan birazcık saf ve zayıfsanız, bu seslerin kolayca dışarıda bir yerden uzaydan geldiğini düşünebilirsiniz."
            İnsanların akli durumlarına olan ilgisinin Hıristiyan mistisizmi ile karşılaştırılan ilim ile ilgili sezgisel bir araştırma olan tasavvuf inancıyla bağlantılı olup olmadığını soruyorum. "Bu konuya girmek istemiyorum. Biri bu konu hakkında konuştuğunda, diğer biri de konuları inanılmaz derecede hafife alıp basitleştiriyor ve de insanları yanlış yönlendiriyor." Bu konu üzerinde kırk yıldan daha uzun bir zamandır çalışıyor. Onu tanıyanlara göre bu felsefe ona büyük bir tatmin, gönül rahatlığı ve iç huzuru veriyor. Sonuç olarak açık ve net bir şekilde "Bu, hayatımdaki en önemli şey benim için." diyor.
            Aniden "Kitabımı beğenip beğenmediğinizi söylemediniz." diyor. Hazırlıksız yakalanıyorum. “Evet, Evet… diye kekeliyorum. Lessing şaşırmış bir şekilde bakıyor.  Alelacele “Herhalde vurgulanmak istenen nokta da buydu.” diyorum.
            Konuştuğumuz diğer konularda da sınava çekiliyorum. (Onun da düşündüğü gibi) Yatılı okulun, hayatı berbat ettiğini düşünüyor muyum? Uzun süreli yalnızlığın yararlarına karşı neden bu kadar “karşı”yım? Çocukken, yetişkinlerin ve büyüklerin yalanlarını dosdoğru gördüm mü? “Hayır.” diye yanıt verdiğimde oldukça şaşırıyor. "Eminim ki şu anda unutmuşsundur."
            Bana Londra Metrosu’nda insanlarla nasıl da sohbetlere katılmayı sevdiğini anlatıyor-"Hayır, tabii ki onlara kim olduğumu söylemiyorum"- ve birdenbire neden röportajlardan bu kadar nefret ettiği kafama dank ediyor:  O, sorulara yanıt vermeyi değil, soru sormayı seven bir kadın. 


l4 Aralık, 2007



Kaynakça
Güven Turan, Doris Lessling:  Romanda Deneyim ve Deney
Naime Narin, Cömertliğin Kanıtı, Virgül Dergisi, Kasım 2007, sayı 112
Miraç Zeynep Özkartal Özgür Kadın’ın Nobelli Simgesi, Milliyet kitap, 16 Aralık 2007
Joyce Carol Oates A visit with Doris Lessing, Souther Review, Oct l973
Helena de Bertodano, Life is stronger than fiction, The Daily Telegraph, April 1996



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder