28 Aralık 2013 Cumartesi

Sen bana güveniyorsun ha?


Toprağı sahiplenme içgüdüsü tüm canlılarda rastlanan bir özelliktir. Hele memeliler söz konusu olunca, özellikle erkeğin üreme ve yaşama alanını garanti altına alma arzusunun tavan yaptığını görürüz.  Hayvanlarda bu sahiplenme genellikle cinsel ilişkiye girmeden gerçekleşir. Karada yaşayan hayvanların en temel özelliklerinden birisi, kendisini kendisine ait bir yerde, evinde hissetme zorunluluğudur.  Önce kendine bir yer bulur, o yeri işaretleyerek koruma altına alır.  Mülkü sahiplenen erkek, çiftleşebileceği dişiye kur yaparak onu bu alanın içine çekmeye çalışır.  İyice belirlenen ve kokulu salgıların yayılması ile işaretlenen sınırlar erkek tarafından koruma altına alınır.  Genellikle komşular da bu sınırlara saygı gösterirler. Her erkek kendi sınırları içinde üstünlüğünü gösterirken, komşularının da kendi sınırları içinde egemenliğine saygı göstermelerini ister.  Tam bir “her horoz kendi çöplüğünde öter” durumu söz konusudur.  Kesin çizgilerle belirlenmiş bu sınırlar psikolojik olarak üstünlük sağlanmasına da yol açar.  Kendi sınırlarını ihlal eden bir yabacıya karşı erkek doğal olarak bir düşmanlık besler. 
Öte yandan bireyler arasındaki ilişkilerin de sınırlarının çizili olduğu psikologlar tarafından belirtilir.  Her insanın bir kişisel sınırı vardır ve bu sınır karşıdaki bireyle girilecek ilişkiye göre değişkenlik gösterir. Karı koca ilişkisinin yaşanmaya başlamasıyla aralarında bir hukuk oluşur.  Çiftleşme ve yavruları büyütme alanının belirlenmesi hukuksal bir çerçevede gerçekleşir. 
Yerleşik düzene geçen insan, yaşam biçimini farklı ihtiyaçlarına göre şekillendirdi.  Bu şekillenme beraberinde yeni kısıtlamaları da getirdi.  Bu aslında kişisel özgürlüklerin sınırlanması, dizginlenmesi ve ortak bir asgari müşterek bulma çabası idi.  Konulan sınırlamalar, yasaklar ve sınırlar bilinçdışındaki karanlık yarığın daha da büyümesine neden oldu.  Kültürleşen insan doğasından da uzaklaştı.  Bilinçli yaşam bilinçdışı mekanizmayı körükleyen bir ateşleme sistemi gibiydi.  Topluma getirdiği düzenlemeler toplumsal yasaklamalar ve sınırlamalar içerdiği için bilinçdışının zenginleşmesine neden oldu.  Özellikle kadın-erkek ilişkileri temel allındı, cinsellik, mülkiyet ve ahlak gibi konular her defasında yeniden yeniden yorumlandı, yeni yasaklar ve sınırlamalar getirildi.  Bilincin yasaklarından ve getirdiği sınırlamalardan beslenen bilinçdışı her seferinde daha da besili bir hale geldi.
Düşünce, duygu, olay ve hayalleri güzel ve etkili bir biçimde anlatan edebiyat sanatı,
hayatın her alanını olduğu gibi, cinsel duygulanımları, cinsel istek ve tutkuları ve cinsel
eylemi de yapıtlarında işlemiştir. Erotizm, sadece bedensel bir eyleme ve kaba saba anlatıma
indirgenmediğinde kadın-erkek ilişkileri açısından her dönemde edebiyatın ana konularından
biri olma özelliğini sürdürecektir.

Cinsellik, açık saçıklık konusundaki anlayışlar toplumdan topluma, çağdan çağa
toplumsal gelişime koşut olarak değişmekte, bir toplumda, bir çağda sıkı sıkıya sarıldığımız
değerler alt üst olabilmektedir. Günümüz insanı için hiç de açık saçık sayılmayan
Decameron öykülerinin yazıldıkları dönemde büyük tepkilerle karşılanmaları bunun kanıtıdır. Erotik edebiyatta kalıcı olabilmenin koşulu, gerçekliğin sanatsal bir biçimde sunulabilmesidir.

Bu günlerde Arthur Schnitzler’den okuduğum “Rüya” evlilik ilişkisine odaklanıyor.
Arthur Schnitzler da ciddi anlamda rüya analizlerine Freud’ la başlamış. Freud gibi, o da, bastırılan cinsellik ve saldırganlık dürtülerinin kendilerini rüyalarda ifade ettiğini, ancak bu ifadenin açıkça olmayıp, rüyalarda sembollerle olduğunu savunuyor. Bir rüyayı ve bu rüya aracılığıyla da sadakati ve varoluşu sorgulayan, fantastik öğeler taşıyan Stanley Kubrick’in “Gözleri Tamamen Kapalı” filmini Psikanalist Arthur Schnitzler’in 1926 yılında yayımlamış olduğu “Traumnovelle” (Dream Novel ) isimli eserinden uyarlamış. Kubrick’in konusundan faydalandığı roman l9.yüzyıl sonu Viyana’sında geçiyor.  Film 20. yüzyılın kapandığı bir dönemde, (New York) yaşayan, orta sınıf bir burjuva bireyin, “sosyete” doktoru Bill’in kimliğinde) yaşamaya çalıştığı fantezi bir dünyada cinsellik üzerine bir çalışma. Kubrick bu filminde toplumsal dokunun içine girmiş, aile kavramının kutsallığını ya da günümüz ailesinin ahlaki değerlerini sorgulamış. Olaylar ilerlerken, doruk noktasına yaklaşmışken, karakterlerin iç dünyasını yaşamaya başlıyoruz.  Aldatma, cinsellik, sadakat, psikanalizle iç içe bir dünyaya adım atıyoruz.

Film boyunca Bill’in bilinçaltına, rüyasına ait süreçler karşımıza geliyor.
Gerek Traumnovelle (Rüya Romanı)nda gerek Eyes Wide Shut (Gözleri Tamamen Kapalı) da izlediklerimizin ne kadarı temel karakterlerin gerçek yaşamı, ne kadarı rüyaları tam olarak bilemiyoruz.  Romanın adının “Rüya” olması daha ilk başta olay örgüsünün bir rüya olarak kurgulandığını düşündürüyor. Bireyin, simgesel evrende ifade edilemeyen, bastırılan içgüdülerinin gerçeğine yaklaşıyoruz.  Filmi, Bill’in rüyası olarak düşünürsek düzenli bir anlatıdan çok,  sıkı sıkıya örülmüş üç ana bölümden New York’ta birbirini izleyen üç geceden oluşuyor.

Tom Cruise filmde Dr. William ‘Bill’ Harford, Nicole Kidman da Alice Harford karakterleriyle başrollerdedir. Alice Harford, eşinin kendisini kıskanmadığı düşüncesiyle bir gece gizlediği cinsel arzularını paylaşır. Alice kocasının ona duyduğu aşırı güvenden şiddetle rahatsızdır. Birlikte marihuana çektikleri bir gece yakışıklı denizci ile yatma fantezisini dile getirir. Alice’in itirafinın sertliği Bill’i çileden çıkarır. Alice şöyle der: “Sen bana güveniyorsun ha? O zaman tam bir körsün, “O adam beni bir an için bile isteseydi; seni, çocuğumuzu ve hatta kendi geleceğimi bile feda edebilirdim…”. O güne dek karısını aldatmayı aklına bile getirmeyen Bill, bu itirafın ardından sıra dışı ihanet arayışlarına girip tam bir kâbus yaşar.

Dr.Harford, karısının başka bir adama karşı hissettiği cinsel arzularını öğrendikten sonra, bu arzularıyla ilgili rüyalar görmeye başlar. Evlilik, cinsellik, sadakat sorgulaması burada başlar. Bill öncelikle bir hayat kadınıyla beraber olmaktan son anda vazgeçer. Daha sonra bir arkadaşı aracılığıyla katıldığı “gizli bir örgüt”ün ayinine katılır. Bu ayin aynı zamanda örgütün seks partisidir. Bu sahne, sinema tarihinin en iyi sahnelerinden kabul edilir. Cinsellik, insanoğlunun temel içgüdüsü olarak bu sahnede tüm albenisiyle sunulmuştur.  Ayin sırasında  takılan maskeler kişilerin kendileri olmaktan çok sadece birer simge, birer obje olduğunu bize hatırlatır. Bill, eve gittiğinde Alice’le yaşadıklarını paylaştığında, Alice’de ona rüyasını anlatır. Tam bu noktada filmde hangi sahnenin rüya hangi sahnenin gerçek olduğu konusunda bir şüpheye düşülür çünkü Alice rüyasında Bill’in yaşadıklarını görmüştür. Yani, Bill aynı zamanda Alice’in rüyasındadır. Filmde genel olarak gerçek ve gerçekdışılığın savaşı izlenmektedir. Filmdeki rüya kavramı en iyi şekilde Alice’in şu sözlerinde görülür : “ Maybe we should be greatful.. that we’ve managed to survive through all of our adventures, whether they were real or only a dream.” (Tüm bu serüvenler, ister gerçek ister rüya olsa da, tüm bu yaşadıklarımızdan sonra tekrar kendimiz olduğumuz için minnettar olmalıyız.)

İnsan ruhunun anlaşılmaz karanlık yanları filmde ısrarla vurgulanır. Bill’in karısına duyduğu bağlılık, oynadığı iyi aile babası rolü, bir fahişenin şehvetli davetiyle paramparça olur. Kendi duyguları ve ihtiraslarının karşısında insanoğlu açıkça acizdir. 
“Gözleri Tamamen Kapalı”ve “Rüya Roman” genel olarak birbirlerine benzer kurguda ele alınmışlar.  “Rüya Roman”aynı tema üzerine örülmüşse de iki yapıt “cinsellik” temasını ayrı şekilde ele alır. “Rüya Roman”da Fridolin kendi yarattığı bir dünyanın peşinden gider.  Her sahnede onu deli bir âşık olarak görürüz. Bu cinsel ihtirası onu endişelendirse de, kendiliğinden ortaya çıkmaktadırlar. Tıpkı her insanda olduğu gibi. “Gözler Tamamen Kapalı”da bu cinsel dürtüler bize yabancı, bizim dışımızda gelişen, kötü niyetli arzularımızdır. Özellikle Bill’in içinde devinen cinselliği onu zayıflatan bir tehdit alanıdır. “Rüya” kendiliğinden gelişen bir kurgu içinde örülmüş olması, yavaş yavaş okuru simgesel bir görüntü alanına çekiyor.  Bu görüntü akıldan çıkmayan, sıra dışı ve öyle rastlantısaldır ki, artık gerçek bir dünyanın içinde yer almadığımızı anlarız.  Bu formatı içinde Schnitzler’in “Rüya”sı  bir rüyanın tüm görüntülerini içinde barındırıyor. Bu rüyada olaylar anında yaşanır, insanlar çabucak belirir ve kaybolurlar.  Görüntüler sisli, pusludur.  Kararlar bilinemeyen bir güdü ile çarçabuk ve dikkatsizce alınırlar. Böylece ürkütücü bir mekânın içinde geziniriz. Okur olarak rüyadan uyanmayı arzulasak da bu hiç gerçekleşmez.
Schnitzler’in “Rüya”sı Binbir Gece Masallarından bir hikâye ile başlar.  Fridolin ve Albertine çiftinin kızları 1001 Gece Masallarından bir pasaj okumaktadır.  “Yirmi dört esmer köle, Prens Amgiad’ı halifenin sarayına götüren muhteşem kadırgada kürek çekiyordu…”diye okumasını sesli okuyan küçük kızın aniden gözleri kapanır.  Ebeveynleri birbirine gülümseyerek bakışırlar, çocuğun uyku vakti gelmiştir.  Çocuk odasına yatmaya gider, Fridolin ile Albertine, yalnız kalınca, akşam yemeğinden önce başladıkları, önceki gece
gittikleri maskeli baloda yaşananlar hakkındaki sohbetlerine devam ederler. Böylece ilk sayfadan “uyku” , “1001 gece masalları”  ve “maskeli balo” üzerinden bir gizemli bir yolculuğa doğru yol alacağımızın bilgisi okura verilmiş olur.

1001 Gece Masalları bizi gizemli, sınırsız hayal gücünün yer aldığı, hiç var olmayan, bir
âleme götürür.  Bu âlem mistisizm ve ahlaki normların geçerli olmadığı bir dünyadır.  Esrarengizdir.  Doğunun gizemli, şehvet içeren Prens Amgiad’ın dünyasına adım atmış oluruz.  Bu gizemli masalın öyküsü şöyledir.  Prens Amgiad ve Prens Assad aynı kralın iki ayrı anadan doğmuş oğullarıdır.  Amgiad’in annesi Prens Assad’a âşık olmuştur, Prens Assad’ınki de Prens Amgiad’a.  Bu noktada ana sevgisinden söz edilemez, bu aşk şehvet içeren cinsel bir aşktır. Prensler, annelerinin bu duygularına karşı koyunca kadınlar kralı çocukların onlara kur yaptıklarını söyleyerek oğullarını kralın gözünden düşürürler.  Kral oğullarının krallığından kovulmalarını emreder. Masal prenslerin değişik serüvenlerinden sonra oğulların evlenip babalarının yanına gelmeleri ve ailenin barışmasıyla biter. Masalda iki prensin olması Fridolin karakterinin iki yüzüne, onun duygusal ve mantık yönüne, gönderme yapar:  Fridolin etrafındaki kadınlar arasında ve kadınların etkisi altında kendini zayıf hisseder, hiç bir şekilde iradesine hâkim olamaz.

Çocukları yatmaya gidip hiçbir yerden bir rahatsızlık beklentisi olmayınca önceki gece katıldıkları maskeli baloda yaşananlar hakkındaki sohbetlerine devam ederler. Balonun karanlık suretleri yeniden gerçekliğe kavuşur.  Yaşadıkları kayda değmez şeyler bir anda, kaçırılmış fırsatların aldatıcılığıyla büyülü ve ıstıraplı bir hale bürünür.  Zararsız ama pusuda bekleyen sorular, hınzırca, müphem sorular dolaşır aralarında. Fakat sonra, geçen gecenin sudan maceraları hakkındaki hafif gevezelikten sonra, en duru ruha bile bulanık ve tehlikeli girdaplar sokabilecek o gizli, hemen hemen hiç sezilmeyen arzulara dalarlar.  Maskeli baloda  da olsalar, bir defalığına savrulabilecekleri gizli bölgelerden söz ederler. Zira duygularında birbirlerine ait olsalar da biliyorlardır ki katıldıkları maskeli balo kendilerine macera, özgürlük ve tehlike alanı açmıştır.  Bu sohbet kendilerine acı verircesine, saf olmayan bir merakla birbirlerinden itiraf koparmaya yaklaşır.  Ne kadar önemsiz de olsa bir gerçeği, ne kadar sudan da olsa söylenemeyeni ifade etmeye zorlar onları.  Bu sohbet gittikçe dayanılmaz olmaya başlayan bir itimatsızlık alanı da açar aralarına.  İkisinden daha sabırsızı, daha dürüstü ve daha iyi niyetlisi Albertine olur.  Açık konuşmaya cesaret ederek geçen yaz Danimarka sahilinde bir akşam iki subayla komşu masada oturan, akşam yemeği esnasında gördükleri bir adamı hatırlayıp hatırlamadığını sorar kocasına.  Fridolin başını sallayarak hatırladığını belirtir.  Albertine böylece itirafına başlar.  O sabah o adamın Albertine’i kaçamak bakışlarla süzdüğünü, bakıştıklarını ve hiç olmadığı kadar heyecanlandığını, tüm günü o adama ait hülyalara dalmış halde geçirdiğini, onu çağırmış olsa ona karşı koyamayacağını, kendini her şeye hazır hissettiğini; kocasını, çocuğunu, geleceğini feda etmeye kendini neredeyse kararlı hissettiğini ifade eder. Sözünü söyle bitirir: “…ama aynı anda –bilmem, anlayacak mısın? –benim için her zamankinden daha kıymetli oldun.”  Albertine’in itirafından sonra sohbet o gün Fridolin’in yaşadıklarıyla devam eder. O sabah, Albertine daha henüz uykudan kalkmadan önce Fridolin de sahil boyunca yürümüş karşısına on beşinde gencecik bir kız çıkmıştır. Kızla karşı karşıya kalırlar, belki on saniye.  Gayri ihtiyarı kollarını ona açar, kızın bakışında neşe vardır. Ama birden kız oradan uzaklaşmasını emredercesine bir işaret yapar.  Çocuk gözlerine bir rica, bir yalvarış belirir.  Fridolin’in gitmekten başka çaresi kalmaz.  O son bakışının ardında o ana dek yaşadığı her şeyi aşan, bayılacakmış gibi olduğu bir duygulanım yaşamıştır. Bu sohbet çiftin birbirlerine böyle yaşadıkları olayları hemen anlatacaklarına dair söz vermeleriyle sonlanır.

Sahneler birbirini izler.  Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir.  Rüyadan rüyaya birlikte sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu; karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik duygusu verilir.  Tedirgin ve sıkıntı içinde olan biteni izleriz.  Fridolin’in sıkıntısı kendi kendine yarılan benliğinin içimizdeki yankısıdır…boşluğun açığa çıkmasıdır.  Aşırılıklar, ölçüsüzlükler ve dengesizliklerin dünyasındayızdır. 

Rüyalarımız bilinçaltımızın aynasıdır. Rüyalarımızda hiç hoşumuza gitmeyen, yadırgadığımız görüntülere şahit oluruz.  Bu görüntüler karşısında ürperir, iç benliğimiz tüm çıplaklığı ile serilir gözlerimizin önünde. Bizi kemiren, ne olduklarını pek anlamadığımız bu görüntüler karşısında rahatımızı bozmamak, keyfimizi kaçırmamak adına bu görüntüleri rafa kaldırırız. Üzerlerine fazla düşünmemeye çalışırız; sorun yokmuş gibi davranırız. Ya da bazen üstlerini örteriz, bastırırız onları.  Çünkü bize hayal gücümüzü baskı altında tutmayı ve reddetmeyi öğrettiler.  Rüyalarımızdan korkmayı öğrendik. Oysa rüyalarımız ve düşlerimiz ruhlarımızın öteki yüzüdür. Rüyalarımızda gördüğümüz tüm imgeler içimizde bastırılmış, inkâr edilmiş ya da tüm eğilimlerimizdir.  Bu görüntüler karşımıza gelince onları kabullenmekte zorlandığımız için “gözlerimizin tamamen kapalı” olduğunu söylüyor S. Kubrick.

Bill’in başlangıçta ışığa doğru ilerlediğini sanırız.  Sonra bu hedefsiz yürüyüşünden yorulur. Gitgide yumuşayan zemin artık onu taşımaz, açılır.  Güneşli bir sona götüren bir güzergâhı boş yere izlemeye çalışsa da, içindeki koyu karanlık genişler.  Bu esnada onu aydınlatacak hiçbir pırıltı olmaz.  Olmak istediği her şey, onu aydınlığa taşıyamamıştır.  Hayal kırıklığı içinde gömülmüştür.

Filmde ve filmin uyarlandığı romandaki anlatılan ritueller Dionysos ayinlerinde aynen gerçekleştirilen ayinlerdendir. Geçici bir süre de olsa her türlü hiyerarşik ilişkinin, imtiyazların, tabuların yıkıldığı bir zaman dilimidir.  Mevcut düzenin ve kanunların “baş aşağı” edildiği, “kralın uşak, uşağın kral olduğu” sınırlı bir zaman dilimi içinde özgürlüğün egemen olduğu bir gündelik-dışı yaşam alanıdır.

Gerek Arthur Schnitzler gerek 20. yüzyıl sonu sinemasına ayrı bir renk katmış olan Stanley Kubrick karnaval geleneği ile çağdaş film seti arasında göz kamaştıran zenginlikte, yaratıcı ve karmaşık metaforları ile özgün bir bireşimi harmanlayarak unutulmaz bir sahneyi sinema sanatına kazandırıyor. “Gözleri Tamamen Kapalı” bireyin yapmakta zorlandığı iç yolculuğunu anlatıyor. Bilinçdışına yapılan bir yolculukta olup bitenler, akla uygun gündelik yaşam diliyle tarif edilemezdi.  Ancak ruhun derinliklerindeki simgesel dil bu yolculuğu anlatma işlevine uygun düşerdi. Kubrick de Schnitzler da evlilik kurumunun çok ince ve hassas noktası olan eşlerin karşı cinse duydukları cinselliği sorgularken, evlilik bağının ne kadar pamuk ipliğine bağlı ve kırılgan olduğunun da altını çizmiş oluyorlar. 




Raşel Rakella Asal
24 Aralık, 2012


Kaynakça
Arthur Schnitzler, Rüya, Alakarga yayınları, Ekim 2012
İsmail Gezgin, Sanatın Mitolojisi, Sel yayınları, 2011
Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Metis yayınları, Mart 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder