Tüm yaşamlar tekil ve ilginçtir. Hele yazarlarınki. Kafka’nın arkadaşı Max Brod’a kitaplarını yakmasını vasiyet etmesi, Fernando Pessoa’nın l935’te öldüğünde sandığında bıraktığı yayımlanmamış onca metin hiç kuşkusuz tüyler ürperticidir. Yazmanın ve yaratmanın sancılarını çekerek bir ‘yazma savaşı’ vermiş olan bu yazarlar, ne yazık ki ünlerinin keyfini sürememişlerdir. Bu yüzden de yaşamlarını ‘acı bir çığlık’ diye değerlendirmek yerinde bir yorum gibi geliyor bana.
Yazı eylemini, kişinin kendini dile
getirmesi, gizlenmiş ‘ben’ini ortaya çıkarması, kendini yazı ile ele geçirmesi,
bilincini yoğunlaştırarak kendi dünyasıyla karşılaşması olarak açıklarız. Biraz daha yazı eylemi üzerinde durursak
yazarın, üzerindeki belirsizlik halesini kaldırma çabası olarak da
düşünebiliriz. Bu açıdan baktığımızda
çok rahatlıkla, ‘Yazar, kendini anlatarak sergileyen kişidir.’de diyebiliriz.
Yazı metni yazarın içindedir. Yazar
ona yıllarını verir, onu yaşam biçimi yapar. Kırık dökük düşüncelerini
yazmaktan bir türlü kendini alamaz. O, yazıyla avutur kendini. Çünkü yazmak,
bir nevi unutmaktır. Edebiyat, hayatı görmezden gelmenin de en hoş yolu, en
korunaklı sığınağıdır.
Yazar, hayattan uzaklaşmakla hayattan
kopmamak arasındaki ikilem arasında bocalar. Öyle anlar olur ki sıradan yaşamın
her ayrıntısı ilgisini çeker. Yazdıkça en küçük olay bile onu büyüler. Günlük
yaşamın birbirini izleyen ve hiç değişmeyen donukluğunu, dünle bugünün
birbirinden farksızlığını birden bire bastıran bir dürtü ile her şeyi açık
seçik yazma derdine düşer. Bilinçte ve duygularında yoğun bir farkındalık
yaşar. Edebiyat bir şölendir artık.
Anlattıkça, o an, yaşanmış olmaktan öte yaratılan bir an olacaktır.
Çünkü yazmak yaratmaktır.
Ancak yazar, yazdıkları hakkında
yapılan yorumlarla değer kazanacaktır. Yazdıklarını yayımlatma derdine düşer;
sesine ses arar. Kendini anlatarak anlaşılmak yaşadığı topluma ait olmak,
topluma katılmak, toplumla bütünleşmek ister. İnsanlardan oluşmuş, hepsi de
değerli, her biri de kendisi kadar biricik,
kocaman bir insan topluluğu tarafından onaylanmak isteğiyle çırpınır.
Yalnızca kendini anlatmamış, aynı zamanda kendini aşmış, kendine artı bir değer
katmıştır. Adım adım, basamaktan basamağa tırmanmış, ufkunu genişletmiş,
cesaretiyle, azmiyle, kendisini götürebileceği kadar yükseğe çıkma mücadelesini
vermiştir. Korunma güdüsünün yerini
‘görünme’, ‘okunma’ ve ‘toplum tarafından kabul görme’ isteği alır.
Büyük oranda Svevo’nun kendi
yaşamından izler taşıyan Kötü Bir Şaka,
yazar olma hayalini, bu hayalle yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, her yazarın
içindeki ün tutkusunu ironik bir bakış açısıyla ele alırken her yazarın ya da
yazar olma hayali kuran her kişinin içinde bulunduğu ruhsal durumu da ortaya
koyar.
Italo Svevo, kendiside bu hüzünlü
yoldan, bu yazar yazgısından geçmiştir. İlk romanı Bir Hayat (1892)’de arkasından ‘Yaşlılık’ romanını da 1898’de kendi
imkânlarıyla yayımlatmış, ancak romanlar ne İtalya’da ne de başka ülkelerde ses
getirmişler. Doğal olarak Italo Svevo, bir suskunluk, bir içe kapanma yaşasa da,
yazmaktan vazgeçmez, inatla yazıya tutunur. Bu sessizlik l923 yılına kadar sürer. O yıl Zeno’nun
Bilinci adlı eserini yine kendi imkânlarıyla yayımlatmaktan kendini alamaz.
Kitabı, l907’de tanıştığı James Joyce’a da gönderir. Svevo’nun dilinden ve edebî yeteneğinden çok
etkilenen Joyce, Svevo’yu keşfeden kişi olur.
Onun sayesinde Fransa’da, daha sonra Avrupa’da tanınmaya başlar. Bugün
İtalyan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilmesinin yanı
sıra modern edebiyatın kurucuları olan Proust, Joyce ve Kafka ile birlikte
anılır.
Spinoza bir erdemi
arzuladığımızda dikkatimizi ona bağlamamızı tembihlemişti, böylece onu elde
etme yoluna girebilirdik. Sartre da Edebiyat
Nedir? adlı uzun denemesinde, edebiyat ile ‘bağlanma’ arasındaki ilişkiye
önemle dikkat çeker. Kafka, Fernando Pessoa ve Italo Svevo yaşamları boyunca
edebiyata bağlanmış kişilerdi. Bu arada kendilerine güvenme, umut etme ve
inanmanın psikolojik süreçlerini de içlerinde taşıyarak edebiyatı yaşamlarının
ekseni yapmışlar, neredeyse delilik sınırına varan bir ısrarla, kılı kırk yaran
bir titizlikle, insanın olanaklarının sınırsızlığını kanıtlarcasına yaşamlarını
edebiyata adamışlardı. İnsan olarak tek kaygıları, yazarak kendilerini var etmekti.
Onların trajedileri, düşlerinin gerçekleştiğini görememiş olmalarıdır.
Moby Dick, Katip Bartleby
gibi kitaplarını büyük bir hayranlıkla okuduğumuz, yaşarken bir türlü kıymeti
bilinmeyişine hayıflandığımız bir başka yazar da Herman Melville’dir. 1819 yılında
New York’ta dünyaya geldiğinde, az çok varlıklı bir ailenin oğludur. Babası
yüklü bir borç bırakarak ölüverince her şeye sıfırdan başlamak gerekecektir. O
sırada on üç yaşında olan Melville, hayatın gerçek yüzüyle o zaman karşılaşacak
ve bu hüzünlü bakışı yakasından bir türlü atamayacaktır. Çeşitli işlerden
sonra, on sekiz yaşındayken Liverpool’a gider. Orada bir gemiye tayfa yazılması
ile New York doğumlu bir genç insanın, diğer kültürlerle ve insanlarla
tanışması hayata bakışını biçimlendirmeye başlar. Zor şartların etkisiyle,
giderek katılaşacak ve Moby Dick’in
altyapısını oluşturan balina avcılığının anlatıldığı romanını yazacaktır.
Denizlerde ve yerlilerin arasında
geçirdiği serüvenlerden sonra Boston’a döner. Artık sakin bir hayat istemektedir.
Bu sakin hayat, öyle sıradan bir hayat değildir. Gönlü en tutkulu olduğu
alanda, kendi tecrübelerini aktaracağı serüvenlerini yazmaktadır. Kendi
hayatından derin izler taşıyan ilk beş kitabı Type, Omoo, Mardi, Redburn, ve White-Jacket’tan sonra l851’de Moby
Dick İngiltere’de yayımlanır. O yıllarda yazdıklarına kıymet verilmez. İlgi
görmeyen tüm yazarlar gibi, hem kendisine, hem çevresine hem de yazgısına
küskünleşir ve kabuğuna çekilir. Onun köşesi, Massachusetts’de bir çiftliktir.
Tam on üç yıl bu çiftlikten dışarı adım atmaz. Bu arada evlenir, dört çocuk
sahibi olur. Ne var ki geçim sıkıntısı baş gösterir. Bunun üzerine,
konferanslar vererek biraz para kazanabileceğini düşünür, hatta dener. Sonuç
yine hüsrandır. Maddi sıkıntılar
nedeniyle ailesiyle birlikte New York’a taşınır. Kırk yedi yaşında, çok küçük bir ücretle,
gümrük müfettişi olarak çalışmaya başlar. İşte Kâtip Bartleby, tam on dokuz yıl
çalışacağı bu küçük işte, bu memuriyet yaşamının bir ürünü olarak geçer
edebiyat tarihine.
Herman Melville, l891 yılında
öldüğünde, hayata ve edebiyat dünyasına kırgın bir insandır. Billy
Budd adlı eseri, ölümünden otuz üç yıl sonra yani ancak l924’te
çıkabilecekti okurun karşısına. Yeniden keşfedilmesi için Birinci Dünya
Savaşı’nın bitmesi gerekecekti. Avrupalı ve Amerikalı okurlar, savaş yaralarını
sarmak için kendilerini yeni okumalara vereceklerdi. Bu okumalar, Herman Melvillee’in
keşfedilmesine yol açacak, başta Moby
Dick olmak üzere, Melville’in tüm kitaplarının yeniden basılmasını da
getirecekti. Hemen arkasından da Melville’i ve eserlerini inceleyen yüzlerce
makale yazılacaktır.
Oğuz Atay, büyük bir gizlilik
içinde 1966 yılında yazdığı Tutanamayanlar’ı
l970 yılı başında bitirir. Romanı ilk olarak Cevat Çapan ve Vüs’at Bener okur.
Vüs’at Bener, metnin kalınlığı karşısında, üzerinde daha çalışmasını ve kimi
yerleri ayıklamasını önerir. Vüs’at
Bener’in ‘Bu nasıl bir şey böyle?’ sorusuna
Oğuz Atay şöyle yanıtlar: ‘Bir roman. Bu
kitaba ben bütün birikimimi koydum, bundan bir kelime bile çıkarmam.’ Aynı
zamanda TRT Roman Yarışması’na girmek istediğini de söyler Vüs’at Bener’e.
Teslim tarihine daha iki üç aylık bir süre vardır. Birkaç ay sonra Tutunamayanlar’la yine Vüs’at Bener’in karşısındadır. Metni elden
geçirmiş, yeniden yazmış ve ciltletmiştir. Arkadaşı Uğur Ünel de metni tekrar
ele geçirdiğini, ayıkladığını ve kısalttığını doğrular. Romanı her okuyan, bu
alışılmadık metin karşısında şaşkınlığa düşer. Haldun Taner, Devekuşuna Mektuplar başlıklı köşesinde
‘Hâlâ l9.yüzyıl romanını sürdüren romancılar döneminde kolaya alışmış bazı
eleştirmenler Tutunamayanlar’ın
uzunluğuna, tıkış tıkışlığına saplanmış, ondaki edebî potans çakıntılarının
farkına tam varamamışlardı.’ diyerek kendi görüşlerini belirtmekten çekinmez.
TRT Ödülleri açıklanır. Ödülü kazanmıştır.
Oğuz Atay sevinçlidir kuşkusuz. Sevincinin nedeni, bir yarışmayı kazanmış
olması, aynı zamanda da o güne değin başvurduğu yayınevlerinden geri çevrilen
romanının yolunun bundan böyle açıldığına inanmasından kaynaklanmaktadır. Cem
ve Bilgi Yayınevleri’nden roman geri çevrilmiştir. Uzun süre bir yayıncı arama
dönemi başlar. Yayıncılar kitabı okuyunca - zaten çoğu sonunda kadar okumaz -
basmaktan vazgeçerler. ‘Bu vazgeçişte kalın olması, maliyetini kurtarmama
tehlikesi gibi gerçekçi kaygılar rol oynamıştı.’ diye anlatır Cevat Çapan. Ve
şöyle devam eder: ‘Yayınevlerine biraz
fazla yeni, deneysel bir kitap gibi geldi.’ der. ‘Çoğu, sanıyorum tadına
varamadı, anlayamadı.’ diye hayıflanır. Yayıncılar arasında çok sayıda tanıdığı
olan ve Tutunamayanlar’ın basılmasını
kendine iş edinen Cevat Çapan’ın çabaları da sonuç vermez.
1971 yılı sonbaharında
Oğuz Atay’ın, kitabına yayınevi bulma umudunu yitirmeye başladığı günlerde
kitap Sinan Yayınları’nın sahibi Hayati Asılyacı’nın dikkatini çeker. Çok
farklı bir Türk romanıyla karşı karşıya olduğunu anlamıştır. Romanı iki günde,
geceleri üçe dörde kadar okuyarak bitirir. Oğuz Atay’ın telefonunu bulamayınca
Cevat Çapan’a ulaşır. Ertesi gün Oğuz Atay, Hayati Asılyazıcı’nın odasındadır.
Yayıncıya, kitabı ikiye bölerek çıkartmayı teklif eder. Romanın ilk bölümü 1971
yılı Aralık ayında çıkar. İkinci cilt
ise 1972 yılı içinde okura ulaşır.
Şu satırları yazarken
birden gözümde Knut Hamsun’un açlık sayıklamaları canlandı. Norveç’in başkenti
Kristiania’da (bugünkü Oslo) yaşanan acılı günler. İş bulamama ve açlığa
katlanma… Canından beziş… Amerika’ya gitmeliydi, orada açlık yoktu hiç değilse!
1886 yılında zengin birinin ona yol parası vermesiyle, Amerika’ya gidiş. Tramvaylarda
biletçilik, tarlalarda ırgatlık… Biletçilikte tutunamamıştı. Durakları aklında
tutamıyor, birbirine karıştırıyor, yolculara haber vermeyi unutuyor, sahanlıkta
kitap okumaya dalıyordu. Chikago’dan ayrılış... Kuzey Dakota’da çiftliklerde,
bozkırda ekin kaldırma işlerinde çalışma… Serserilik
Günleri, Bozkırda adlı hikâyeleri
ve Açlık romanı ile bugün bize
keyifli okumalar sunan Norveçli yazar Knut Hamsun’un yazma serüveni, İbsen’i
okumak ve onun büyüsü altında kalarak başlıyor. Bu büyülenmişlik içinde kâğıtları
üst üste yığıyor, sayfalar birbirini izliyor. Ve o yazmaya devam ediyordu. Yine
aç kalıyor, ama bu sefer bunun neye yarayacağını, niçin olduğunu biliyordu: Açlık romanıydı yazdığı.
Yazdığı bölümleri
Politiken gazetesi yazı işleri müdürlerinden Edvard Brandes’e götürdü. Brandes,
bu karşılaşmayı sonradan şöyle anlatıyor: “Ondan daha düşkün bir başka insan
pek az görmüşümdür! Düşkünlüğü, elbisesinin yırtık pırtık oluşundan ötürü
değildi yalnız. Ya o yüzü! Müsveddeyi geri veriyordum kendisine, çok uzundu. Ama
birdenbire kelebek gözlüğü gerisinde gözlerini ve gözlerindeki ifadeyi gördüm.
Etkilenmemek olanaksızdı. Geri çeviremezdim, hiçbir şey diyemedim!”
Sözü edilen roman 1890’dan
başlayarak dünyanın sayılı romancıları arasına girecek ve Knut Hamsun adını
alacak olan Knud Pederson’un en ünlü romanı Açlık’tır.
Yazar olma sevdasıyla yanıp tutuşurken bir yandan da açlıkla pençeleşen bir
gencin duygulandırıcı öyküsü olan bu kitap, dünya edebiyatının başyapıtları
arasında anılacaktır.
Susan Sontag’e göre acı
çekmenin en derin katmanlarına inerek, hem de acısını yüceltmede profesyonel
bir yöntemi (yazıyı) keşfetmiş olan yazar ‘örnek bir çilekeş’tir. Susan Sontag
yazarın yazgısını şöyle değerlendirir: “Modern bilinç açısından sanatçı (azizin
yerini alarak) örnek bir çilekeş olmuştur.
Sanatçılar arasında da yazar, sözcüklerin ustası, çektiği acıyı en iyi
ifade edebilecek kişi gözüyle baktığımız insandır.(…)Yazar, bir insan olarak
acı çeker; yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür… Tıpkı azizlerin,
ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri
gibi.”
Pavese’nin Yaşama Günlükleri’nde, 1938’de yazılmış
bir sayfasında şu sözler yer alır:
“Edebiyat,
yaşamın saldırılarına karşı bir savunmadır.
Edebiyat şöyle der yaşama: ‘Beni
aldatamazsın. Alışkanlıklarını
biliyorum, tepkilerini önceden tahmin edip izlemekten zevk alıyorum ve normal
akışını durduracak kurnaz tuzaklara düşerek sırlarını çalıyorum senin… Olaylar karşısında genelde edinilen öbür
savunma yoluysa, ileriye doğru taze bir sıçrayış yapmak için güç toplarken
sığındığımız sessizliktir. Ne var ki
kendimizi, sessizliğe gene kendimiz itmemiz, sessizliğe itilmeye, ölüm yoluyla
bile olsa boyun eğmememiz gerekir. Bu
zorluk karşısında tek savunma yolumuz, kendimize bir zorluk seçmektir… Doğaları
gereği had safhada, sürekli acı çekebilen kişilerin bir avantajı vardır. Acının şiddetini tersyüz edip onu kendi
yaratımız, kendi seçimimiz yapabilmemiz, ancak böyle olur; ona boyun
eğeriz. İntihar için haklı bir neden.”
Usta şair Cemal Süreya da acı
çekmiş kişilerin başında gelir. Altı yaşına geldiğinde annesini kaybetmesiyle,
şairin hayatında yeri doldurulamayan bir anne sözcüğü bilinçaltına yerleşir. Yusuf
Alper, Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya
ve Şiiri adlı çalışmasında şairin‘Annem çok küçükken öldü/Beni öp sonra
doğur beni’ dizelerinin, onun şair kimliğinin gelişmesine dönüştüğünü söyler.
Yusuf Alper’e göre, “Cemal Süreya’yı doğuran şiirdir. Şiir onun annesidir. Onun
annesi yerine geçmiş, sırtını sıvazlamış, gurur vermiş, el üstünde tutulmasını
sağlamış, var oluşunu, Türk şiirinde bir mit, bir efsane olmasını, narsistik
doyumun en büyüğünü sağlayan bir öge olmuştur.”
Edebiyatı, dış dünyanın
travmalarına karşı bir savunma biçimi olarak yaşamış olan bu sanatçıları hâlâ
okuyor olmamızın nedeni, kendilerini değiştirme tutkusuyla, acılarını sanatsal
değere dönüştürebilmiş olmalarıdır.
l Mart 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder