28 Aralık 2013 Cumartesi

Karanlığın Yüreğine Yolculuk



      Genelde, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’ni, eleştirmenler kişinin kendi benliğini bulma adına yapılan manevi bir yolculuk olarak değerlendirirler. Bu yolculuk, insanın kendine yolculuğudur. Kendi içindeki muhteşemliği, değeri, yüceliği, mükemmelliği görmeye bir yolculuk. Hayatımızı şekillendiren şeyin bizim hayata ve kendimize bakış açımız olduğunu görmemizi sağlayacak bir yolculuk. Bazı eleştirmenler Conrad’ın simge ve sembolizmini Vergil’in Aeneid’inkine benzer geleneksel epik bir yolculuğu yansıttığını, kimisi de bazı bölümlerin Dante’nin İnferno’sunu yankıladığına dikkat çekerler. Kimi eleştirmenler ise kitabın psikolojik sembolizmle yüklü olduğunu vurgularlar. Bu görüşü paylaşanlar beyaz adam Kurtz’un roman kahramanı Marlow’nun bir eşi olduğunu ve Freud’un “ id” veya Jung’un gölgesini temsil ettiğini açıklarlar. Eser bir başka boyutta ele alındığında ise emperyalizmin eleştirisi olarak gözümüze çarpar. Yapıt, Avrupa sömürgeciliğinin uygarlık maskesi altındaki korkunç yüzü, yirminci yüzyılın insanının ahlak yönünden çöküşü gibi değişik anlamlarda da okunabilir. Ne açıdan ele alınırsa alınsın, Karanlığın Yüreği bu temalarla örülmüş bir içsel yolculukta, kişinin özüne ulaşabilme çabalarıdır.


Roman kahramanı Marlow’nun Belçika Kongo’suna yaptığı yolculuk Thames nehrinde başlar ve yine orada biter. Marlow  (asıl anlatıcı) kitap boyunca dört kişiyle muhatap olur. Teknenin güvertesinde gelişigüzel oturmuşlar, gelgitin dinmesini beklerler. Muhatap olduğu kişilerden biri anlatıcı olur böylece hikâyenin iskeletini o saptar. Conrad, daha romanın başında anlatıcıyla okuru karşı karşıya getirecek bir yöntem kullanıp yazar-okur diyaloğunu başlatacak zemini oluşturmuştur. Gemici artık dinleyici, yani okur, konumundadır.*** (Jale Parla)

Asıl anlatıcı Marlow anlatıya sonradan girer. Sesini ilk duyduğumuz anlatıcı, Thames ağzındaki limanda demir almak için suların yükselmesini bekleyen Nellie teknesinin bir gemicisidir. Anlatı, bir sinema kamerasının gezinmesini andırır biçimde Nellie’nin güvertesindeki kişilere yönelir. En sonunda, sağ kıçta bağdaş kurmuş oturan, ‘yanakları çökük, teni soluk, sırtı dik’ ve görünüşü bir ‘Tanrı heykelciğini andıran’ Marlow’da durur.

Anlatıcı Marlow, daha yolculuğa başlamadan önce,  dünyanın karanlık yerlerine değinir, bu kıtanın gizeminden, denizciliğin en uç noktalarına, bu yolculuğu bir kıtanın ortasına değil de dünyanın ortasına yapmış olduğundan bahsetmesi, daha ilk satırlarda, bu yolculuğun,  herhangi bir yolculuk olmadığı ve ardında bir keşfin yattığını okuyucuya sezdirir.


 “ve burası da” dedi Marlow birden,
dünyanın karanlık yerlerinden biriydi... (s.8)
sanki bir kıtanın orta yerine değil de,
dünyanın orta yerine gidiyormuşum
gibi geldi bana” (s.19)


nasıl olduysa, çevremdeki her şeyi
birden aydınlatıverdi sanki,  düşüncelerimi de.
Ama yeteri kadar karanlıktı da-
hem de acı uyandırıcı. Hiç olağanüstü
bir şey değildi- pek açık da değildi.
Hayır, pek açık değildi. Ama yine de
bir bakıma aydınlatıcıydı” (s.11)

Ayrıca, Marlow’nun aldığı pozisyon onun bir iç yolculuğa çıkacağını ima eder okuyucuya.

“Marlow geride, sağ kıçta bağdaş kurmuş,
mizana direğine yaslanmıştı. Yanakları
çökük, teni soluk, sırtı dikti, görünüşü
bir keşişi andırıyordu. Sarkık kolları,
dışa dönük avuçlarıyla, bir tanrı
heykelciğine benziyordu.” (s.6)

İlginçtir, Marlow monoloğunu sürdürdükçe Thames nehri Afrika’daki bir nehre dönüşür belleğinde. Nehirde ilerlerken, zaman, takvim ya da saat zamanı olmaktan çıkar ve düşsel zamana dönüşür.  Bu düşsel zaman, insanın en ilkel yaşamına ait bilinç dışı anıları çağrıştırır.  İnsanın gerçeği buralarda bir yerlerde gizlidir.***(Jale Parla)

 “Sular değişti, saçtığı huzur parlaklığını
yitirdi, ama derinleşti. Geniş, yaşlı ırmak,
dünyanın uçlarına dek uzanan bir su yolunun
dingin ağırbaşlılığı içinde, kıyılarında yaşayan
insanlara çağlar boyunca yaptığı hizmetlerden
sonra, gün batımında, kımıltısız duruyordu...
Gerçekten de, denizi saygı ve sevgiyle
‘izlemi’ bir adamın, Thames’in aşağı bölümlerinde,
geçmişin ulu ruhunu anması kadar kolay bir şey
yoktur.” (s.7)

Thames da Kongo da farksızdır. Thames eski çağlarda Romalılara ne ifade etmişse, çağımız Kongo’su da onu ifade eder. Çağımız emperyalizmi eski çağlarınkinden farksız değildir.

“Çok eski zamanları düşünüyordum, Romalıların
buraya ilk geldikleri zamanları, bin dokuz yüz yıl öncesini-“ (s.8)

“Aslında pek öyle önemli adamlar da değillerdi
bunlar. Sömürgeci falan değildiler.
Yönetimleri bir baskı aracından başka
bir şey değildi, sanırım. Birer fatihtiler,
bu da kaba güçten başka bir şey gerektirmiyor.(...)
Yalnızca elde etmiş olmak uğruna, ellerine geçeni kaptılar...” (s.10)

“... dünyanın fethi, yani dünyanın,
 rengi bizimkinden farklı ya da burunları
bizimkinden az daha yassı insanların elinden
alınması işi, üzerinde düşünülecek olursa,
pek de hoş bir şey değil.”

Bir Fransız gemisiyle  Kongo’ya gider ....

“ırmak da oradaydı- büyüleyici –
Öldürücü- yılan gibi, off!” (s.15)

Marlow, emperyalizmin bu kıtaya verdiği zararları gözler. Kongo’yu Batılı uygar adam yağmalamıştır.  Bu çağdaş uygarlığın geldiği açgözlü noktadır.  Kongo’da biraz altın ve fildişi uğruna cinayet işlenmektedir. Beyaz adam yalnızca elde etmiş olmak uğruna, eline geçeni kapmıştır.  Yaptığı, şiddetli bir soygundan, geniş çapta bir kıyımdan başka bir şey değildir.  Üstelik gözü hırstan kapanmıştır.   Kendi görüşlerini şöyle ifade eder:

Onlar fatihtiler ve bunun için gereken
yalnızca kaba kuvvettir- sahip olmakla
övünülecek bir şey de değildir bu,
çünkü senin gücün başkalarının
güçsüzlüğünden doğan bir kazadır yalnızca.” (s.31)

“Fildişi sözcüğü havada yankılanıyordu, fısıldanıyordu, iç çekişleriyle terenüm ediliyordu.  Bu sözcükle dua ettiklerini düşünebilirdiniz.” (s.52)

 “ ... uçurumdan gelen bir patlama
sesi daha, bana birden o kıtaya ateş eden savaş
gemilerini anımsattı. Aynı korkutucu gürültüydü...”

“... şiddet iblisini gördüm, tutku iblisini gördüm,
yanan şehvet iblisini gördüm; ama bunlar- Allah kahretsin!- güçlü,
canlı, gözü kanlı, insanları- insanları!- sarsıp sürüyen iblislerdi.”

Bu yerli halk için de şu sözleri kullanır:

“yavaş, yavaş ölmekteydiler – apaçıktı bu.
Düşman değildiler, hükümlü değildiler, dünyayla
ilgili hiçbir şey değildiler artık... Hastalığın ve açlığın
kara gölgelerinden başka bir şey değildiler.”

Marlow bir yerliyi tasvirinde boynuna “bir parça beyaz yün kumaş” (s.25) bağladığına dikkat çeker. “Denizaşırı yerlerden gelme bu kumaş çok çarpıcı duruyordu kara boynunda.” diye yorum getirir. Bu beyaz yün parçasının beyaz adamın yerliye verebileceği tek şey olduğu düşüncesi kafasında iyice belirginleşir. Aynı zamanda böyle bir ortamın ne kadar gerçek dışı olduğunu da vurgular. O mekân yerlilerin doğal ortamıdır. Yapay olan, yerlilerle beyaz adamın ortak yaşamıdır. Medeniyet o ortamda bir aldatmacadır.

“ ... toprağın sessizliği insanı yüreğinden
Vuruyordu- gizemiyle, görkemiyle, gizli
yaşamın akıl almaz gerçekliğiyle.”

Medeniyet ile doğa arasında bağlantı kurmaya çalışır, beceremez ve kendisine şu soruyu yöneltir?

“...Kazara burada bulunan bizler neydik?
O sessizliği yönetebilecek miydik, yoksa o mu bizi yönetecekti?
O dilsiz- belki de sağır- olan şeyin ne büyük,
ne akıl almaz ölçüde büyük olduğunu sezdim.
Ne vardı orada? Oradan biraz fildişi geldiğini görüyordum...”

“...İstekleri, dünyanın içindeki hazineleri söküp çıkarmaktı, ama amaçları bir kasa hırsızınkinden farksızdı.”

Marlow’nun gördükleri, bütün değer yargılarını birden yıkmıştır. Batı medeniyetinin  geleneksel insan değerlerini temsil ettiği inancı sarsılmıştır. Bu noktada medeniyetin kendi çıkarı uğruna istismar edici gücünü görür.

Bu zaman zarfında Marlow, beyaz adam Kurtz hakkında epey bilgi edinmiştir. Bölük pörçük konuşmalardan Kurtz’u tanımaya çalışır. Kurtz’un çok sayıda, hem de en iyisinden fil dişi tedarik eden birinci sınıf ajan olduğunu öğrenir.

“ söyleyin bana, ne olursunuz” dedim,
“ kimdir bu bay Kurtz?”
“ İç şubenin müdürü” dedi, kısa kesip.
Gülerek.... Bir süre konuşmadı.
“ bir dahidir.” dedi sonunda. “ Acımanın,
bilimin, gelişmenin, daha da kim bilir nelerin elçisidir.” (s.37)

Marlow, Kurtz’a yaklaşmak ve onunla tanışmak için sabırsızlanır.

“Dönemeçli rotamızın yüksek duvarları arasında, sessizliğe doğru yolumuzu sürdürüyorduk...( ) Irmağın akıntısına karşı kıyı kıyı giden, büyük, direkli bir avluda badi badi ilerleyen bir böcek gibi...(  )
küçük de olsa, böcek ilerliyordu- istenen de buydu zaten...  Benim içinse Kurtz’a doğru- yalnız Kurtz’a doğru- ilerliyordu...’’ (s.53)

Leo Gurko’nun yorumuna göre bu noktada emperyalist tema, kişisel tema ile iç içe geçer ve kendini bulma serüveninin habercisine dönüşür.

Marlow, yerlilerle iç içe yaşadıkça daha derin gerçekleri kavramaya başlar. Mürettebattaki yerlilerin, aç oldukları halde beyazları yemediklerine tanık olur.

            “Yakala onu.” dedi birden...( )
             “Yakala onu. Bize ver.”
             “ Size ha?” diye sordum.
             “Ne yapacaksınız onları?”
             “ Yiyeceğiz.” dedi....( )

Onun ve arkadaşlarının çok aç olduklarını düşünmeseydim, dehşete düşebilirdim. (s.60)

“... tüm kemirgen açlık şeytanlarının adına, niçin bize saldırıp-  biz beş kişiydik, onlar otuz- iyice karınlarını doyurmadıklarına hala şaşarım.”
“... ama onları engelleyen bir şeyin, olanak hesaplarını altüst eden o insan gizlerinden birinin burada da etkisini gösterdiğini anladım.
“... kısa bir süre sonra beni yiyebileceklerini düşündüğümden değil; ama birden, onlara yeni bir ışık altında bakıyormuşum gibi... (s.61)

“... hiç bir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme var olamaz...” (s.62)

Yamyam mürettebat kolaylıkla otuz beyaz adamı yiyebilirdi. Onları engelleyen neydi diye Marlow sorgulamaya başlar. “Hurafe, iğrenme, sabır, korku- ya da ilkel bir onur duygusu muydu bu?” sorusuna hiçbir yanıt veremez. Onların hangi sebeple kendilerini tuttuklarını hem anlayamaz hem de bir açıklama getirmekte zorlanır. Onların bu tutumlarını ‘ onunla doğulan bir iç güç’e bağlar. Bu öyle bir değerdir ki modern insanda bulunmaz. Marlow şöyle seslenir okuyucularına:

Anlayamazsınız.  Nasıl anlarsınız?-
ayağınızın altında sağlam kaldırım,
çevrenizde sizi alkışlamaya, üstünüze düşmeye
hazır iyi yürekli komşular,
polisle kasabın arasında kibar adımlar atıp
rezaletten, darağacından ve tımarhaneden
korkarak yaşıyorsunuz...’’ (s.71)

Marlow, iç istasyona vardığında, orada karşılaştığı bir Rus’tan, Kurtz’u yerli halkın çok sevdiğini ve onun gitmesini istemediklerini hayretle öğrenir. Götürülmemek için gemiye sarılması komutunu Kurtz’un verdiğini öğrenir. Rus Kurtz hakkında konuşurken Marlow da merakını yenmek için dürbününü almış, kıyıya, Kurtz’un evine ve arkasındaki ormana bakar. Sonra ani bir hareketle yıkık çitin direklerinden birini görür. Diğer direklere baktığında, direklere geçirilmiş “... kara, kuru, pörsük, gözleri kapalı” kafalar görür.   Bunlar isyancıların kelleleridir. Marlow, Kurtz’un çeşitli tutkularını doyururken kendini yeteri kadar denetleyemediğini, kişiliğinde bir eksiklik olduğunu ifade etmekten kendini alamaz.

Kurtz’un sedyesi gemiye taşınırken şirketin müdürü Marlow’a Kurtz’un şirkete yarardan çok zararı olduğunu söyler.

“... zamanın böyle kesin eylemlere elverişli olmadığını anlayamadı
Sakınganlık, sakıngan olmak- benim ilkem bu.
Sakıngan olmalıyız hala.  Bu yöre bize uzun bir süre kapalı kalacak.
Çok kötü!  Tecim işlerimiz çok sarsılacak. Fil dişinin bol olduğunu
Yadsımıyorum- çoğu fosil. Bunları kurtarmamız gerek,
kesin bu- ama bakın, durum ne kadar tehlikeli- niçin?
Çünkü yöntem sağlıksız.” ‘Buna,’ dedim ‘ sağlıksız yöntem mi diyorsunuz?’ ‘ Kuşkusuz,’ dedi coşkuyla.  ‘Siz öyle demiyor musunuz?...’
“... yöntem değil ki bu” diye mırıldandım bir süre sonra.
‘Tamam işte!’ dedi sevinçle.  ‘Böyle olacağını biliyordum.
Tam bir sağduyu eksikliği. Bunu ilgili yetkililere bildirmek görevimdir.” (s.91)


“... gözden düşmüştüm artık, birden Kurtz’la
bir tutulmaya, zamanı henüz gelmemiş yöntemlerin
taraftarlarından sayılmaya başlandım:
Ben de sağlıksızdım!’ (s.92)

            Marlow denizlere açılmış, dünyayı tanımış, deneyler, düşünceler edinmiş, dağarcığını genişletmiştir.  Kongo’daki yaşadıkları, onu emperyalizm hakkında bilgi sahibi yapmıştır. Bu konuda aydınlanmış olarak İngiltere’ye döner. Artık sokaklarda dolaşan o kendini beğenmiş insanlara tahammülü yoktur. Onlar dünyaya meydan okumadan yoksun ve tehlikeden habersiz yaşamlarını sürdürenlerdir. Öldürücü bir uyuşukluğun pençesindedirler. Hayat anlayışları sadece rahatsız edici bir gösteriştir. Bu yüzden onları değerli bulmaz ve onlara serüvenini aktarmada isteksizdir.


“Kendimi gene o mezar kentinde buldum.
Birbirlerinden biraz para yürütmek, o iğrenç yemeklerini gövdelerine
indirmek, o sağlıksız biralarını içmek, o önemsiz, aptalca düşlerini
görmek için sokaklarda koşuşan adamlara kızıyordum.
Düşüncelerime saygısızlık ediyorlardı. Yaşam üzerine bilgileri sinir
bozucu birer yalan olan saldırganlardı bunlar, bunlar, çünkü benim
bildiklerimi bilmelerinin olanaksız olduğuna inanıyordum...( ) Onları
aydınlatmak için bir istek yoktu içimde, ama kendilerine verdikleri
o salakça önemin doldurduğu yüzlerine gülmemek
için zor tutuyordum kendimi bazen.” (s.104)


Romanın sonunda Conrad Marlow’yu Budha pozisyonunda portreler. Marlow’nun Avrupai giysiler içinde Budha pozisyonunu alması, tecrübesinin evrenselliğini ve doğu- batı kültürlerinin sentezini vurgular. Yine de Marlow’dan başka bu tecrübenin önemini ve insanlığın karanlık yönünü açıklığa kavuşturmasındaki aydınlatıcı öğeyi kimsenin anlaması beklenemez. Marlow yaşadıklarının anlatılamayacağını durmaksızın yineler.

“Yaşamdan tek umulacak şey, insanın biraz
kendini öğrenmesi- o da geç gelir hep- ve sönmek
bilmeyen bir yoğun pişmanlık.  Ölümle dövüştüm ben.
Düşünebileceğiniz en can sıkıcı karşılaşmadır bu.
Elle tutulmaz bir pusun içinde yer alır, ayağının altında bir şey yoktur(...)
Bilgiçliğin son aşaması buysa eğer, yaşam
sandığımızdan da gizemli bir bilmece demek.
Son sözü söyleme fırsatının geldiği ana varmama
kıl payı kalmıştı, büyük bir olasılıkla da söylenecek
hiçbir şeyim olmayacağını utanarak gördüm.
Kurtz’un olağanüstü bir adam olduğunu bu
yüzden doğruluyorum. Söyleyecek bir sözü vardı.
Söyledi!” (s.103)

 “Esrarlı”, konuşulamaz”, “anlaşılamaz”, “ akıl sır ermez”, “ifade edilemez”, ‘’kavranamaz” gibi sözleri sık sık tekrarlar. Bu bilmecenin gizinin çözülemez olduğunu vurgular.  Yoğun bir simgesellikle yüklü bir anlatının yorumu tümüyle okura bırakılır. Okurun yorumu ölçüsünde çözülecektir bu giz.  Ama anlatıcı, birbiri ardına sıraladığı paradoks ve ironilerle, bu yorumu olabildiğince bulandırır.***(Jale Parla)

Artık öyküsünü anlatmıştır. Kendi benliğini bulma serüvenini bitirmiştir. Lotus pozisyonunu alır ve tekrar “hiç tükenmeyen o kendi benliğini bulma” yolculuğuna doğru yeni bir yol alır.

“Marlow sustu, düşünen bir Buda görünümünde,
herkesden uzakta, belirsiz, sessiz kaldı.
Bir süre kimse kımıldamadı.” (s 113)


Stewart C. Wilcox’a göre, Marlow’nun aydınlanması ve arınması insan oğlunun en karanlık noktalarını keşfetmesinde gizlidir. Bu noktada Marlow, Buda öğretilerine uygun olarak arınmıştır. İnsanlığı kurtarıcı rolünü üstlenmiştir. Artık Nirvana’ya girmeye hak kazanmıştır.


*           *            *


Avrupa uygarlığı, Fransız Devrimiyle birlikte, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ilerici kavramlarla, hem Avrupa’yı hem dünyayı aydınlattı.  Bütün dünya Avrupa uygarlığını ‘ulaşılması gereken hedef’ olarak gördü. Avrupa, Fransız Devrimi’nin etkisinde eşitlik, kardeşlik, özgürlük kavramlarının savunucusu olduysa da daha sonraki yıllarda bu devrimci özelliğini yitirerek barışçı tutumunu bırakıp saldırgan bir politika izledi; sömürdüğü ülkelerin özgürlüğünü, eşitliğini, kardeşliğini unuttu.

George Orwell 1949 da yazdığı 1984 adlı yapıtında emperyalizmi şöyle ifade eder: 

“Piramidin tepesinde Büyük Birader vardır:  Büyük Birader yanlışlık yapmaz, tüm güç onun elindedir.  Her başarı, her zafer, her buluş, bütün bilgi, bütün mutluluk, bütün erdem onun önderliği altında var olur ve ondan esin alır.  Kimse bugüne kadar Büyük Birader’i görmüş değildir. Kendisi posterlerde bir yüz, tele-ekranda bir sestir.  Ne zaman doğduğu bilinmez, ama asla ölmeyeceği ortadadır.”



Gabriel Garcia Marquez ise Yüzyıllık Yalnızlık’ ta emperyalizmi şöyle portreler:

 “Trenin geldiği çarşambalardan birinde, bu soytarı kılıklı adamların arasında ayağında külot pantolon ve tozluk, başında mantarlı şapka, gözünde tel çerçeveli gözlükle, boncuk gözlü, sıska horoz derisi gibi sarkık yanaklı, şiş göbekli, otuz iki dişi hep ortada gezen Mister Herbert çıkageldi.  Mister Herbert yemeğini Buendialar’da yedi… Yemek boyunca yemek odasında asılı durmasına alışılmış koca muz hevengi sofraya getirilince, Mister Herbert gönülsüzce uzanıp bir tane muz aldı.  Ama yedikçe yemeye koyuldu.  Bir yandan konuşuyor, bir yandan da oburlukla değil, bir bilgin dalgınlığı içinde muzları koparıp koparıp ağzına atıyordu.  Birinci hevengi bitirdiği zaman, bir daha istedi.  Sonra yanından eksik etmediği avadanlık çantasından birtakım büyüteçler, aynalar çıkardı.  Bir elmas tüccarı kadar dikkatli, muzu güzelce inceledi, özel bir bıçakla ikiye böldü, parçaları hassas terazide tarttı ve muzun çağını, tabanca kalibrelerini ayarlamakta kullanılan çap pergeliyle hesapladı.  Sonra çantasından daha başka aygıtlar çıkartarak, bunlarla, ısı derecesini, havadaki nemi ve ışık yoğunluğunu ölçtü… Daha sonraki günlerde… trenden bir grup mühendis, su mühendisi, toprak mühendisi, topograf ve sürveyan indi… yağmur mevsimini değiştirdiler, hasat dönemini hızlandırıp yılda birkaç kez ürün almaya başladılar ve nehri her zamanki yerinden kaldırıp beyaz taşları ve buz gibi suyuyla birlikte kasabanın öte yanında, mezarlığın arkasına kondurdular… Az zamanda öyle çok değişiklik oldu ki, Mister Herbert’in ilk gelişinden sekiz ay sonra, eski Macondolular kendi kasabalarını tanıyamaz oldular.

O zaman Albay Aureliano Buendia, “Gringo’nun birine muz yedirdik diye şu başımıza açtığımız işlere bakın, dedi.” 


Kenya kurucu devlet başkanı emperyalizmi şöyle tanımlıyordu: 

“Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı.
Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler.
Gözümüzü açtığımızda ise
bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.”

Üç yüz yıl boyunca beyazlar tarafından yönetilen Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, 27 Nisan l994’te gerçekleştirilen ve ilk kez özgürleşen siyahların da katıldığı genel seçimlerde, devlet başkanlığına Nelson Mandela getirilmişti.  Nelson Mandela, halkını özgürlüğüne kavuşturabilmek amacıyla amansız bir savaşa girişmiş, bu amaç uğruna, yaşamının yirmi yedi yılını hapishanede geçirmeyi göze almıştı. “Özgürlük hareketi benim yaşamımdır ve yaşamımın sonuna değin Afrika’nın cesur oğulları ve kızlarıyla yan yana bu savaşımımı sürdüreceğim.” diyerek ‘ırkçılıktan özgürlüğe’ geçişi kan dökülmeden gerçekleştirmişti.  Üç yüz yıl boyunca ülkeyi yönetmiş olan beyaz Güney Afrikalılar (Hollanda ve İngiliz kökenliler), kendi dilleriyle eğitimden vazgeçmemek koşuluyla, iktidarı, siyahlara barışçı bir biçimde devretmişlerdi.

1994 seçimlerinin ertesinde halkına hitaben yaptığı konuşmasında, “Affet, ancak unutma!” sözleri ile tarihe geçmiş, kendisine bu denli acılar çektiren beyazları affettiğini dile getirmişti.



10 Ekim, 2008



Kaynakça
*    Albert J. Guerard, The Journey Within in ‘Heart of Darknes’, New York:  W. W.                 Norton and Company, Inc. 1971 (collected essays)
**Leo Gurko, Conrad’s Ecological Art in ‘Heart of Darkness, New York:  W. W. Norton    and Company, Inc. 1971 (collected essays)
***Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, 2000

**** Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı, İnkilap Yayınları, 1988

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder