28 Aralık 2013 Cumartesi

Edebiyat Gerçekten Kötü Bir Şaka mı?



         Tüm yaşamlar tekil ve ilginçtir.  Hele yazarlarınki. Kafka’nın arkadaşı Max Brod’a kitaplarını yakmasını vasiyet etmesi, Fernando Pessoa’nın l935’te öldüğünde sandığında bıraktığı yayımlanmamış onca metin hiç kuşkusuz tüyler ürperticidir. Yazmanın ve yaratmanın sancılarını çekerek bir ‘yazma savaşı’ vermiş olan bu yazarlar, ne yazık ki ünlerinin keyfini sürememişlerdir. Bu yüzden de yaşamlarını ‘acı bir çığlık’ diye değerlendirmek yerinde bir yorum gibi geliyor bana.

Yazı eylemini, kişinin kendini dile getirmesi, gizlenmiş ‘ben’ini ortaya çıkarması, kendini yazı ile ele geçirmesi, bilincini yoğunlaştırarak kendi dünyasıyla karşılaşması olarak açıklarız.  Biraz daha yazı eylemi üzerinde durursak yazarın, üzerindeki belirsizlik halesini kaldırma çabası olarak da düşünebiliriz.  Bu açıdan baktığımızda çok rahatlıkla, ‘Yazar, kendini anlatarak sergileyen kişidir.’de diyebiliriz.

Yazı metni yazarın içindedir. Yazar ona yıllarını verir, onu yaşam biçimi yapar. Kırık dökük düşüncelerini yazmaktan bir türlü kendini alamaz. O, yazıyla avutur kendini. Çünkü yazmak, bir nevi unutmaktır. Edebiyat, hayatı görmezden gelmenin de en hoş yolu, en korunaklı sığınağıdır.

            Yazar, hayattan uzaklaşmakla hayattan kopmamak arasındaki ikilem arasında bocalar. Öyle anlar olur ki sıradan yaşamın her ayrıntısı ilgisini çeker. Yazdıkça en küçük olay bile onu büyüler. Günlük yaşamın birbirini izleyen ve hiç değişmeyen donukluğunu, dünle bugünün birbirinden farksızlığını birden bire bastıran bir dürtü ile her şeyi açık seçik yazma derdine düşer. Bilinçte ve duygularında yoğun bir farkındalık yaşar. Edebiyat bir şölendir artık.  Anlattıkça, o an, yaşanmış olmaktan öte yaratılan bir an olacaktır. Çünkü yazmak yaratmaktır.

Ancak yazar, yazdıkları hakkında yapılan yorumlarla değer kazanacaktır. Yazdıklarını yayımlatma derdine düşer; sesine ses arar. Kendini anlatarak anlaşılmak yaşadığı topluma ait olmak, topluma katılmak, toplumla bütünleşmek ister. İnsanlardan oluşmuş, hepsi de değerli, her biri de kendisi kadar biricik,  kocaman bir insan topluluğu tarafından onaylanmak isteğiyle çırpınır. Yalnızca kendini anlatmamış, aynı zamanda kendini aşmış, kendine artı bir değer katmıştır. Adım adım, basamaktan basamağa tırmanmış, ufkunu genişletmiş, cesaretiyle, azmiyle, kendisini götürebileceği kadar yükseğe çıkma mücadelesini vermiştir. Korunma güdüsünün yerini  ‘görünme’, ‘okunma’ ve ‘toplum tarafından kabul görme’ isteği alır. 

Büyük oranda Svevo’nun kendi yaşamından izler taşıyan Kötü Bir Şaka, yazar olma hayalini, bu hayalle yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, her yazarın içindeki ün tutkusunu ironik bir bakış açısıyla ele alırken her yazarın ya da yazar olma hayali kuran her kişinin içinde bulunduğu ruhsal durumu da ortaya koyar.

Italo Svevo, kendiside bu hüzünlü yoldan, bu yazar yazgısından geçmiştir. İlk romanı Bir Hayat (1892)’de arkasından ‘Yaşlılık’ romanını da 1898’de kendi imkânlarıyla yayımlatmış, ancak romanlar ne İtalya’da ne de başka ülkelerde ses getirmişler. Doğal olarak      Italo Svevo,   bir suskunluk, bir içe kapanma yaşasa da, yazmaktan vazgeçmez, inatla yazıya tutunur. Bu sessizlik l923 yılına kadar sürer.  O yıl Zeno’nun Bilinci adlı eserini yine kendi imkânlarıyla yayımlatmaktan kendini alamaz. Kitabı, l907’de tanıştığı James Joyce’a da gönderir.  Svevo’nun dilinden ve edebî yeteneğinden çok etkilenen Joyce, Svevo’yu keşfeden kişi olur.  Onun sayesinde Fransa’da, daha sonra Avrupa’da tanınmaya başlar. Bugün İtalyan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilmesinin yanı sıra modern edebiyatın kurucuları olan Proust, Joyce ve Kafka ile birlikte anılır. 

Spinoza bir erdemi arzuladığımızda dikkatimizi ona bağlamamızı tembihlemişti, böylece onu elde etme yoluna girebilirdik. Sartre da Edebiyat Nedir? adlı uzun denemesinde, edebiyat ile ‘bağlanma’ arasındaki ilişkiye önemle dikkat çeker. Kafka, Fernando Pessoa ve Italo Svevo yaşamları boyunca edebiyata bağlanmış kişilerdi. Bu arada kendilerine güvenme, umut etme ve inanmanın psikolojik süreçlerini de içlerinde taşıyarak edebiyatı yaşamlarının ekseni yapmışlar, neredeyse delilik sınırına varan bir ısrarla, kılı kırk yaran bir titizlikle, insanın olanaklarının sınırsızlığını kanıtlarcasına yaşamlarını edebiyata adamışlardı. İnsan olarak tek kaygıları, yazarak kendilerini var etmekti. Onların trajedileri, düşlerinin gerçekleştiğini görememiş olmalarıdır.

Moby Dick, Katip Bartleby gibi kitaplarını büyük bir hayranlıkla okuduğumuz, yaşarken bir türlü kıymeti bilinmeyişine hayıflandığımız bir başka yazar da Herman Melville’dir. 1819 yılında New York’ta dünyaya geldiğinde, az çok varlıklı bir ailenin oğludur. Babası yüklü bir borç bırakarak ölüverince her şeye sıfırdan başlamak gerekecektir. O sırada on üç yaşında olan Melville, hayatın gerçek yüzüyle o zaman karşılaşacak ve bu hüzünlü bakışı yakasından bir türlü atamayacaktır. Çeşitli işlerden sonra, on sekiz yaşındayken Liverpool’a gider. Orada bir gemiye tayfa yazılması ile New York doğumlu bir genç insanın, diğer kültürlerle ve insanlarla tanışması hayata bakışını biçimlendirmeye başlar. Zor şartların etkisiyle, giderek katılaşacak ve Moby Dick’in altyapısını oluşturan balina avcılığının anlatıldığı romanını yazacaktır. 

Denizlerde ve yerlilerin arasında geçirdiği serüvenlerden sonra Boston’a döner. Artık sakin bir hayat istemektedir. Bu sakin hayat, öyle sıradan bir hayat değildir. Gönlü en tutkulu olduğu alanda, kendi tecrübelerini aktaracağı serüvenlerini yazmaktadır. Kendi hayatından derin izler taşıyan ilk beş kitabı Type, Omoo, Mardi, Redburn, ve White-Jacket’tan sonra l851’de Moby Dick İngiltere’de yayımlanır. O yıllarda yazdıklarına kıymet verilmez. İlgi görmeyen tüm yazarlar gibi, hem kendisine, hem çevresine hem de yazgısına küskünleşir ve kabuğuna çekilir. Onun köşesi, Massachusetts’de bir çiftliktir. Tam on üç yıl bu çiftlikten dışarı adım atmaz. Bu arada evlenir, dört çocuk sahibi olur. Ne var ki geçim sıkıntısı baş gösterir. Bunun üzerine, konferanslar vererek biraz para kazanabileceğini düşünür, hatta dener. Sonuç yine hüsrandır.  Maddi sıkıntılar nedeniyle ailesiyle birlikte New York’a taşınır.  Kırk yedi yaşında, çok küçük bir ücretle, gümrük müfettişi olarak çalışmaya başlar. İşte Kâtip Bartleby, tam on dokuz yıl çalışacağı bu küçük işte, bu memuriyet yaşamının bir ürünü olarak geçer edebiyat tarihine.

Herman Melville, l891 yılında öldüğünde, hayata ve edebiyat dünyasına kırgın bir insandır.  Billy Budd adlı eseri, ölümünden otuz üç yıl sonra yani ancak l924’te çıkabilecekti okurun karşısına. Yeniden keşfedilmesi için Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi gerekecekti. Avrupalı ve Amerikalı okurlar, savaş yaralarını sarmak için kendilerini yeni okumalara vereceklerdi.  Bu okumalar, Herman Melvillee’in keşfedilmesine yol açacak, başta Moby Dick olmak üzere, Melville’in tüm kitaplarının yeniden basılmasını da getirecekti. Hemen arkasından da Melville’i ve eserlerini inceleyen yüzlerce makale yazılacaktır.

Oğuz Atay, büyük bir gizlilik içinde 1966 yılında yazdığı Tutanamayanlar’ı l970 yılı başında bitirir. Romanı ilk olarak Cevat Çapan ve Vüs’at Bener okur. Vüs’at Bener, metnin kalınlığı karşısında, üzerinde daha çalışmasını ve kimi yerleri ayıklamasını önerir.  Vüs’at Bener’in  ‘Bu nasıl bir şey böyle?’ sorusuna Oğuz Atay şöyle yanıtlar: ‘Bir roman.  Bu kitaba ben bütün birikimimi koydum, bundan bir kelime bile çıkarmam.’ Aynı zamanda TRT Roman Yarışması’na girmek istediğini de söyler Vüs’at Bener’e. Teslim tarihine daha iki üç aylık bir süre vardır.  Birkaç ay sonra Tutunamayanlar’la yine Vüs’at Bener’in karşısındadır. Metni elden geçirmiş, yeniden yazmış ve ciltletmiştir. Arkadaşı Uğur Ünel de metni tekrar ele geçirdiğini, ayıkladığını ve kısalttığını doğrular. Romanı her okuyan, bu alışılmadık metin karşısında şaşkınlığa düşer. Haldun Taner, Devekuşuna Mektuplar başlıklı köşesinde ‘Hâlâ l9.yüzyıl romanını sürdüren romancılar döneminde kolaya alışmış bazı eleştirmenler Tutunamayanlar’ın uzunluğuna, tıkış tıkışlığına saplanmış, ondaki edebî potans çakıntılarının farkına tam varamamışlardı.’ diyerek kendi görüşlerini belirtmekten çekinmez.

TRT Ödülleri açıklanır. Ödülü kazanmıştır. Oğuz Atay sevinçlidir kuşkusuz. Sevincinin nedeni, bir yarışmayı kazanmış olması, aynı zamanda da o güne değin başvurduğu yayınevlerinden geri çevrilen romanının yolunun bundan böyle açıldığına inanmasından kaynaklanmaktadır. Cem ve Bilgi Yayınevleri’nden roman geri çevrilmiştir. Uzun süre bir yayıncı arama dönemi başlar. Yayıncılar kitabı okuyunca - zaten çoğu sonunda kadar okumaz - basmaktan vazgeçerler. ‘Bu vazgeçişte kalın olması, maliyetini kurtarmama tehlikesi gibi gerçekçi kaygılar rol oynamıştı.’ diye anlatır Cevat Çapan. Ve şöyle devam eder:  ‘Yayınevlerine biraz fazla yeni, deneysel bir kitap gibi geldi.’ der. ‘Çoğu, sanıyorum tadına varamadı, anlayamadı.’ diye hayıflanır. Yayıncılar arasında çok sayıda tanıdığı olan ve Tutunamayanlar’ın basılmasını kendine iş edinen Cevat Çapan’ın çabaları da sonuç vermez.

1971 yılı sonbaharında Oğuz Atay’ın, kitabına yayınevi bulma umudunu yitirmeye başladığı günlerde kitap Sinan Yayınları’nın sahibi Hayati Asılyacı’nın dikkatini çeker. Çok farklı bir Türk romanıyla karşı karşıya olduğunu anlamıştır. Romanı iki günde, geceleri üçe dörde kadar okuyarak bitirir. Oğuz Atay’ın telefonunu bulamayınca Cevat Çapan’a ulaşır. Ertesi gün Oğuz Atay, Hayati Asılyazıcı’nın odasındadır. Yayıncıya, kitabı ikiye bölerek çıkartmayı teklif eder. Romanın ilk bölümü 1971 yılı Aralık ayında çıkar.  İkinci cilt ise 1972 yılı içinde okura ulaşır.
Şu satırları yazarken birden gözümde Knut Hamsun’un açlık sayıklamaları canlandı. Norveç’in başkenti Kristiania’da (bugünkü Oslo) yaşanan acılı günler. İş bulamama ve açlığa katlanma… Canından beziş… Amerika’ya gitmeliydi, orada açlık yoktu hiç değilse! 1886 yılında zengin birinin ona yol parası vermesiyle, Amerika’ya gidiş. Tramvaylarda biletçilik, tarlalarda ırgatlık… Biletçilikte tutunamamıştı. Durakları aklında tutamıyor, birbirine karıştırıyor, yolculara haber vermeyi unutuyor, sahanlıkta kitap okumaya dalıyordu. Chikago’dan ayrılış... Kuzey Dakota’da çiftliklerde, bozkırda ekin kaldırma işlerinde çalışma… Serserilik Günleri, Bozkırda adlı hikâyeleri ve Açlık romanı ile bugün bize keyifli okumalar sunan Norveçli yazar Knut Hamsun’un yazma serüveni, İbsen’i okumak ve onun büyüsü altında kalarak başlıyor. Bu büyülenmişlik içinde kâğıtları üst üste yığıyor, sayfalar birbirini izliyor. Ve o yazmaya devam ediyordu. Yine aç kalıyor, ama bu sefer bunun neye yarayacağını, niçin olduğunu biliyordu: Açlık romanıydı yazdığı.
Yazdığı bölümleri Politiken gazetesi yazı işleri müdürlerinden Edvard Brandes’e götürdü. Brandes, bu karşılaşmayı sonradan şöyle anlatıyor: “Ondan daha düşkün bir başka insan pek az görmüşümdür! Düşkünlüğü, elbisesinin yırtık pırtık oluşundan ötürü değildi yalnız. Ya o yüzü! Müsveddeyi geri veriyordum kendisine, çok uzundu. Ama birdenbire kelebek gözlüğü gerisinde gözlerini ve gözlerindeki ifadeyi gördüm. Etkilenmemek olanaksızdı. Geri çeviremezdim, hiçbir şey diyemedim!”
Sözü edilen roman 1890’dan başlayarak dünyanın sayılı romancıları arasına girecek ve Knut Hamsun adını alacak olan Knud Pederson’un en ünlü romanı Açlık’tır. Yazar olma sevdasıyla yanıp tutuşurken bir yandan da açlıkla pençeleşen bir gencin duygulandırıcı öyküsü olan bu kitap, dünya edebiyatının başyapıtları arasında anılacaktır.
Susan Sontag’e göre acı çekmenin en derin katmanlarına inerek, hem de acısını yüceltmede profesyonel bir yöntemi (yazıyı) keşfetmiş olan yazar ‘örnek bir çilekeş’tir. Susan Sontag yazarın yazgısını şöyle değerlendirir:  “Modern bilinç açısından sanatçı (azizin yerini alarak) örnek bir çilekeş olmuştur.  Sanatçılar arasında da yazar, sözcüklerin ustası, çektiği acıyı en iyi ifade edebilecek kişi gözüyle baktığımız insandır.(…)Yazar, bir insan olarak acı çeker; yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür… Tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi.”
Pavese’nin Yaşama Günlükleri’nde, 1938’de yazılmış bir sayfasında şu sözler yer alır:
“Edebiyat, yaşamın saldırılarına karşı bir savunmadır.  Edebiyat şöyle der yaşama:  ‘Beni aldatamazsın.  Alışkanlıklarını biliyorum, tepkilerini önceden tahmin edip izlemekten zevk alıyorum ve normal akışını durduracak kurnaz tuzaklara düşerek sırlarını çalıyorum senin…  Olaylar karşısında genelde edinilen öbür savunma yoluysa, ileriye doğru taze bir sıçrayış yapmak için güç toplarken sığındığımız sessizliktir.  Ne var ki kendimizi, sessizliğe gene kendimiz itmemiz, sessizliğe itilmeye, ölüm yoluyla bile olsa boyun eğmememiz gerekir.  Bu zorluk karşısında tek savunma yolumuz, kendimize bir zorluk seçmektir… Doğaları gereği had safhada, sürekli acı çekebilen kişilerin bir avantajı vardır.  Acının şiddetini tersyüz edip onu kendi yaratımız, kendi seçimimiz yapabilmemiz, ancak böyle olur; ona boyun eğeriz.  İntihar için haklı bir neden.”

Usta şair Cemal Süreya da acı çekmiş kişilerin başında gelir. Altı yaşına geldiğinde annesini kaybetmesiyle, şairin hayatında yeri doldurulamayan bir anne sözcüğü bilinçaltına yerleşir. Yusuf Alper, Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri adlı çalışmasında şairin‘Annem çok küçükken öldü/Beni öp sonra doğur beni’ dizelerinin, onun şair kimliğinin gelişmesine dönüştüğünü söyler. Yusuf Alper’e göre, “Cemal Süreya’yı doğuran şiirdir. Şiir onun annesidir. Onun annesi yerine geçmiş, sırtını sıvazlamış, gurur vermiş, el üstünde tutulmasını sağlamış, var oluşunu, Türk şiirinde bir mit, bir efsane olmasını, narsistik doyumun en büyüğünü sağlayan bir öge olmuştur.”

Edebiyatı, dış dünyanın travmalarına karşı bir savunma biçimi olarak yaşamış olan bu sanatçıları hâlâ okuyor olmamızın nedeni, kendilerini değiştirme tutkusuyla, acılarını sanatsal değere dönüştürebilmiş olmalarıdır.



l  Mart 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder