28 Aralık 2013 Cumartesi

Edebiyatta Mekân Kime Ait?




 Nereye gidersen git,
 bu kent bırakmayacaktır peşini
Kavafis


               
Gökdelenlerden edindiğim deneyim korkuyla karışık hayranlık olmuştur.  İzmir’de ilk dikilen gökdelenden kentimi kuşbakışı seyretmek için inanılmaz bir istek uyanmıştı bende.    Ayağımın altında devinen yaşama üstten bakıyorum. Soluğumu tutmuşum gibi- belki de sahiden öyleydi- içimde ağır bir boşluk duygusundan başka hiçbir şey hissedemeden bir süre oyalandım.  Terasın açıldığı tanımsız çayırlara, sonra bir ağaç öbeğine, onun ardında, dünyanın eğim yaptığı yerde hareketsiz minyatür varoşlara, en uzakta da toplaşan bulutların gerisinde mat mavi ve düz bir dağ sırasına baktım. Çok yüksekteydim, kent çok aşağılarda kalmıştı, o kadar uzaktaydı ki soluk gökyüzünün ve daha soluk denizin arasında bir soluk nokta gibi görünüyordu.  Hani ova ortasında bir tepenin üzerine çıkarsınız, bakarsınız da ne tarafa dönseniz aynı sonsuzluğu, boşluğu yaşarsınız, kendinizi ya uçar ya da bir boşlukta kaybolmuş gibi hissetmeye başlarsınız ya, işte böylesi bir etki oluştu bende. Mekânımı yitirmiş, boşlukta kaybolmuş hissimi hiç unutamam. Ah! O mekânı yitirme korkusu insanı sarınca insan nasıl da tuhaf oluyor. Edebiyatta ise mekân edebiyatın olmazsa olmaz öğelerinden biri.

Son dönemde keyifle okuduğum yazarlardan Hasan Ali Toptaş, Uykuların Doğusu romanının yazım sürecini bakın nasıl anlatıyor:  Her zamanki gibi ben yazacağım romanda neleri nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Pusulam yoktu açıkçası, haritam yoktu, planlarım, karakterlerim ve hikâyelerim yoktu. Bütün bunların metnin içinde metinle birlikte düşünüp metinle birlikte oluşacağını bildiğim için, o günlerde ben ilk cümleyi arıyordum sadece…”diyor. Bu satırları okurken başka yazarların yazma sürecini düşündüm.  Latife Tekin de tıpkı Hasan Ali Toptaş gibi o da romanlarını kurgularken her birini tek tek tasarlamadığını, kitap yazmayı bir proje gibi görmediğini, bir duygululuk hali içinde yazdığını, okumak istediği bir kitabı yazabilmenin, önce kendisine okutabileceği bir metni kurmanın anlamını dile getirir. Kimi yazarlar romanlarını önceden kurduklarını, tüm aşamalarını ve yol ayrımlarını kaydettiklerini, karakterlerini tüm açıklığıyla oluşturduktan sonra, romanı yazmaya başladıklarını söyler. Bu gibi yazarlara en iyi örnek olarak Attila İlhan’ı gösterebiliriz örneğin. Kimi yazarlar da aynı mekân üzerine odaklanırlar. Örneğin Dostoyevski Petersburg’u, Laurence Durell İskenderiye Dörtlüsü’nde İskenderiye’yi, Avignon Beşlisi’nde Avignon’u kendilerine mesken edinmiş yazarlardan. Yazmak uzun bir yolculuk, bir serüven, bir yürüyüş belki de. Tümüyle kitaptan biz okurlara yansıyan, hem yazarda hem okurda içselleşen bir yazma ve okuma serüveni. Duyuşlar, sezgiler, anlamalar, anlamlandırmalarla yüklü bir yolculuk.

Romanın katmanlı yapısına, duygulardan, duyumsamadan söz ediyoruz da, oluşturulan mekânın ruhundan ve atmosferinden de söz etmemiz gerekiyor. Bakın, Bir kente Sanat-Edebiyat Kapısından Girmek adlı denemesinde İsmail Mert Başat romanlarda mekân öğesine şöyle eğiliyor:

“(…)Paris’i en iyi, Victor Hugo’nun “Sefiller” i ile kavrayabiliriz.  O Paris ki, o günden bugüne kendisine ne eklese, ne kadar yenilese, tüm bunlar her seferinde Paris’in kendi imgesine, kendi kültürüne yenik düşmüş ve Paris’in essance’ı, ruhu hep ayakta kalmıştır; ve “Sefiller” hâlâ, Paris’e girmenin en sağlam kapısıdır.  Ya Burgaz’a, onun gizemine, size “hişt. hişt” diye seslenen büyülü yalnızlığına, ya da balıkçı sohbetlerine takılmış yaşam parçalarına, Sait Faik’in öykülerinden başkaca bir kapıdan girebilir mi sanıyorsunuz?  Londra’ya geçmişiyle birlikte bakmanın en verimli rehberlerinden birisi, Dickens değil midir?  James Joyce’un Ulysses’i her şeyden önce, bir Dublin’i koklama, görme, hatta dokunma kılavuzudur.  Hart Crane ile New York’u, Bukowski ile Chicago içindeki “saklı Chicago”yu keşfedebilirsiniz.”

Tarık Dursun K., bir İzmir sevdalısıdır. Gâvur İzmir Güzel İzmir adlı kitabının önsözü,
İzmir sevgisini iki sözcükle anlatır. “ İzmir, Ah!..” İzmir, Tarık Dursun K.’nın hikâyelerinin mekânıdır. Onun hikâyelerinde İzmir’i sokak sokak yaşarız. İmbatla Dol Kalbim, Ona Sevgimi Söyle, Hasangiller, Kopuk Takımı, Sabah Olmasın, Ömrüm Ömrüm gibi kitaplarında İzmir’de, Alireis Mahallesi’nde, Bostanlıköy’de, Havra Sokağı çevrelerinde geçen ilk gençlik yıllarının anılarıyla bezelidir. Tarık Dursun K.’nın işlek dili, onu kuşağının diğer yazarlarından hemen ayırır. Kahramanlarının sıradan dediğimiz insanlardır. Bu insanların diyalogları o kadar tanıdık gelir ki bize, sanki yanı başımızdadırlar. Kimi Basmane’nin hemen üst taraflarında, Kadifekale’nin eteklerinde bir yerde yaşar, kimi Gültepe taraflarında, kimi Balçova, Narlıdere… Sözgelimi, Hasangiller adlı romanındaki kahramanlar Küçükyalı, Konak, Çankaya ve Kemeraltı sokaklarını arşınlar, Alsancak’ın arka taraflarındaki fabrikalarda çalışan ‘küçük’, sıradan, kendi hallerinde insanlardır. İşsiz kalırlar, iş bulurlar, âşık olurlar, aşklarına karşılık bulamazlar, sevinirler, üzülürler, kendilerine özgü zayıflıklarını utana sıkıla yaşarlar.

Eserlerinde İstanbul semtlerini mekân olarak seçen Sait Faik ismi İstanbul ile özdeşleşmiştir. Ele aldığı semtleri mekân olarak algılamaz, mekânlarda yaşayan insanları ağırlar öykü evrenine: Adanın yoksul balıkçıları, Galata rıhtımındaki hamallar, İstiklal Caddesindeki gazete satan çocuklar, Burgazada’daki berber çırağı, Mecidiyeköy sırtlarındaki kulübesinde yaşayan Çingene karısı, kahveci, vapurdan inen yolcular, Gülhane Parkı’nın banklarında uyuyan evsizler ve serserilere açar dünyasını. Öykü kahramanları değişen ve zorlaşan hayat şartlarına karşı İstanbul’un bir köşesinde yaşam savaşı sürdürmeye itilmiş kimselerdir. Tiplerinin çoğu İstanbul’a sonradan gelip yerleşmiş taşralılardır. Istanbul’un düzenine ayak uydurmaya çalışırlar. Andadolu’dan gelen insanlarımızın bu kentte verdikleri yaşam mücadelesi onu derinden etkiler. İstanbul’un semtlerine dağılmış, yerinden, yurdundan kopmak zorunda kalmış bu insanlara karşı büyük bir sevgi duyar. Saik Faik İstanbul’u, özellikle de Burgaz Adası’nı, Rum balıkçıları, halktan insanları, denizi, şiirli bir gerçeklilikle anlattır. Kişileri İstanbul’un yoksul semtlerinde yaşayan, sade ve ihtirastan uzak, orta halli insanlardır. Kenar mahallelerini, balıkçıları, serserileri, sokak satıcılarını kendisi ile özdeşleştirerek anlatır. İstanbul semtleri de hikâyenin bir kahramanı gibi, canlı ve gerçekçi biçimde ele alınır. O’nun İstanbul’u yaşayan bir kenttir. Beyoğlu her zaman cıvıl cıvıl, şıkır şıkırdır; Beyoğlu’suz İstanbul düşünülemez. Burgazada denizdir, martıdır, balıktır. Aynı zamanda hüzündür. Haliç fakirdir. Galata dünyadaki ender köprülerdendir. Üsküdar namuslu ve fakirdir. İstanbul her an soluk alıp verir. Sait Faik’in İstanbul’u uzaktan seyredilmez. Yaşayan, nefes alan bir varlıktır. Şehir bizimle beraber yaşar.

Şehri, yaşayan daha doğrusu şehri şiirinden şiirini de şehrinden çıkaran ilk şair Yahya Kemal’dir. Onun için İstanbul, sonsuza kadar sevilecek aziz bir sevgilidir; çünkü ruhsal, estetik ve kültürel olgunluğunu tamamlamış bütün bir Türk-İslam medeniyetinin birleştiği, hayat bulduğu yerdir. Yahya Kemal’le İstanbul bir medeniyet şehridir. Tüm kent Türk insanının hafızası, vatanın kolektif ruhudur. Memleketinin sanatını, kültürünü içinde barındıran bir mekândır. Şiirlerinde Yahya Kemal Beyatlı için İstanbul azizdir. Bir Başka Tepeden şiirinde:  Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul/Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer./Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!/Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer/ mısralarında İstanbul’a olan hayranlığını dile getirir.

Şehiri doya doya yaşayan bir şair de Orhan Veli’dir. İstanbul’u Dinliyorum şiiri, aynı zamanda bir iç yaşantının dile dökülmesidir. Şiirdeki özne şehir imgeleri içinde dolaşır. Orhan Veli’nin İstanbul’u, büyük bir ritme ve enerjiye sahip olan bir yaşama alanıdır.

1920 – 1950 arasında Türkiye’de toplumun ve tek tek bireylerin mekânsal algılarını etkileyecek köyden kentte göç dalgası yaşanır. Bu göç beraberinde yeni simgesel ve imgesel anlamaların oluşmasını sağlayacak önemli değişmeler getirir; köy ve şehrin birbiriyle daha çok ve daha hızlı tanışması insanların mekânın olgusunu farklılaştırır. Bütün bu değişmeler, edebiyat dünyasında yeni anlamlar kazanır. Anadolu ve Anadolu insanı, edebiyatçılar için bir değerdir. Köyünde kendi halinde yaşarken, tarlasında çalışırken, kentin ihtiyaçlarını karşılarken bir anlam ifade eder. Ne var ki bu insanlar kalabalıklar halinde ve sırtlarındaki denkleriyle büyük kentin yolunu tutukları ve hayat tarzını değiştirecek ölçüde kent hayatına karıştıklarında bir sorun olmaya başlarlar. Bir kent öykücüsü olan Oktay Akbal’da mekân İstanbul’dur. O da öykülerinde bu değişimden duyduğu rahatsızlığı dile getirmekten çekinmez. 1930’lu yılların İstanbul’unun sosyal hayatını, bu kentin geçirdiği değişimi çoğu öykülerinde ele alır. İstanbul Köylüsü’nde kalabalıklaşan İstanbul şöyle anlatılır:

İstanbul bir milyondan ikiye, üçe, dörde çıktı. Anadolu İstanbul’u ele geçirmişti. İster beğenelim, ister beğenmeyelim, buydu gerçek. Anadolu’yu, Anadolu insanını anlatmak isteyen yazarların işi kolaylaşmıştı artık. Oraya gitmek gerekli değildi, Anadolu gelmişti buraya.”

Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nda (1984) anlatının odağına gecekondu romanın mekânını oluşturur. Alt-kültürün sesini yakaladığı bu anlatının çıkış noktası “yoksulluk” katmanlı bir biçimde dile gelir. Değişimin ve çözülmenin bir başka yüzünü yakalar. Şehrin kıyısında, çöp yığınlarının çevresinde, fabrika atıklarının ortasında doğan yeni bir hayatın; şehrin çöpünün hikâyesidir. Durmadan esen rüzgâra karşı dayanıksız, her an yerle bir olabilecek gece kurulan, sabah yıkılan, derme çatma, eğri büğrü, iğreti bir hayatın hikâyesidir. Yazar kendini şöyle anlatıyor:

“Ben politik çalışmaya katıldığım dönemde gecekondulara gittim. Kendi benzerlerimle karşılaştım orda, göçüp gelmiş insanlar, ‘keşke babam bizi bir gecekondu mahallesine getirseydi, böyle bir yerde daha kolay korunurdum’ diye düşündüm. Gecekondululuk…Bunu ben bile isteye, politik bir kimlik olarak seçtim(…)Bir kış günü, gecekondularla kaplı tepelere bakarak yürüyordum, yamaçlarda parlayan çöpleri gördüm, büyülendim. Ağır büyülenme! Sonradan kendi kendime, bir roman yazmak için çarpıldığım andı bu dedim. Üşümüştüm, çok soğuktu, soğuktan düş gördüm ve gördüğüm düş beni düşünülmedik düşüncelere götürdü. Herkesin yıkılıp yerlerine toplu konutların yapılması gerektiğini söylediği mahalleler bana dehşetli güzel geldi o an işte. Berci Kristin Çöp Masalları’nı başka türlü yazamazdım.(…)Ben Gece Dersleri’ni Sevgili Arsız Ölüm’den ayrı düşünemiyorum. İlk üç romanımı aynı ruh hali içinde yazdım.”

Ormanda Ölüm Yokmuş’ta Latife Tekin mekân olarak ormanı seçer. Bir masal öğesini (ormanı) katmanlaştırarak insanın benliğindeki çözümsüzlükleri, sıkışıp kalmışlıkları, dilsizleşme anlarını, korkuları, sevinçleri ormanda yürüyüş yaparken anlatır. Ormanda yürüyüş karanlıktan çıkarak insanın ışığa doğru yürümesidir. Aşk acısıyla ormanda gezinen iki arkadaşın yürüyüşüdür bu. Sevgililerini yitirmiş bu iki arkadaş soludukları aşk havasını içlerinde taşımak isterler, âşık olduklarında olduğu gibi. Bir bakıma arzuları aşka tutunmaktır. Aşk tıpkı ormanda yürümek gibidir. Biraz yönsüzlüktür âşık olmak.  İnsan âşık olunca, o bildik, eski yön duygusunun yerini sonsuz bir ferahlama duygusu alır.

Kafka eserlerinde hangi şehirde, hangi yılda ya da mevsimde olayların geçtiğini açıkça belirtmez. Buna rağmen ayrıntılı mekân anlatımıyla okuru olayların içinde hissettirir. 1914 yılında yazdığı, başyapıtlarından biri sayılan Dava’da Kafka suçluluk öyküsü anlatır. Adalet yüce ve güçlüdür. Oysa roman kahramanı Josef K. adalet karşısında güçsüz bir bireydir. Dünyanın sarsılmaz bir adalet mantığı vardır; kendi başına bırakılmış birey bu güç karşısında boyun eğmek durumundadır. Otuzuncu yaş gününde Josef K. sabah iki adam tarafından tutuklanır. Dava doğumgünü sabahıyla başlar. Tam bir yıl sonra, suçlu bulunup ölüm cezası gerçekleşmesiyle roman sona erer. Roman boyunca Josef K’nın yok oluşunun, yok edilişinin, çiğ gibi, bir ünleme dönüştüğüne tanık olursunuz. Romanda mekânı oluşturan dava salonudur.

Bakıyorum da, arkası gelecek gibi değil bu yazının. Düşündükçe edebiyatın dört bucağından mekânlar üşüşüyor yazıya. Ah, tabii Orhan Pamuk var… Bir İstanbul aşığı olarak tüm kitaplarını İstanbul üzerinden kurgulamış… İlhan Berk’in İstanbul’u ise, çok kültürlü, çok inançlı tarihsel bir süreçten geçerek modernleşmeye uğramış vazgeçilmez bir kaos.
Bir İhsan Oktay Anar var… Günümüzün en benzersiz yapıtlarını kaleme almış yazarlardan biri… Her öykü için o öykünün dilini yaratan, bu dili en yaratıcı biçimde kullanan İhsan Oktay Anar, romanlarında genelde 17.yüzyıl Osmanlı döneminde İstanbul’u anlatmayı seviyor. Daha da var… Var da var… Bitmediği yerde bir nokta istiyor bu yazı, çaresi yok.





Raşel Rakella Asal
10 Şubat 2011



Kaynakça

İsmail Mert Başat, Gökyüzünden başka sınır yok, Kırmızı Yayınları, Şubat 2008
Dr. Osman Gündüz, Oktay Akbal’ın Öykücülüğü, Akçağ yayınları, 2003
Feridun Andaç, Latife Tekin ile “Ormanda Ölüm Yokmuş” Üzerine, Varlık yayınları, Ocak 2002
Aydoğan Yavaşlı, 80 Yaşında Bir Hemşeri, Tarık Dursun K. Üzerine- Cumhuriyet gazetesi, Ege Eki, 25 Ocak 2011
Konur Ertop, Öykümüzün Büyük Ustası- Sait Faik üzerine -11 Mayıs 2004 Salı, Cumhuriyet gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder