Cebile anlatmaya
başladı.
“Evvel zaman içinde, çölün ortasında
kırmızı giysileri ile aniden ortaya çıkan ve kaybolan
bir adam varmış...”
“Peki, eskiden böyle biri yaşamış
mı?”
“Çok eskiden yaşayan bir kralmış.”
“Yaa.”
“Cebile, masalı anlatmaya devam
etti. Hatem’in bu kadar ilgi duyması
masalı sevdiğini gösteriyordu. O da elinden geldiğince süslü tümceler
kurmaya çalıştı, olabildiğince düş
gücünü kullandı.” (s. 328)
Yazarın anlatacak
tek bir öyküsü vardır. Ama yazar anlatacağı bu öyküyü (tek bir malzemeyi) hemen
düz bir anlatımla anlatma telaşı içine girmektense sınırsız anlatı malzemesini
de katarak, ikinci derecede önemli, önemsiz ayrıntılara girerek kendine geniş
bir anlatı alanı açmaya çalışır. Bu alan açıldığı anda okur artık okuduğu
metnin, yazar da anlatmak istediği öykünün büyüsüne kapılmış demektir. Ne
yazar, ne de okur kitabı kolay kolay ellerinden bırakmayacaktır. Ortam
yaratılmıştır. Metin iç içe örülmeye başlanır. Okuma serüveni ile yazma
serüveni de beraber yol almaya başlarlar.
Başlangıç
sahnesi Güney İspanya’nın Malaga Limanı’dır.
Bu sahne, roman türünün ilk örneklerinden beri özdeşleştiği yolculuk
sürecinin başlangıcıdır. Okur bu okuma eyleminde tıpkı roman kahramanı gibi
sıradan bir yolcudur. Okur bu okuma serüveninde anlatı dünyasının da yaşam
kadar sonsuz olduğunu keşfetmek üzere yola çıkmıştır. Okurken saatin zamanından
da kopmuştur. Daha ilk sayfalarda farkına varır ki elinde tuttuğu kitap 1788
yılında geçer. Bir başka zamandan söz edecektir. Bir başka zamanda ve mekânda
asılı duran bir dünyada yaşıyormuş gibi okuyacaktır bu romanı. Ama olsun, iyi
bir hikâyeye benzediğini düşünür. Yavaş yavaş bu öyküyü okumaya kaptırır
kendini. Karakterleri, kahramanları tanımaya başlamasıyla bu öykünün, şimdiye
dek okuduğu öykülerdeki gibi her şeyi bilen ve gören Tanrı anlatıcının ağzından
anlatılmakta olduğunu keşfeder.
Romanın ana
konusu, babasının ölümü üzerine
İspanya’dan annesinin memleketi olan Cezayir’deki Sepetçiler köyüne yerleşen roman
kahramanı Fatma’nın orada yaşayan insanlarla ve taşlaşmış toplumsal ilişkiler
arasındaki çatışmasıdır. Bu süreçte, yabancılaşmanın kendisi de sorgulanır hale
gelirler. Çünkü insanlar, bireyler ve topluluklar birbirine ne kadar yabancı
olursa, birbiri için o kadar da bilmecemsi hale gelir. Fatma’ya, yeni geldiği
köy, karşısına çıkan her şey “kapalı” bir alandır. Kalın, ağır kapılar ardında
küçük bir dünyaya adım atmıştır. “Köy” apansız etrafına kapanmıştır. Artık köy onun bir parçası, onun bir boyutu
olur. Dünyası değişen Fatma’nın
hayatının da değişmesi doğaldır. Etrafı gülünç düşmekle yadırganacağı için
konuşamadığı sayısız insan, hatta satın alamayacağı mallarla dolu dükkânlar-
hepsi geri çevirir onu. Köye yeni gelmiş
olan Fatma’nın gözünde bu dünya gizemli olduğu kadar yasakların
kışkırtıcılığıyla doludur.
“Gideceğin yerin adı çöldür. Orada bedeninle ve ruhunla uyum içinde olmak zorundasın.” (s.189)
“Çölün kendine özgü yasaları
vardır. Her kum tepeciği, gördüğün her
karış kum, bir kişiliği
yansıtır. Avuçlarında dağılarak kaybolan
kum tanecikleri acıyı, yalnızlığı dile getirir. Üzerinden geçmek zorunda kaldığın kum
yığınları da beden dilinin ortaya çıkmasını
sağlar. Sessizlik ve çöle duyarlılık ise
çok önemlidir. Yapman gereken en önemli şey ise, çölün yasalarını anlamak ve
onlara uyum göstermektir.” (s.8)
“Çölü tanımak, koklamak, onunla
konuşmak, dost olmak gerekiyordu.
Kumların, kayaların,
sessizliğin ve topyekûn hareket eden çölün içinde bir ayrıntı olmalıydı. Küçük
bir ayrıntı iken yakaladığı anlamı bütüne getirerek, çölü tanıyabilir ve onunla
dost olabilirdi.” (s.22)
Fatma bu
ücra köyde insanlığın ileri doğru devam ettiği yoldan da kopmuş olduğunu
anlar. Artık dünyadan eli eteği
çekilmiştir. Egemen düzene kolayca uysa hiçbir sorunu olmayacaktır. Atalarından kalma, tutuculuğun yıkılmaz
zemininde, miras kalan değerlere tavır alır. Dinin yüce yargıç olarak köy
insanına egemen olduğunu görür. İmam o dünyanın (köyün) iktidarının işaretidir.
Dinin o sihirli etkisinin silinemez olduğunu görür. İktidar imamdır; köyde
mutlak güce dönüşmüştür. Bu köyde sadece emirler ve kurallar vardır; köy bir
itaat dünyasıdır. Kadının özgürlüğüne yer yoktur. Kadın din baskısı sonucu
kimliksizleştirilmiştir.
Din kendi
seçmediğimiz, bize verilmiş bir şeydir.
Dinin insana tamamen egemen olduğu değerleri sorgular Fatma. ‘Düzen’,
‘sadakat’, ‘özveri’. Bu kavramlar Fatma için değerlidir. Ama neyi temsil etmektedirler? Ne için özveride bulunacaktır? Hangi düzeni talep edecektir? Bu konuda
hiçbir şey bilmez. Din boş inançlardan başka nedir? Cevabı olmayan ama itaat
edilmeyi talep eden bir zorunluluk mudur?
Günlük köy
hayatının sıkıcılığı içinde hayaller, düşler ve masallar önem kazanır. Bu masal
dünyası tek bir gerçek üzerine dayalıdır. Göreceliği, kuşkuyu, sorgulamayı
tanımaz. Oysa yazarın yazmakta olduğu, bir romandır. Romanın çok anlamlı ve
görece dünyası, masal dünyasından tamamen farklı bir hamurdan yoğrulmuştur.
Masal daha önce söylenmiş olanın ardındadır.
Romanın özünde yeniyi keşfetme yatar. Her yazar, kendi romanını, kendi
biçimini bulmak zorundadır. Hiçbir reçete bu durmak bilmeyen araştırmanın
yerini tutamaz. Çünkü yaratılmış bir
kitabın kuralları yalnız o roman için geçerlidir. Sanatçının görevi, önceden
bilinen bir doğruyu anlatmak değil, ortaya henüz bilinmeyen sorular atmak,
cevaplar üretmektir.
Romanı
anlatan her şeyi bilen; her yerde bulunan; aynı anda her yana yerleşen, aynı
anda nesnelerin hem doğrusunu hem tersini gören aynı anda hem yüzün hem
bilincin hareketlerini izleyen, aynı anda her serüvenin hem şimdisini hem
geçmişini hem geleceğini tanıyan Tanrı anlatıcı olsa da romanı tasarlayan yazar,
başlangıçta eserinin kestirilemeyen içeriğini oluşturmaya çalışacaktır. İlk
başta karanlık ve belirsiz bir alandan, sonuçta özgürlük ülkesine, aydınlığa
kavuşacaksa da daha başında bunu kendisi de bilemez. Bu açıdan roman, yazma bir
yolculuktur. Yazar dinlediği bir masaldan büyülenmiştir. Daha sonra onu
genişletip derinleştireceğini düşlemiş ve yazmaya girişmiştir. Anlam mı? İsterseniz çocukluk günlerine adanmış, o
günlere dair çıktığı bir düşsel imgeden yola çıkmıştır, diyebilirsiniz. Anlam
düşten önce yoktur. Düş anlamdan önce ona gelmiştir. Yani romanı kendi hayal
gücüne bırakarak yazacaktır. En önemlisi de çözülecek bir bilmece gibi değil.
Sadece yazının büyüsüne, anlatmanın tılsımına yakalanan bir yazar gibi. Çünkü
romanın gerçeği gizlidir, yakalanamaz, telaffuz edilemez. Sadece hissedilir. O da
öyle yapar. Çünkü bir masalı çözeceğim diye onu öldürmek istemez. Öldürmez de. Tufan Erbarıştıran bizi romanın
hayali dünyasına kapılmaya, onu zaman zaman gerçekle karıştırmaya yönelten,
naif bir tavır sergiler.
Yazarlar
metinlerinin masum çocuklarıdır. Yazıya girerken yazar nereye gideceğini
bilemez. Bu anlamda, romanların dünyasında onlar da okur gibi yolcudurlar.
Daha ilk
satırlardan bir yitiklik duygusu, bir yok oluş sarhoşluğu içinde olayın
satırların arasından kayıp gittiğini de duyumsar. Artık yazmaya giriştiği
öykünün sonunu bulmak için her türlü zahmete girecektir. Bu noktada gerek okur
gerek her şeyi bilen ve gören Tanrı anlatıcı rolünü üstlenen yazar öykünün
sonunu getirmek için can atmaktadırlar.
Bu anda
yazarın tek güdüsü öyküsünü okuruna herhangi bir hayat felsefesi kabul
ettirmeye kalkışmadan, öyküleri üst üste yığarak öyküsünü anlatmak isteğidir. Bir
ağacın dal ve yaprakları gibi birbiri içine giren, birbirleriyle örtüşen öykülerdir
bunlar.
Okur için,
durmadan belirip kaybolan öyküleri izlemekten başka yapacak bir şey yoktur
artık. Öykünün sonunu okuyamamak çileden
çıkaracaktır onu. Bu arayış sırasında sürekli yeni öykülerle buluşmak
kaçınılmazdır. Okurken olayların sandığından da karmaşık olduğunu görür. Bu
arada yazar, okura yeni yeni olaylar sunarak kendine öykülerle dolu bir alan
yaratır. Bu alan içinde okur her yöne,
hep aynı yoğunlukta anlatı malzemesiyle karşılaşacağı bir alan bulur. Böylece
ana öykünün sayısız küçük öykücüklere ayrıldığı geniş bir alan oluşur. Bu alan
anlatı sanatının tüm hilelerini de içinde barındıracaktır.
Böylece
okur ve yazar arasındaki en eski bağın sonsuz öyküler zinciri olduğunu görürüz.
Bu öyle bir bağdır ki kimse onu kıramaz. Ne okur ne de yazar. Öyküler öyküleri,
onlar da başka öyküleri doğururken yaşamı zenginleştirmek için elimizde öyküden
başka bir şey olmadığını söylemektedir yazar. Ayrıca yazar da okunma arzusuyla,
okuruna kavuşmak için çırpınmaktadır. Böylece okur ile yazar bir anlamda
birbirlerini tamamlarlar. Tıpkı yaşamın ve sanatın birbirlerini tamamlamaları
gibi. Okur ile metin arasında bir ilişki kurulduğu bu tabanda bir şeylerin
sonsuza kadar değişeceğini artık okur anladığı gibi, yazarın bir yalanın
gölgesine girerek kendini yarattığını anlasa da, yazar kendi varlığını sağlama
almıştır artık.
Bir
anlamda, yazının çerçevesinin hiçbir zaman kapanmayacağının, dolayısıyla
yazar-okur diyalogunun da hiçbir zaman bitmeyeceğinin göstergesidir bu. Yazar,
anlatı boyunca uygun bulduğu her fırsatta, konuyu başka alanlara saptırır;
gittikçe genişleyen bir anlatı yelpazesini kapsar. Okur baş döndürücü bu
öyküler girdabının içindedir artık. Anlatı bir kurmaca metin olduğuna göre,
yazar da bu kurguladığı metinde oyun içinde oyun, öykü içinde öykü
kurgulamaktan kendini alamaz. 18. yy. da
yazılmış en ilginç romanlardan biri olan Tristam
Shandy’nin yazarı Laurence Sterne kurgunun tümüyle sapmalara yaslandığını, sapmaların
yazarın özgürlüğünün elle tutulur kanıtları olduğunu,”Sapmalar, tartışmasız
okumanın güneşidir, hayatı ve ruhudur.”
sözleriyle açıklar.
Yazar,
yazılı sayfaların ötesinde kurmaca bir dünya olduğunu göstermek ister okura. Bu
dünya, değişmez tavırların taşıyıcısı masallar, mitler ve söylenceler
dünyasıdır. Masallar kayıp bir zaman düzeninde durağanlığın, değişimin
gereksinimi duyulmayan bir dünyada yaşam bulur.
Romanlar
ise keşfetmek, araştırmak, sorgulamak üzere yazılan değişim araçlarıdır. Roman,
bitmeyecek arayışların, sürekli sorgulamanın, huzursuzluğun ve çözüm
arayışlarının anlatısıdır. Roman bir kez yazıldıktan sonra, özgürleşecek,
edebiyat dünyasına mal olacaktır.
Roman
yazmak bir anlatı yöntemidir. Hem yöntemdir hem de yazma ediminin
gerçekleşmesidir. Yazar yazmaya (yola) koyulur koyulmaz, güzergâh kat edilmiş
olur. Önemli olan yoldur, yol almadır.
Kuşkusuz yazar, yol ayrımlarını kendi seçecek ama bazen geri dönüp başka bir
yol tutacak; iç içe girmeler, karışıklıklarla bu öyküde kaybolma hissini
verecek ölçüde anlatıyı karmaşıklaştıracak, sınırları uçsuz bucaksız bir alan
yaratacaktır kendine. Tıpkı çölün sonsuzluğu gibi. Bu sınırları belirsiz,
simgeselliğe elverişli çöl ortamında güçlü, çok iyi eklemlenmiş bir anlatı
geleneği vardır. Bin bir gece masalları… Bu masallar zamanın derinliklerinden
gelen mitlerdir. Her masal yalnızca bir oyundur, yalnızca oyundan ibarettir.
Umberto Eco, roman yazarının uçsuz bucaksız oyun alanı olduğunu şöyle ifade eder:
“Çocuk oyun oynayarak yaşamayı öğrenir.
Oyun oynarken yetişkin bir insan olarak içinde bulunacağı durumları
taklit eder. Biz yetişkinler kurmaca
anlatılar aracılığıyla, gerek şimdinin gerek geçmişin deneyimine biçim verme
yeteneğimizi geliştiririz.”
İşte tam burada
şu soruyu sormak gerekir: Masalların bizim için anlamı nedir? Masalların
bendeki tek yankılanışı şudur: Olaylar zincirinde sevilen ve merkezde bulunan
varlığa ulaşmayı (romanın kahramanı) istemek ve ona ulaşamamak. Kâbusun belki
de tipik bir biçimidir, çocuksu bir biçimidir bu: anneye ulaşamama gibi, kaybolmuş, terk
edilmiş bir çocuk gibi. Bir masalın okunabilir ya da okunamaz olduğuna nasıl
karar verilebilir? Benim için Çöl Çiçeği
Masalı’nın ortaya koyduğu soru şu: Masal nedir? Ve hatta daha da ileriye
götürürsek soruyu şöyle de diyebiliriz: Oraya bir kere girilince oradan nasıl
çıkılabilir?
“Çölün kendine özgü bir dili vardı
galiba. Bu dili bilenler, sözcükleri, rüzgârın
soluğuna yazıyorlardı. Böylelikle dağlara, taşlara, kumlara çarparak
ilerleyen üzgâr, her değdiği yerde
bir miktar sözcük bırakıyordu. İşte
bunları bulmak, işlemek ve yorumlamak
ustalık gerektiriyordu.” (s.193)
Roman da
masal da oyunların ve varsayımların alanıdır. Her ikisinin de ruhu, karmaşıklıkların
ve sürekliliğin ruhudur. Yazar, yazdıkça yeni oyunlar keşfeder. Hele bu bir
masal anlatıcısıysa daha önce hiç görülmemiş durumlar aracılığıyla, insanı,
insanın “çok, çok uzun zamandan beri” içinde taşıdığı masal anlatma olabilirliklerinin
neler olduğunu gözler önüne serer.
‘Masal’
kabaca sınırlar çizerek tanımlarsak, geçmişteki olayların anlatımıdır. Geçmiş, her ne olursa olsun, bütünü ile
yazılı olarak kaydedilemediği için günümüze getirilemeyecektir. Dolayısıyla geçmişin büyük bölümünün kaybolmuş
olması olasıdır. Bu durumda masal anlatıcısı da kaybolmuş veriler içinde, kopuk
bağlantılar kurmak yoluyla, geçmişi yeniden kurgulama işini üstlenmiştir.
Masalcı, tatlı bir ses tonuyla konuşurken bir masal yazarı olmanın garip,
tanımlanamaz duygusunu yaşar. Anlattığı masalın içinde yer almaya başlar. Çöllerde geçen bir kızın uydurma hikâyesini
dile getirirken o da aynı yerde yaşamaya başlar. Masalcı masalını kendi
anlayışını, kendi duygularını katarak anlatır. Yüksek sesle, alçak sesle,
severek, beğenilsin diye. Masal anlatıcısı da masal dinleyicisi de kendi
dünyalarındadırlar artık. Biri gözleri kapalı masalı dinlerken öteki de
anlattığı masalın yazarı olur. Bir süre
böyle gider. Ta ki masal bitene kadar. Masal anlatmayı şöyle anlatır bize Tufan
Erbarıştıran:
“Masal dinlemek çocuk ruhlu olan
herkesin seveceği bir şeydir, önemli olan masalın anlatılma biçimidir... Masal insan yaşamında önemliydi,
düşlerimizi genişleten bir sözcükler
yumağıydı. Üstelik onun içinde yer almak
duygusu bile ürpertiyordu insanı. Herkesin kendine özgü bir masalı
olmalıydı.” (s.309)
“...masalın ne kadar önemli bir şey
olduğunu yeniden kabul etti. Bir genç
çocuk dayak yemeği belki de ölmeyi göze
alarak masal dinlemeye geliyordu. Bu
müthiş bir şeydi! Harikaydı!
Belki bir gün kendisi de bir masal yazardı. Şöyle içinde din ve felsefe olan düzeyli bir masal olmalıydı. Kendisini ikinci hatta üçüncü derecede masala koyardı. Her masal yazarı böyle yapardı. Yazar kendisini gizlemeliydi ve dinleyici onu merak etmeliydi;
kişiliğini, yaşamını zevklerini, uğraşlarını... Bunların dışında en çok da masalı niçin ve kime
yazdığını... Masalı dinlemek kadar yazmak da çok
ilginç olmalıydı...” (s.314)
“Masal dinlemek dünyanın en güzel
anıydı, masaldan vazgeçemezdi. Onu bambaşka
bir dünyaya götürüyordu masal; dinlerken gözlerini kapattığında,
kahramanların yerine koyuyordu
kendisini. Onlarla birlikte canavarlara
karşı savaşıyor, elinde kılıç, atlara
biniyor çölleri denizleri aşıyordu.
Çevresinde büyük bir saydı görüyordu, fakirlere
yardım ediyordu. Masal dinlemek ne
harika bir şeydi!” (s.327)
“Eski bir söylenceye göre ağaçlar
birbirleriyle konuşurmuş. Hurma ağacı
ile asma anlaşamazlarmış hiç. Bu yüzden araları daima iki servi boyu kadar
aralıktır. Zeytin ağacı ise dut kütüklerine vurgunmuş. Ceviz ile dut yan yana dikilirse daha çok
verim alınacağına inanılır. Üzüm kütüklerinin yanına asla lahana
dikilmez. Nasıl buldunuz ağaç öykülerini?” (s.249)
“Dut taneleri neden karadır, bunu
düşündünüz mü hiç?”
“Hayır, bilmiyorum.”
“Dinleyin öyleyse. Bir zamanlar,
benim sizi sevdiğim gibi, bir erkek, genç bir kızı çok sevmiş. Büyük bir aşk
yaşamışlar. Kızın ailesi bu evliliğe izin vermeyince genç kız dut ağacının yanında, dev bir aslana
kendini yem etmiş. Delikanlı ise kılıcını kaptığı gibi aslanın kafasını uçurmuş. Sevdiği kızın başucunda ağlamış,
ağlamış... O kadar çok ağlamış ki
dut ağacı daha fazla dayanamamış bu hüzün dolu görüntüye üzüntüsünden kendini kapkara yapmış.”
(s.249)
Yazmak...
Bir üretimdir. Yazar hazırda bulduğu malzemeyi alarak bunları iletmeye, bir ürün
meydana getirmeye çalışır. Bu malzemeler içinde mitoslar, daha önce yazılmış
eserler önemli bir yer tutar. Bu malzemeler yazarın gerçek olan tek
zenginliğidir. Sevince, acıya, sevgiye de ancak onunla erer; onu hiç yitirmek
istemez. Düşler kurar, yazar. Onun için yazmaktan başka bir şey yoktur dünyada.
Yazmak, yaşamış olmaktır.
Flaubert’e
göre romancı eserinin ardında kaybolmak ister.
Eserinin arkasında kaybolmak demek, okurun gözü önündeki yazar rolünden
vazgeçmek demektir. Kimdir yazar? Yazmak nedir?
İnsan düşünür. Yazar düşünür. Düşündükçe gerçekler elinden uçar gider. Çünkü yazar da, insan da ne kadar düşünürse
düşünsün düşünceleri birbirinden o kadar uzaklaşır. Çünkü insan asla olmayı düşündüğü gibi
değildir. Roman da yazanın asla
düşündüğü gibi olmamış, kaçıp gitmiştir elinden. Yazar düşündükçe yazar, roman
geliştikçe kendi gerçeğini elinden kaçırır.
Avrupalı ilk romancılar yazarın bu durumunu görmüş ve kavramışlardır ve
roman sanatını bunun üzerine inşa etmişlerdir, der Milan Kundera Roman Sanatı’nda. Tufan Erbarıştıran da romanını Bir Çöl Çiçeği Masalı diye adlandırmakla,
romanını masal geleneğine dayandırdığını, bu uzun anlatı dünyasına bizi
sürükleyeceğinin imini verir. Çölün
ıssızlığında, tıpkı okumanın dinginliği gibi, okunacak, anlatılacak öyküler
vardır.
Çöl Çiçeği Masalı şöyle biter:
“Hepimiz bildiğimizi sandığımız ama
asla bilemeyeceğimiz bir âlemde yaşıyoruz. Burası
öyle bir yer olmalı ki gördüğümüzü, dokunduğumuzu, tat aldığımızı, hatta yaşadığımızı sandığımız tüm bu şeylerin
her biri önceden yazılmış olmalı. Bir başkası tarafından,
harflerle, kelimelerle, belki de bir masala dönüştürülmüştür. Bilemiyorum...”
Masal
nereye kadar varır? Roman nerede başlar?
10 Haziran,2008
we don’t tell stories from a naturalistic perspective. we try to simulate nature’s point of view and we construct an artificial framework on which to hang our stories. in this wonderland stories neither begin nor end ... they fly freely as dandelions...
YanıtlaSil