28 Aralık 2013 Cumartesi

Düş Evrenini Peşinden Sürükleyen Bir Yazar I T A L O C A L V İ N O

Kırkların sonu, ellilerin başında Italo Calvino, savaş zamanında bir partizan ve anti-faşist olarak yaşadıklarını anlatan öyküler yazmaya ve yayımlamaya başlar. Örümceklerin Yuvalandığı Patika adlı kitabını 1946’nın sonunda bitirdiğinde daha o zamanlar tanınmış bir yazar olan arkadaşı Cesare Pavese’ye gösterir. Pavese bu kitabın yayımlanmasını önerir.  Kitap l947’de yayımlandığında hatırı sayılır bir başarı sağlar;  6000 adet satması, o günlerde, savaş sonrası İtalya’sında küçümsenmeyecek bir başarıdır. Böylece ilk kitabı ile İtalya’daki prestijli “Riccione Ödülü”nü kazanmasıyla, yazar olarak kariyeri de başlamış olur. Bu başarının ardından Einaudi Yayınevini tekrar canlandırması için Pavese’nin editörlük teklifini kabullenmesi de genç yazar Calvino’nun entelektüel ve artistik gelişiminde önemli bir etken olur. Bir editör olarak, işinin gereği, modern İtalya’nın en önemli yazarlarının eserlerine katkıda bulunma fırsatını yakalamıştır.  Aynı zamanda editörlük onu bir metin okuyucusu durumuna getirmiştir. Bu deneyim Calvino’nun olağanüstü kurguların yanı sıra yarı-kurgusal eserler yaratmasını da sağlar.  En göze çarpanı, 1979’da yayımladığı Bir Kış Gecesi Eğer bir Yolcu adlı kitabıdır.

Yazar, okurundan, bu kitabı okuma süreci içerisinde, ön kabullerini, beklentilerini ve hazır kalıplar içerisindeki tavrını bir yana bırakmasını ister.  Parçalanmış, birbirinden bağımsızlaştırılmış metinleri bir araya getirerek, sabırlı bir okurun, bu metinleri tıpkı bir bulmaca çözer gibi tek tek okumasını, yazının izin verdiği ölçüde birbirleriyle bağlantı kurmasını, anlamlandırmasını ister.

“Italo Calvino’nun yeni romanı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını
okumaya başlamak üzeresin.  Gevşe.  Dikkatini topla.  Bütün öteki düşünceleri
sav kafandan.  Evrendeki dünya bırak silinsin.
En iyisi kapıyı kapatmak; yan odadaki TV hep açık.
Hemen ötekilere söyle, “Hayır, ben televizyon izlemek istemiyorum.”
Sesini yükselt- yoksa seni duymazlar-
“Okuyorum!  Rahatsız edilmek istemiyorum!”
Belki duymadılar, onca gürültünün arasında;
daha yüksek sesle söyle, bağır.  “Italo Calvino’nun yeni romanın
okumaya başlıyorum!”  Ya da istesen hiçbir
şey söyleme;  belki seni rahat bırakırlar.
En rahat duruş biçimin bul:  Oturmak mı olur,
yayılmak mı, kıvrılmak ya da kalas gibi  uzanmak mı.
Kalas gibi sırtüstü mü, yan mı, karın üstü mü.
Bir koltukta mı, bir kanepede mi, bir salıncaklı sandalyede mi…”

Böyle bir başlangıçla yazar, okura, klasik bir anlatıma sahip bir roman okumayacağını sezdirmek ister. Bu kitabın odak noktası bir kitabın doğuşu, yazarı ve okuru üzerine felsefik bir sorgulamadır. Yazar kendi keyfi için mi, yoksa okurun hazzı için mi yazmalıdır?  İnsanı şaşkına çeviren bir öykü yazmak mümkün müdür? Eğer bu mümkünse, bir bilgisayar aracılığı ile bugüne kadar yazılmış kitapların yapısını irdeleyerek ve onlara değinerek bir öykü yaratmak imkânı var mıdır? Calvino yazmayı kendine sorun edinen her yazar gibi bu soruların cevabını aramaktadır. Amacı kusursuz bir öykü anlatmaktır. Anlatıyı, metni arayan ve okuyan kişilerde odaklaştırır. Alışılmışın tersine, içinde etik ya da ideolojik bir mesaj taşıyan, ‘Acaba sonu ne olacak?’ diye merak edilen,  okurun soluk soluğa son sayfaya ulaşmaya çalıştığı bir anlatı olmadığını okur ilk etapta anlar. Gerçi bir öykü anlatıyor gibi yapsa da bir iki tümceyle özetlenemeyecek, gerilim taşımayan,  yarıda kalmış izlenimi uyandıran bir öykü okuyordur okur. Anlatıda metinler metinleri doğurur, yazar kabına sığmaz bir biçimde anlatmanın coşkusunu yaşar. Calvino’nun kendisi de metnin içinden oyuna katılır, onun, geleneksel edebiyat okurlarının ve eleştirmenlerinin gözünün içine baka baka, onlarla dalga geçtiğini duyumsarız.  Yirminci yüzyılın bütün okuma eylemlerini alaycı bir üslupla romanlaştırır. Birçok romanlara göndermelerde bulunur.  Yazar-okur diyaloğunu kurguya dâhil eder.  Bir anlamda yazarlığın romanını, bir diğer anlamda da okumanın romanını gerçekleştirmeye çalışır.*
Roman, doğrudan okura hitapla, ‘sen’ diye başlar: “Italo Calvino’nun yeni romanı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını okumaya başlamak üzeresin. Gevşe. Dikkatini topla.” İkinci şahıs ‘sen’ tüm bu yukarıdaki metin boyunca devam etmez. Anlatıda birinci, ikinci, üçüncü şahıs adılları da gerekli olduğunda kullanılır.

Bu anlatının merkezinde hem yazarın hem de okurun kişiliklerinin incelenmesi yer alır. İki çeşit yazar vardır. Birbirlerinin zıddı olan iki yazardır bunlar;  biri üretken yazardır, diğeri ise azap çeken yazardır. Üretken yazar çoksatar kitaplar yazmaya aday bir yazardır; kitabını yazarken sözler su gibi akıp gider, romanı gelişir, hiçbir zorluk çekmez, yazma sürecinde her şey pürüzsüz ilerler. Azap çeken yazar ise pek üretken değildir; tırnaklarını yer, kafasını kaşır, kâğıtları buruşturur, gününü hikâyesinin yönünü tespit etmek için aldığı notlarla geçirir. Üretken yazar ile azap çeken yazar arasında bir rekabet vardır. Üretken yazar acı çeken yazara gıpta etmekten kendini alamaz. Acı çeken yazar da toplumun isteklerine göre, bilgisayarda üretilmiş romanlar yazan üretken yazarı kınar. Ama yine de kendini bu kadar güvenle ifade eden yazarı da kıskanmaktan kendini alamaz. Sözün özü, acı çeken yazar üretken yazar gibi, üretken yazar da acı çeken yazar gibi yazmak ister. İşte Calvino’nun bize anlatmak istediği budur.  Yazma eylemini katı bir gerçeklikle anlatma yoluna gitmektense değişik öykülerle, değişik okur tiplerini komikleştirerek romanını kaleme alır.

On değişik öykünün yalnızca başlangıcı olan yukarıdaki alıntı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanında on değişik yazarın yanı sıra on tane okuru da anlatıya dâhil eder.  Bu okurlar arasında Ludmilla, yazarın ulaşmak istediği ideal okurdur. Ludmilla’yı şöyle tarif eder:

“Bu kadın için (…) okumak demek, kendini her türlü amaçtan,
geçmişteki her türlü yargıdan arındırmak, insanın hiç beklemediği
bir anda kendini duyuran bir sesi, bilinmez bir kaynaktan,
kitabın ötelerinden, yazarın ötelerinden, yazma göreneklerinin
ötesinden gelen bir sesi, yani söylenmemiş olanın sesini,
dünyanın henüz kendisi için söylemediği, nasıl söyleyeceğini
de bilemediği şeyin sesini yakalamaya hazır olmak demek.  (s. 246)

On değişik okurdan ilki ancak birkaç sayfa okuduğunu, sonra kendini hayale kaptırıp kitaptan tümüyle bağımsızlaştığını söyler.  İkinci Okur çok dikkatli bir yakın okuma uzmanıdır.  Hiçbir üslup özelliğini kaçırmaz. Kitap onun için ince dil ögelerinin çevresinde döner.  Üçüncü Okur her okuyuşunda ilk kez, yeni bir kitap okuyormuş duygusuna kapılır. Sürekli değişen, daha önce bilincine varmadığı yeni şeyleri gösteren bu kitap sınırsız sayıda değişik ögeyi bir araya getirmiştir. Dördüncü Okur, üçüncüyle aynı fikirde olmakla birlikte metinler arası ilişkilerin yazın geleneğindeki yerini bilir. Tüm okumaların eğitilmiş okuma olduğuna, masum bir ilk okumanın mümkün olmadığına, her metnin daha önce yazılmış (ve okunmuş) tüm metinlerin bir uzantısı olduğuna inanır. İyi bir Julia Kristeva öğrencisidir,  her metnin alıntılar mozaiği ile yapılanmış olduğunu, her metnin, bir başka metnin dönüşüme uğratılmasından doğduğunu bilir. Okur, böyle bir metne- metnin dokusundan dolayı- zengin bir çeşitleme ve çağrışım yolu ile girmektedir. Bütüncül yapı artık tamamıyla yıkılmış, farklılıkların bir arada olmasında estetik güzellik yakalanmaya başlanmıştır.
Beşinci Okur, okumalarında mitik arketipleri, ilk kaynakları bulur. Altıncı Okur için okuma tükenmez bir arzudur. Yedinci Okur için ise yalnızca sonlar anlamlıdır. Bu yedi okura kitabın başkişileri olan Okur ve Öteki Okur da eklenince dokuz okurluk bir grup ortaya çıkar.  Onuncu Okur ise Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabını okuyan bizlerizdir.*

Gerçekçi yazar, anlattığı şeylerin gerçekçi olduğunu vurgulamak ister okura.  İster ki kendi kurguladığı dünyayı okur gerçek gibi algılasın. Bu amacını yerine getirmek için de elinden geldiğince kullandığı teknik ve malzemeyi gizlemeye çalışır. Postmodernist yazar ise romanını kendi kurguladığını ve gerçek bir dünyayı yansıtmadığını açık açık belli eder. Bazen roman konusu roman kuramını incelemeye bile dönüşecek, metin parçalarını (gazete makalesi, ansiklopedi maddesi, şiir, reklam yazısı gibi) sergilemekten çekinmeyecektir.  Gerçekçiliği reddeden bu yenilikçi edebiyatçı karmaşık, anlamsız çağdaş yaşam karşısında tavrını artistik tutarlılıkta ve bir bütün oluşturmakta bulmaz. Çeşitli ögelerden bir araya getirdiği çeşitli imgeleri romanına dokuyarak romanına bir karnaval görüntüsü vermekte de bir sakınca görmez.** 

Her yapıtında yeni bir yazınsal deneyle okurun karşısına çıkan İtalo Calvino, Kesişen Yazgılar Şatosu’nda bu kez büyülü tarot kartlarının dünyasına bir yolculuğa çıkarır bizi. Karanlığın bastırmasıyla ormandaki yolculuklarını yarıda bırakmak zorunda kalan yolcular, bir şatoda bir araya gelirler. Ama hepsi suskundurlar, çünkü bu yolcular hem anlatının kahramanlarıdırlar, hem de tarot kartlarındaki resimlerdir. Öyküleri ancak yan yana dizilen tarot kartlarıyla dile gelebilir. Ama kartların sayısı sınırlı, anlatacakları ise sonsuzluğa uzandığından, öyküleri iç içe geçer. Anlatıcılar, tarot kâğıtlarıyla kaplı masanın çevresinde itişip kakışırlar. İç içe geçmiş tarotlar arasından kendi öykülerini bulup çıkarmaya uğraşırlar. Öyküler ne kadar karışıp arapsaçına dönerse, dört bir yana saçılmış kâğıtlar da o kadar düzene girip mozaiğin içinde yerlerini bulurlar. Anlatının sınırsız ortamında birinin bitirdiği yerden bir başkası sözcülük görevini devralır. Her öykücü kendi öyküsünü anlatmak ve bir an evvel özgürleşmek için sabırsızlanır. Amacı bir başka anlatıcıdan kendi öyküsünün kartlarını kapmaya çalışıp konuşmaya katılmaktır.

Ağzımı açıyorum, konuşmaya çalışıyor,
bir şeyler mırıldanıyorum,
artık kendi öykümü anlatmanın sırası geldi…’ (s.105)


            Öykü anlatıcısı işini iyi bilse de onun öyküsünü öteki öyküden daha kolay izleyebildikleri söylenemez; çünkü kâğıtların sakladığı şeyler, söylediklerinden çoktur.

Tarot oyununun masalsı havasına uygun biçimde, okuru bir gizemin, sırlı bir anlatının içine sokar.  Birbirinin takipçisi bu hikâyelerden yola çıkan yazar, ilmik ata ata anlatıyı akan bir romana dönüştürür.  Birbirinden bağımsız gibi görünen bu metinler, birbirine eklemlenmiş olurlar.  Bu metinler, hem ayrı birer yazı hem de aralarında bağıntılar kurulmuş parçalar olarak da okunabilirler.  Bir yaratıcı yazarın, okuduğu edebi yapıtlara yoğun göndermelere değinirken,  edebiyat klasiklerini nasıl bir anlam örüntüsü içinde yansıttığına tanık oluruz.  Yazarın böylesine donanmış bir edebi birikimle kendini temellendirmiş olduğunun ipuçlarını da buluruz. Bir yazarın yazınsal metinlerden aldığı haz, bu okumalardan derinden etkilendiğini duyumsar, tarot oyunları odaklı bu yazınsal yaratısında maceradan maceraya sürükleniriz.  Bocaccio’nun Dekameron’u, Chaucer’ın Cantenbury Öyküleri, Marguerite de Navarre’in Heptameron’undan öykülerine uzanan bir okuma serüveninde yol alırken edebiyatın öyküleme geleneğine de saygısını sunmaktan geri kalmaz yazar.  Okura çağrışımsal bir yolculuğun ipuçlarını verirken edebiyatın süzgecinden geçirdiği, sürekli devinen bir ‘öykü anlatma oyununda’, klasik edebi metinlerin izleklerinde metinlerini dokumaya başlar.

            Böylece okur ve yazar arasındaki en eski bağın sonsuz öyküler zinciri olduğunu görürüz.  Bu öyle bir bağdır ki kimse onu kıramaz. Ne okur ne de yazar. Öyküler öyküleri, onlar da başka öyküleri doğururken yaşamı zenginleştirmek için elimizde öyküden başka bir şey olmadığını söylemektedir yazar. Ayrıca yazar da okunma arzusuyla, okuruna kavuşmak için çırpınmaktadır. Böylece okur ile yazar bir anlamda birbirlerini tamamlamış olurlar. Tıpkı yaşamın ve sanatın birbirlerini tamamlamaları gibi. Okur ile metin arasında bir ilişkinin kurulduğu, yazarın bir yalanın gölgesine girerek kendini yarattığı bu tabanda bir şeylerin sonsuza kadar değişeceğini artık okur anlamıştır.

Bir anlamda, yazının çerçevesinin hiçbir zaman kapanmayacağının, dolayısıyla yazar-okur diyaloğunun da hiçbir zaman bitmeyeceğinin göstergesidir bu. Yazar anlatı boyunca uygun bulduğu her fırsatta, konuyu başka alanlara saptırır;  gittikçe genişleyen bir anlatı yelpazesi oluşturur. Okur, baş döndürücü bu öyküler girdabının içindedir artık. Anlatı bir kurmaca metin olduğuna göre, yazar da bu kurguladığı metinde oyun içinde oyun, öykü içinde öykü kurgulamaktan kendini alamaz. 18. yy. da yazılmış en ilginç romanlardan biri olan Tristam Shandy’sinin yazarı Laurence Sterne kurgunun tümüyle sapmalara yaslandığını, ‘sapmaların yazarın özgürlüğünün elle tutulur kanıtları olduğunu, ‘Sapmalar, tartışmasız okumanın güneşidir, hayatı ve ruhudur.’  sözleriyle açıklar.
                                                         
Eleştirmenler, Pinokyo’dan sonra İtalya’da yayımlanmış en güzel çocuk kitabı olarak nitelendirirler Calvino’nun İtalyan Masalları’nı. Okullarda okutulmasının gerekliliğinin üzerinde dururlar.  Bu masallarda üslup çok hızlı ve saydamdır. Somutluğu, özlülüğü ve tüy gibi hafif olmayı öğrenir insan. Gerek bu öykülerinde gerek İkiye Bölünen Vikont’ta rastladığımız şen ve güneşli ışık hüküm sürer.*****  İtalo Calvino’nun çevirmeni Işıl Saatçıoğlu, Italo Calvino’nun kurmaca edebiyatın tabularını zorlamaya başlamasını, zaman ve mekânın tutsaklığından kurtulmak için masalı seçmesinde, l956 yılında yayımlanan İtalyan Masalları’nın büyük etkisi olduğunu söyleyerek kitabın giriş yazısındaki sözlerine dikkat çeker: “… artık hiç kuşkum yok; masallar gerçektir.”

Calvino’nun sınırsız düş gücü yeni biçimler ve üslup alanları açar önümüze. Metinlerle, sözcüklerle bir yapboz oyununa davetliyizdir. Karanlık dehlizlere girip çıkmak, labirentlerde kaybolmak oyunun kuralıdır. Okurlarını labirentlerde dolaştırmak Calvino’ya düşer. Ona göre her metin içinde kaybolunacak bir labirenttir. Okurlar da bu patikada dolanan, kaybolan, dönüp dolaşıp bu karanlık dehlize giren gönüllülerdir. O halde, oyun başlayabilir. Hangi kent acaba burası?  Calvino kenti olmasın?  Bu gizemli ve bin bir yüzlü kent, eylemi devinimsizliğe, iradeyi teslim oluşa, sıra dışılığı alışılmışa yeğleyenlerin mekânıdır. Serüven duygusu, fantastik boyut, olağanüstülük bu kentteki güzergâhımızın sapaklarıdır. Belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış gösterilir. Ancak daha ilk satırlarda okura sabırlı olması uyarılmıştır.

Marco Polo-Kubilay Han ilişkisi çerçevesinde arzu, bellek, yaşam, ölüm gibi temaları büyük bir incelik ve şiirsellikle işlediği Görünmez Kentler bildik kentler değil, kurmaca kentlerdir.  Hepsine birer kadın adı verir.  Kitap kısa kısa bölümlerden oluşur. Mekân olarak kent imgesi şiirsel bir fona oturtulmuştur, sanki patika, dağlar, kentin kendisi de birer roman kişisidir. Uçurtmalar kadar hafif, dantel gibi delikli, cibinlikler gibi saydam kentlerdir bu kentler.  Edebiyatın sınırsız evreninde, kent imgemizi değiştirecek yepyeni kentlerden söz eder.  Daha en baştan her sayfaya bir dizge ismi vermeyi aklına koyar:  Kentler ve Anı, Kentler ve Arzu, Kentler ve Göstergeler, dördünce bir alt başlığa Kentler ve Biçim der; ama bu başlık sonra ona fazla belirsiz görünür.  Kentleri yazmayı sürdürürken, alt başlıkları çoğaltmak veya azaltmak ya da hepsini ortadan kaldırmak konusunda bir süre kararsız kalır.  Birçok metni nasıl sınıflandıracağını bilemez; yeni tanımlar aramaya koyulur. Kitabın her bölümü Marco Polo ve Kubilay Han’ın düşünüp yorum yaptıkları italik harflerle dizilmiş bir kısımla sürüp gider.  İlkönce Marco Polo ve Kublay Han’ın ilk metinlerini yazar ama daha sonra kentleri yazmayı sürdürürken başkalarını da yazmak gelir aklına.  İlk metin üzerine çok çalışır, çok malzeme oluşturur.  Kentleri yazmayı sürdürdükçe yazdıkları hakkında, Marco Polo ve Kubilay Han’ın görüşleri olabilecek düşünceler doğar. Böylece elinde başka bir grup malzeme daha oluşur.  Bunu da, geri kalanıyla paralel sürdürmeye çalışır; ona birkaç montaj yapar. Öyle ki diyaloglar birden kesilir ve sonra tekrar devam eder.

Sonunda Görünmez Kentler adını alacak olan kitap okuyucu önüne çıktığında bu kitabı hakkındaki görüşlerini şöyle aktarır:

“Bugün kent kavramı bizim için ne anlama geliyor? Onları kent olarak yaşamanın gittikçe zorlaştığı şu günlerde, kentlere, son bir aşk şiiri gibi bir şey yazdığımı düşünüyorum. Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve ‘Görünmez Kentler’, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya.”  


1960’tan önce roman, çoğunlukla gerçekçi çizgiyi takip ederdi. Eleştirmenler de, romanın başarısını bu çizgiyi göz önünde tutarak değerlendirirlerdi. Sanatın sanat için değil toplum için olduğu görüşü l960’dan sonra L. Lucas’ın etkisiyle değişir. Klasik gerçekçilik yetersiz görülerek toplumcu gerçekçilik ön plana çıkar. Ancak 1980’lerde yenilikçi roman bu görüşü de değiştirir. Roman anlayışında bu değişikliklerin nedenlerini araştıracak olursak Hans-Robert Jauss’un görüşlerine başvurmamız gerekir.

Hans-Robert Jauss tarih boyunca edebiyat zevkinde meydana gelen değişimleri şöyle açıklar:  Yenilik getirmeyen, yeni beklentilere uymayan bir yapıtın o dönemin okurlarına ufuk açmayacağını, o dönemin estetik ölçülerinin değişmesini sağlayamayacağını ileri sürer.  Alışkanlığı kıracak yeni formlar, yeni bir şiir ve yazı dili, yeni stratejiler yaratılması kaçınılmazdır.

Ayrıca Jauss, yapıtı tarihsel ve toplumsal bağlamına yerleştirmeyi de şart koşar; ‘edebiyat formlarının gelişmesini ekonomik ve toplumsal koşullara değil aşınan edebiyat ögelerinin yenilenmesi gerekliliğine bağlar.’**  Bu bağlamda, radikal yenilik getiren yapıtlara bir misyon yüklemiş olur. Bu açıdan ele aldığımızda Jauss, bir edebiyat yapıtını, yazıldığı tarihsel dönemin beklentilerinin ürünü olduğunu göz ardı etmez. Jauss’a göre ‘bir edebiyat yapıtı hem yazıldığı tarihsel dönemin (beklentilerinin) ürünüdür ve bu yönüyle edilgendir hem de yenilikçi ise tarihi etkiler çünkü yeni beklentiler yaratarak ilerdeki dönemlerin toplumsal bağlamlarını belirtmekle etkin bir rol oynar.’ Bu durumda Jauss’un yapıtları değerlendirme ölçütü de doğal olarak okurun beklenti ufkuyla yapıt arasındaki uzaklık ve yakınlık derecesine dayanır. Eğer bir yapıt yazıldığı dönemden daha önceki bir dönemin beklentilerine yakınsa o, modası geçmiş bir yapıttır. Eğer yazıldığı dönemin beklentilerini karşılıyorsa o yapıt ‘modaya uygun’dur. Ama daha ileriki bir dönemin beklentilerinin habercisiyse o yapıt ‘zamanından önce’ gelmiş bir yapıttır.**

Geleneksel edebiyat anlayışı yeni romanda tümüyle tersyüz edilir. Yeni romanda gerçekçilik, yansıtmakla değil yabancılaştırarak ve yeniden kurma yoluyla oluşur. Bu yol da deneysel biçimcilikten geçer. Modernizmle başlayan bu süreç içinde tüm normları yıkıp geçen sınır tanımaz bir avangardizm, sanatın da çıkış noktasını oluşturur.****  Bireysel olguların ve yaşanılan koşulların çok yönlü bir anlatımı öngörülür. Michel Butor, bu akımın ‘gerçeklik’i yansıttığını şu sözlerle savunur: ‘Romanda biçimsel buluş, dar görüşlü bir eleştiri anlayışının çoğu zaman sandığı gibi gerçekçiliğe karşı olmak şöyle dursun, daha ileri bir gerçekçiliğin vazgeçilmez (sine qua non) koşuludur.’***

Geleneksel edebiyatın doğası da değişmiştir artık. Ağaçların, çayırların yerini, harfler, sözcükler ve kitaplardan oluşan yeni bir dünya alır. Bu yazı evreninin odağında eski metinlerin kişileri, Hamlet’ler, Macbeth’ler, Don Kişot’lar gezinir. 20. yüzyıl edebiyatının bu yeni evreninde yazar-anlatıcı yalnızca kurgulamaz, metni nasıl kurguladığını da metnin malzeme konusuna dâhil ederek onu ikinci bir düzlemde yeniden kurgular. Yazar/anlatıcı/okur üçlüsü hep birlikte metnin içinde yer alır. Her biri giderek birer roman kahramanına dönüştükleri bu ortamda konu, metnin neyi anlattığı değil, nasıl kurgulandığıdır. Kendisinin bilincinde olan, kendine yönelik kurmaca sözcükleriyle tanımlanan bu yeni kurgu eğilimi, daha sonra edebiyat terimleri dizgesinde üstkurmaca sözcüğüyle yerini alır.****
Üstkurmaca, edebiyatı oyun olarak gören bir anlayışın ürünüdür. Özne-nesne, iç dünya-reel yaşam, kurmaca-gerçeklik karşıtlıklarının birbirine karıştığı ya da aynı anda yaşandığı, çoğulcu (plualist) ve eşzamanlı (simultaneous) bir gerçeklik anlayışı yansıtılır. Edebiyatın konusu artık değişmiştir. Ne gerçekçilerin dış dünyası, ne de romantiklerin ve modernistlerin iç dünyaları vardır artık. Belki de Samuel Beckett’ın l949’da Georges Duthuit ile yaptığı söyleşide ‘anlatılacak bir şeyin kalmadığı’ bir dünyada edebiyat kendini anlatmak zorunda kalmıştır.****

Gerçeğin belirsizleştiği, sanatçının kendisini sürekli yabancılaştığını duyumsadığı çağımız dünyasında yazar yeniden üretmek yerine, yönünü farklı bir estetik boyuta kaydırmıştır artık. Sanatsal yaratıcılığını hem biçim hem de içerik düzleminde odağa taşırken, sanatla oynamak en büyük hazzı olur. Böylece bugüne dek gelen tüm edebiyat estetiği tersyüz edilmiş olur. Yazma edimi sırasında ortaya çıkan güçlükler edebiyat ortamına taşınır. Metnin odağındaki  ana bakış, ‘Nasıl yaşamalı?’ dan ‘Nasıl yazmalı? ya dönüşmüştür. Metinlerde, filozofların yaşam üzerine görüşlerinin yerini, edebiyat kuramcılarının görüşleri alır. Okur ise bu yeni edebiyat ortamının en önemli ögesi durumuna yükselmiştir. Hiçbir gerçeğin kesinliğinin olmadığı bir edebiyat ortamında, metnin anlamını belirleyecek kişi okurdur artık. Böylece okuma edimi de yazma edimi gibi yüceltilmiş olur. 

 Klişe kalıplarla üretip tüketmekten tavır alan Italo Calvino, edebiyatın/romanın yerleşik ölçütlerin tümüyle dışında bir alana sapma yapması nedeniyle, geleneksel eleştirinin ortaya attığı ‘Edebiyat/roman öldü mü? sorusuna şöyle yanıt verir:

“Edebiyat, ancak kendisine sınırsız hedefler koyarsa yaşayabilir, bu hedefleri gerçekleştirmek her türlü olanağın ötesinde olsa bile. Şairler ve yazarlar başka hiç kimsenin hayal etme cesaretini gösteremeyeceği girişimler tasarlamaktan vazgeçmediği sürece bir işlevi olmaya devam edecektir edebiyatın.”
            Calvino’ya göre yazarlar her şeyi yazabilirler. Edebiyatta özgürlüğü sanatsal özgürlük olarak değerlendirir. Edebiyatın geçmiş dönemlerinde hem biçim hem de konu bakımından kendini yoksullaştırıcı, yıkık dökük fildişi kulelerinde tutsak kalmış, halkla temasını kaybetmiş yazarlara seslenirken onlardan edebiyatın, kelimenin tam anlamıyla özgürlüğün içinde ve onun tadını doyasıya çıkarmalarını ister. Eski öğretilerin neden-sonuç ilişkisinin çöpe atılma zamanıdır. 
 Borges çağın koşulları doğrultusunda, tekliğin güzelliğinden ve bir özgünlükten söz etmemizin mümkün olamayacağını şu sözleriyle açıklar:

“Özgünlük denen şeyin olanak dışı olduğunu düşünüyorum.
Geçmişi, belli belirsiz çeşitleyebilirsiniz ancak.
Her yazar yeni bir tonlamaya yeni bir nüansa sahip olabilir,
ama hepsi bundan ibarettir.  Belki her kuşak aynı şiiri yazıyor,
aynı öyküyü yineliyor, ama küçük, benzeri olmayan bir tonlama
bir ses farkı ile yazıyor ve yineliyor.  Bu da yeterli.”(Moran 1996:87)

Her yazarın korkulu rüyası, yazacağı metne başlamasıdır. Başlamak yaratmak demekse yazarın bu durumu, Tanrı’ya öykünmedir. Yazar bu benzerliğin farkındadır. Farkında olduğu ölçüde de korkar. Bilir ki bu, kibirdir. Öte yandan, her yazar, başlangıç noktası olarak yazdığı metnin bir başlangıç olmadığının da farkındadır,  tekrar tekrar ele alacağı, üzerinde düzeltmeler yapacağı veya tümüyle iptal edeceği bir başlangıç metniyle baş başa olduğunu bilir. Bu bilinç onun kibrini dengelemesine yardımcı olur. Bilir ki her yazdığı metin karşısında hep gücünü, hem de güçsüzlüğünü sergileyecek olan kendisidir. Korkuyla yazma arzusunun kıskacında olan yaratıcı yazarları sonu belli olmayan bir yazma serüveni bekler. Örneğin Cervantes Don Quijote’yi üç kez başlatır; Italo Calvino ise, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’da, bütün yazarların fantazisini gerçekleştirerek yalnızca başlangıçlardan oluşan bir roman yazmıştır. Bu yüzden bu roman Cervantik bir roman olarak değerlendirilmiştir.*
Yazmak, örgü örmek gibidir. Dağınık, ilintisiz gibi görünen olayları birbirine nakışlayarak anlatmaya çalışır yazar. Nereye kadar?  Dikkat ettiği tek şey, başparmağının altına denk gelen düğümü kaçırmamaktır. Sonra ellerini ters çevirir ve ortaya yeni bir şekil çıkar. Ve arkasından yeniden başlar;  olaylarla, mekânlarla, anılarla, zamanla, duygularla, düşüncelerle, kişilerle ve tabii ki nesnelerle yapılan bir tığ işidir yazmak. Aralıklar… bir boşluk… bir boşluk…ve tekrar bir motif. Şaşkınlık ya da sıkıntı yaratan her motif, tekrar tekrar ve her defasında farklı bir biçimde işlenir. Ansızın beliriveren herhangi bir şey… bir şarkı, bir resim, çok önceden izlenmiş bir film metne dahil oluverir. Metnin içinde ilerledikçe, edebiyat tarihinin içinde gezinerek yazar da kendini ve kendi metnini oluşturmaya çalışır.             Yazar güvenilir koltuk değnekleri olmaksızın adım atmış olduğu edebiyat dünyasına girme cüretini gösteriyordur.

Salah Birsel, yazmaya dair şöyle yorum getirir: 
Yazının tadı, sözcükleri giydirmek, soymak, yatırmak, kaldırmak, koşturmak, oynatmak, sıçratmak ve de onlara diz çöktürmek, perende attırmak-aman dikkat düşüncelere basmayın- beden eğitimi yaptırmakla ortalarda salınır… Bir yazı ne zaman başlar, ne zaman biter, ne zaman selama durur, ne zaman havalandırılır, ne zaman saksıya alınır, bunlar bilinmiyorsa lafın dümeni de bilinmiyor demektir.”
Serdar Rıfat, Kitapların Şenlik Ateşi’ndeki denemelerinde iyi bir edebiyatçı ile iyi bir yazar arasındaki farkı şöyle anlatır:  “Edebiyat fakültelerinden iyi dereceli diplomalar alarak ve hatırı sayılır çabalar harcayarak belki iyi “edebiyatçılar” olabiliriz, ancak iyi “yazar” olmaya çalışmak, belki biraz da, masa başı yalnızlığında edebiyat kurumuna kafa tutmakla mümkündür.”
İletişim kurmak için yazdığını söyler Calvino, yazıyı, kendi aracılığıyla, bir şeyleri aktarmayı başardığının bir yolu olarak görür. Ve şöyle yanıtlar ‘Niçin yazıyorum?’ sorusunu: “İletişim kurmak. Belki de beni çevreleyen kültürden, yaşamdan, deneyimden, benden önceki edebiyattan bana gelen, benim de bir insandan geçip sonra yeniden dolaşıma giren bütün deneyimlerin sahip olduğu o kişisel tonu verebildiğim bir şeyler…  Bunun için yazıyorum.”
Calvino’nun ‘kendi’ yazarlarına gelince, bunu bize bir liste halinde sunar.  Okurundan uzak, kendi ördüğü yalnızlık kabuğunda yaşayan yazarın, nasıl yazar olduğuna dair bir itirafıdır bu.  Yazar, okurlarına bir ‘yazar olma belgesi’ imzalar gibidir. Dünya edebiyatının sihirli aynasında yansıyan göz kamaştırıcı yazarlar bir bir sıralanırlar önümüze. Her biri parıltılar saçarak havai fişekler ardında, daha parlak, daha göz alıcı bir halde yeniden canlanırlar bu şenlikte. Kimler yoktur ki! Tümüyle bir edebiyat geçit töreni geçer önümüzden. Stendhal’ı sever, çünkü yalnızca onda bireysel ahlak gerilimi, tarihsel gerilim, yaşam atılımı bir bütün oluşturur. Puşkin’i sever, çünkü berraklık, ironi ve ciddilik taşır. Hemingway’ı sever, çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk iradesi ve hüzün bulur. Stevenson’u sever, çünkü kanatlı bir kuş gibi sanki uçar. Çehov’u sever, çünkü gittiğinden daha öteye gitmez. Conrad’ı sever, çünkü uçurumda yolculuk eder ve onun içinde boğulmaz. Tolstoy’u sever, çünkü kimi zaman yaptıklarını anlamak üzereymiş gibi gelir ona, oysa yoktur böyle bir şey. Flaubert’i sever, çünkü ondan sonra onun gibi yapmayı düşünemez insan.  Altın Böcek’in Poe’sunu sever.  Huckleberry Finn’in Twain’ini sever. Cengel Kitapları’nın Kipling’ini sever. Nievo’yu sever, çünkü birçok kez yeniden okuyup ilk kezki gibi zevk alır.  Jane Austen’ı sever, çünkü asla okumaz ama var olmasından memnunluk duyar. Gogol’ü sever, çünkü net olarak, kötülükle ve ölçüyle deforme eder. Dostoyevski’yi sever, çünkü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce deforme eder. Balzac’ı sever, çünkü vizyonerdir. Kafka’yı sever, çünkü gerçekçidir.  Maupassant’ı sever, çünkü yüzeysel bulur onu. Mansfield’i sever, çünkü yazdıklarından zekâ fışkırır. Fitzgerald’ı sever, çünkü memnuniyetsizliğini belli eder. Radiguet’i sever, çünkü gençlik dönmez bir daha. Svevo’yu sever, çünkü yaşlanmak da gerekecektir.  Bir de…*****


Calvino, hiç şüphesiz, edebiyatı algılayış sınırlarımızı ve okuma becerilerimizi zorlayan bir yazar.  Her şeyden önce kendisi kitap yazma ve okuma sürecini kendine sorun etmiş,  kendini edebiyatla hesaplaşmaya itmişti. Yazmak bir oyunsa, okumanın da bir oyuna dönüşmesi neden mümkün olmasın?

Sözün özü, Calvino, bir yazar olarak tüm edebi tabuları kırıyor. Tonu da şaşılacak derecede doğal. Anlatıya doğal bir ses kazandırarak yapıyor bunu. Hem de yaşlı kuşağın hilekârlığına karşın anlatısının arkasında gizlenmeyen bir tavırla!



5 Kasım 2008



Kaynakça
*         Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları,2000
**       Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3- İletişim Yayınları, 4.baskı
***     Michel Butor, Roman Üstüne Denemeler, Düzlem Yayınları, 1991
****   Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları, 2006.                ***** Luca Baranelli/Ernesto Ferrero, Kalem Sincabı, Dünya Yayınları, Mart 2005                   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder