Roman kahramanlarını ölümsüz yapan, yüzyıllar sonra da insanlar için bir şey ifade edebiliyor olması. Büyük değişimler geçiriyoruz ama özünde duygularımız ve düşüncelerimiz birbirine benziyor. Macbeth’in söylediği bir cümle var: “Bir insan yaraşan her şeyi yapmaya varım, ondan ötesini yaptım mı insan olmaktan çıkarım.” Böyle bir bakışı dillendirebilen bir karakteri tamamen zıt eylemlerin içinde görürüz. Çünkü kendi arzusu, tutkusu ya da çıkarı söz konusu olduğunda insana “yaraşan” şeyin anlamında bir kayma oluyor ve şekil değiştiriyor. Macbeth’in trajedisi kendisiyle, tutkularıyla, iktidar arzusuyla yüz yüze gelmesidir. Bu nedenle zor bir metindir. Fakat bir o kadar da ilgi çekicidir.
Shakespeare’in yarattığı ölümsüz karakter Lady Macbeth
doymak bilmez iktidar hırsının, güç tutkusunun içindeki yangınla kendini yok
eden kadının simgesi olmuştur. Onda güce olan iktidar tutkusu ile kötülüğün
sınırsızlığını görür bir insanın insanlıktan çıkma durumuna tanıklık
ederiz. Özdemir Nutku, “Shakespeare
Üzerine bir İnceleme: Gecenin Maskesi”
adlı eserinde Macbeth’i kötülük üstüne yazılmış en derin tragedya olduğu
yorumunu getirir. Hırs ve açgözlülükle, kendinin olmayanı elde etmek için
vicdan baskısına ve adalete ters düşmekten çekinmeden karısı Lady Macbeth’in
tesirinden kurtulamayan Macbeth bir seri cinayetler planlar. Bu olaylar
zincirinin arka planında Lady Macbeth’in şu sözleri onu daha da alevlendirir.
“O kadar yufka yüreklisin k,
kestirmeden gitmeye yanaşmazsın. Gözün
yüksekte, hırslı olmaya hırslısın, hırsına yoldaşlık edecek gaddarlık sende
yok. Hadi durma koş gel buraya ki
iksirimi kulağına akıtayım. O altın
halka ile arana dikilen tüm engelleri kaldırayım dilimin gücüyle.(s.36)
Burada Lady Macbeth’in altın halka dediği krallık
tacıdır. Bu tacı elde edebilmesi için
tüm engelleri ortadan kaldıracak olanın kendisi olduğunu ima eder Lady
Macbeth. Tıpkı Eski Ahit’te anlatılan
ilk günah hikâyesinde, Yılan’ın Yaşam Ağacı’ndaki yasak meyveyi yemesi için
ikna ettiği Havva’nın, Ademi’i de ikna edişini hatırlatır bize.*
Ancak kocasının yolundaki engelleri kaldırabilmesi için
kadınlık zaaflarından kurtulması, vicdanını devre dışı bırakması
gereklidir. Kötü ruhları, cinleri
yardımına çağırır. Kötülüğü onların sayesinde
sağlamaya çalışır.
“Ey düşüncelere eşlik eden
cinler, gelin hadi, çekin alın kadınlığımı benden, baştan ayağa. En haince gaddarlıkla doldurun içimi; kanımı
koyulaştırın, vicdana giden yolları, geçitleri tıkayın, azap, merhamet
duyguları yol bulup geçemesin. Amansız
planımdan caydıramasın beni, hedefimle benim arama dikilemesin. Gelin, sütümü alın göğüslerimden, yerine
safra koyun, ey katillerin aracısı ruhlar;
görünmez varlığınızla, bir uğursuzluk çıksa diye nerelerde
bekliyorsanız, çıkın ortaya! Sen de
karanlık gece, cehennemin en koyu dumanına bürün de gel artık. Gel ki, keskin bıçağım açtığı yarayı
göremesin. Gökler, o kalın örtünün
ardında yapılan seçip, “Dur, yapma!” diyemesin” (s.37-38)
Cin çağırma tiradıyla salt kötülüğü elde etmek için bir dizi
ritüeller ve ayinlerden yararlanır. Bu da onun ritüellerden, ayinlerden
beslenen kadınsı ruhunun göstergesi olarak çıkar karşımıza.* Bir taraftan bu
ritüellere yaslanırken, bir taraftan da kocasına “Ne biçim erkeksin sen”(s.83)
diyecek kadar eleştirel ve buyurgan, kışkırtıcı ve ateşleyendir.
Güce tutkulu bu kadın, kocası üzerinde iktidarını kuracak,
onun önündeki engelleri ortadan kaldıracak ve kocasının elde edeceği iktidar
üzerinden kendi gücünü elde edecektir. Macbeth karısı tarafından öyle bir oyuna
gelmiştir ki, yalnız kral olmak için değil, karısına karşı erkekliğini de
ispatlamak zorunda kalacaktır. İşlettiği seri cinayetlerle çılgınlığı gitgide
artan Macbeth yalnızlık ve çaresizlik içinde çırpınacaktır.
Kötü kadın tiplemesini günümüze kadar koruyan Lady Macbeth
günümüzde de cazibesini korumakta erkek egemen toplumda kadının konumunu, yaşam
standardı ne olursa olsun yükseltmesi ve sınıf atlamak isteyen kadının
simgesine dönüşmüştür.
Ahlak ve iktidarın çatışması, yükselme hırsı, doğruluk gibi
konular her çağda insanın gündeminde olması kaçınılmaz oluyor konu insan doğası
olunca. Yalnız Lady Macbeth mi,
eskimeyen karakterlerden? Ya Mme Bovary
veya Anna Karenina? Onlar da hiç
unutulmayanlardan. Unutulmamaları
tutkularından. Lady Macbeth’in iktidar
tutkusu, Madam Bovary de sosyeteye yükselme tutkusu, Anna Karenina da ise aşka
olan tutkuyu görüyoruz.
19.yy romansının en başarılı örneklerinden “Madam Bovary”
hem ele aldığı konu hem de Flaubert’in üslubu ile çarpıcı bir metindir. Anlatılan
Emma Bovary’nin trajik hayat hikâyesi ve karşılıksız aşkları gibi görünse de
Flaubert, Emma karakteri ile 19. yy Fransız kadınının kıstırılmış hayatını,
evlilik müessesinin insan doğasına aykırılığını, toplumsal değer yargıları ve
ahlak ölçülerinin ikiyüzlülüğünü ele alır. Roman Madam Bovary karakteriyle bir
küçük burjuva kadının çöküşünü, manevi acılarını bu küçük burjuva kadınının arkasında
yatan bayağı, önemsiz, küçük dünyayı anlatır.
Bu ünlü yapıt daha yayımlanır yayımlanmaz genellikle büyük
bir hayranlıkla karşılansa da kimi çevrelerde öfke ve hor görüyle karşılanır.
Hatta Madam Bovary’nin yayımlanmasından hemen sonra, Flaubert’in ahlak ve dine
aykırı bir yapıt yazdığı öne sürülerek yazarın yargıç önüne çıktığını, en sert
biçimde cezalandırılması istendir. Savcı Pinard’a bakılırsa, Madam Bovary
romanının temel yönelimi eş aldatmanın yüceltilmesi, cinsel duyuların abartılıp
kışkırtılması olduğuna göre, bu yapıtın yayımına izin vermek, “zehri herkesin
ulaşabileceği bir yere koymak” olacaktır.
Yalnız seçkin kişiler değil, genç kızların, hele evli kadınların
okuyacağı düşünülecek olursa bu kitap hiç yayımlanmamalıdır.
Yalnız savcı Pinard değil, o yılların gerçekçilik okulunun
başlıca iki öncüsünden biri olan Edmond Duranty, de yapıtı hiç beğenmez.
Yorumunu şöyle yapar: “Her sokak, her ev, her oda, her ırmak, her ot dalı
tümüyle betimlenir burada! Her kişi,
karşımıza çıkınca, sırf zekâ derecesini öğrenelim diye, ilginçlikten ve
yarardan yoksun bir yığın konuda konuşur önce.
Bu inatçı betimleme yönteminin sonucu olarak, roman hemen her zaman el,
kol devinimleriyle geçer. İki üç satırla
betimlenmedikçe, tek el, tek ayak kımıldamaz”, diyerek “Bu romanda ne heyecan
var, ne duygu, ne yaşam.” romanı gözden düşürür. Kuşkusuz Madam Bovary’nin
gelenek ve kurulu düzen savunucularını böylesine rahatsız etmesi, yapıtta
kendilerini sarsan, alışkanlıklarına, kalıplaşmış düşüncelerine ters düşen
farklı düşünceler sezinledikleri içindir.
Emma Bovary okuduğu romanların etkisiyle aristokrasiye ve
büyük burjuvaziye hayranlık duyan aristokrasinin bir parçası olmayı hayal eden
ve buna ulaşmak için çabalayan bu sınıfa dâhil olmasa da en azından aristokrat
sınıfına yakın bir sınıf içinde bulunmayı arzulayan bir kasaba doktorunun
karısıdır. Burjuva sınıfının nasıl yaşadığını bilmek, hayatlarına girmek, o
hayata karışmak ister. Kişiliğinin en önemli özellikleri aşırı hayalciliği,
duygularını önüne geçememesi, kendisi için yaşamasıdır. Zamanının çoğunu kendi
düşüncelerinin içinde kaybolarak geçirir. Düşlerinde günlük hayatı imgelerle
süsler. Sıradanlığı olağanüstüye, sadeliği dolambaçlıya tercih eder. Gerçeği
yalancı bir güneşle parlatmakla teselli bulur. Sahip olamayacaklarını
düşlemekten bir türlü vazgeçemez. Evlilikten maddi anlamda çok şey bekler.
Köyde bir çiftlikte değil, şehirde yaşamayı düşler. Onunki içten yapılmış bir
pazarlık değildir bir üst sınıfa dâhil olabilmesindeki tek yolun o sınıftan bir
erkekle birlikte olmakta olduğu düşünceye kapılmasıdır. Emma Bovary’nin başka
bir hayata duyduğu ihtiras, çok büyük düş kırıklıklarına sebep olur.
İlk modern realist anlatı kabul edilmesinin dışında, romanın
önemi sadece taşra hayatından bunalan, isteklerine gem vuran ve kentsoylu
insanları yeren bir kitap olması değildir. Roman okur üzerinde öyle etkili
olmuş ki, bu romandan sonra “Bovarizm” akımı doğmuş, psikolojide tatminsizlik ve memnuniyetsizlik
adı verilen bir hastalığın ismi olmuş hatta “Bovarizm” edebiyatta da kullanılan
bir kavram olmuş.
Edebiyat tarihinde Madam Bovary ölçüsünde ilgi uyandırmış,
Madam Bovary ölçüsünde tartışmalara, değişik yorumlara konu olmuş bir başka
roman da Tolstoy’un Anna Karenina romanıdır.
İkisi de edebiyat tarihinde benzersiz bir simge oluşturmuştur. Nasıl ki,
Flaubert deyince Madam Bovary’yi düşünürsek, Anna Karenina da bize Tolstoy’u
çağrıştırır.
Anna Karenina bugüne kadar yaklaşık otuz kez beyaz perdeye taşındı. Sineme dışında bu ölümsüz eserden üç tiyatro
oyunu, üç bale, iki müzikal oyun, on opera yapıldı. Clarence Brown’ın 1935 yılında
yönettiği sinema versiyonu en ünlü Anna Karenina uyarlaması olarak kabul
edilir. Greta Garbo’nun başrolde
oynadığı film o zaman için muazzam bir izleyici kitlesine ulaşır. Film Venedik
Film Festivali’nde ödüllendirilir.
1997’de Bernard Rose’un yönettiği Sophie Marceau ve Sean Bean’ın
oynadığı Annaa Karenina, tamamı Rusya’da çekilen ilk Amerikan filmi olarak
tarihe geçer. 2012 yılında Joe Writht’in
yönetmenliğinde kostümlü dramlarla ilgili tüm kuralları alt üst ederek
karşımıza yeni bir Anna Karenina versiyonu çıkar. Özellikle başarılı oyuncu
performanslarından da güç alan film, hiçbir ana karakterini iyi veya kötü
olarak ayırıp yargılamamaya özen gösterir.
Bu filmin tek kötüsü aristokrat sınıftır. Bir an bile nefes aldırmayan
bir tempoyla ve anlatım seçimleriyle bu çok bilindik esere farklı bir yön
katıyor Joe Writht’ın Anna Karenina sinema uyarlaması. Peki, kimdir bu kadar sanat eserine ilham
kaynağı olan Anna Karenina?
Anna Karenina soğuk ve ruhsuz bir devlet memuru olan Alexei
Karenin’in güzel, tutkulu ve eğitimli karısıdır. Anna’nın karakteri oldukça
karmaşıktır: Söz gelimi, evliliğin ve evin kutsallığını bozduğu için suçluluk
duyar fakat buna rağmen soylu kalmaya devam eder ve kendisine hayranlık
duyulur. Anna zeki ve bilgilidir, İngiliz romanları okur ve çocuk kitapları
yazar. Anna zariftir, kıyafetleri içinde her zaman sadedir. Uzun yıllar
Karenin’le yaşaması, görgülü, güzel bir sosyete eşi ve son derece latif ve ince
bir ev sahibi rolünü oynama yeteneğine sahip olduğunu gösterir. 1870’lerin neredeyse
en ideal aristokrat Rus kadınıdır.
Anna’nın en öne çıkan nitelikleri tutkulu ruhu ve hayatı
kendi tercihlerine göre yaşama kararlılığıdır. O bir tür feminist kahramandır.
Gözden düşmüş olmasına rağmen St. Petersburg yüksek sosyetesiyle yüz yüze gelmeye
cesaret eder; aşağılanma ve alay edilme ile karşılanacağını bile bile operaya
giderek mahkûm edildiği sürgünlüğünü reddeder. Anna modası geçmiş Rus ataerkil
sisteminin ve bu sistemin zina karşısında kadına ve erkeğe uyguladığı çifte
standardın bir mağdurudur.
Anna’nın yaşamını yöneten ilke sevginin her şeyden, hatta
vazifeden bile üstün olduğudur. Bu ilkeye güçlü bir biçimde bağlı kalır. Kocası
Karenin’in dışarıya karşı sağlam bir evlilik ve aile görüntüsünü korumak
amacıyla onunla birlikte kalması şeklindeki talebini geri çevirir. Sevgilisi Vronsky’yle
ilişkisinin sonraki evrelerinde Anna’yı en çok endişelendiren Vronsky’nin onu
artık sevmemesi fakat sadece görev gereği onunla birlikte yaşamaya devam
etmesidir. Romanın sonraki kısmında Anna’nın uygar toplumdan sürgün edilişi
normal olarak görev duygusuyla üstlendiğimiz tüm sosyal anlayışların sembolik
bir inkârıdır. Anna kendi kalbini dinlemekte ısrarcıdır. Bu tutumu ile
ben-merkezci gibi görünür. Yine de Anna’nın yüreğinin söylediklerine göre yaşama
ısrarı onu bir öncü, erkek egemen bir toplumda özerklik ve tutku arayan bir
kadın yapar.
Nabokov, Madam Bovary ile Anna
Karanina’yı şöyle karşılaştırır: “Karenina’nın
doğrucu ve tutkulu doğası, kılık değiştirmeleri, gizli kapaklı işleri reddeder.
O yıkık dökük duvar diplerinden sürünerek birbirinden farksız âşıkların
yataklarına yollanan arzu dolu bir kenarın dilberi, düşleriyle yaşayan bir
taşralı Emma Bovary değildir. Anna, Vronski’ye bütün yaşamını verir, sevgili
küçük oğlundan ayrılmaya- çocuğu görememekten duyacağı korkunç acıya karşın-
evet der ve önce ülke dışında, İtalya’da, sonra da onun Orta Rusya’daki kır
evinde Vronski ile birlikte yaşar. Bu “açık” gönül serüveni ahlaktan nasibini
almamış dost çevresinin gözünde ahlaksız olarak damgalanmasına yol açsa da
yapar bunu. (…kendi çocuğundan ayrılırken Emma’nın içi bile sızlamaz, o küçük
hanım için çetrefil ahlaki sorunlar filan söz konusu değildir)”.
Bu “açık” gönül serüveni ahlaktan nasibini almamış dost
çevresinin gözünde ahlaksız olarak damgalanmasına yol açsa da yapar bunu. Sonunda Anna ile Vronski kent yaşamına
dönerler. Çevresindeki ikiyüzlü
topluluğu aşk serüveninden çok, toplum kurallarını nasıl açıkça hiçe saydığını
göstererek küplere bindirir Anna.
Anna, toplumun öfkesinin sonuçlarına katlanırken,
horlanırken, toplum tarafından dışlanırken, Vronski, erkek olduğu için, bu
rezaletten etkilenmez, çağrılar alır, eski dostlarıyla buluşur. Anna’yı sevmesine rağmen zaman zaman bu
eğlence dünyasına geri döndüğüne sevinir.
Anna Vrosnski’nin bu davranışını ona karşı beslediği sevginin düşüşü
olarak görür. Aşkının Vronski’ye
yetmediğini, sevgilisini yitirmekte olduğu duygusuna kapılır.
Anna-Vronski birlikteliği yalnızca cinsel aşk üzerine
kuruludur ve yıkılmasına neden olan budur. Anna’nın trajedisi kocası olmayan
bir erkeğe âşık olması değildir.
Tolstoy’un ve Balzac’ın yaşadıkları toplumda gözde hanımların
istediklerini aşk serüvenini gizli gizli yaşıyorlardı. Emma Bovary’nin
Rodolphe’la at gezintisine çıkarken taktığı mavi peçeyi, Rouean’da Leon’la
buluşmasında örtündüğü siyah peçeyi büründüğünü unutmamamız gerekir. İşte bu
noktada Tolstoy topluma ikiyüzlülüğünü yüzüne vurmaktan çekinmez. Asıl ahlaksız olanın toplum olduğunun altını
çizer. Tolstoy’un vurgulamak istediği ahlaki ders şudur: aşk yalnızca cinsellik odaklı olunca
bencilleşir. Bencil olduğu için
yaratamaz, yıkar. Bu sebeple günah
içerir.
Tolstoy’un pedagoji üzerine düşüncelerine katılan, bunalım
sonrasındaki dünya görüşüne benimsediği eleştirmen M.S. Gromeka’nın yorumuna
göre, Anna-Vronski çiftinde özgür aşk düşüncesi “ölümcül bir yara” almıştır. Tolstoy
bu romanıyla aşkta koşulsuz özgürlüğün olmayacağını, toplumun koyduğu
kuralların gücünü görmezden gelemeyeceğimizi, insanın bunları
değiştirebileceğini düşünmenin körlük olduğunu, topluma ve kurallara karşı
savaş açılamayacağını kanıtlamıştır.
Romanda çok çarpıcı olarak açığa çıkan sosyetenin ikiyüzlülüğü, dedikodu
ve işe yaramazlığı hayatının ekseni yapmış yüksek sosyete karşısında Anna suçlu
veya günahkâr değil, yalnızca “kurban”dır.
Raşel Rakella Asal
6 Aralık, 2012
Kaynakça
* Demet Çizmeli, Hırs, Günah ve Vicdan: Lady Macbeth, Roman Kahramanları, Tem
2012
William
Shakespeare, Macbeth, Remzi Kitabevi,
2000
Romain Rolland,
Tolstoy’un Yaşamı, Yapı Kredi Yayınları, Nisan l995
Lev Tolstoy, Anna
Karenina, İletişim Yayınları, 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder