Nobel ödüllü Thomas Mann,
l9. Yüzyıldaki yazarlar gibi Nazi rejimine aktif bir şekilde karşı çıkan ve bu
nedenle Alman vatandaşlığından çıkarılan bir yazardı. Önce İsviçre’ye daha sonra ABD’ye göç etti. Burjuvazinin yozlaşması çerçevesinde Buddenbrook Ailesi, Büyülü Dağ, Venedik’te
Ölüm, Doktor Faustus gibi eserleri güncelliğinden bir şey kaybetmeden
kuşaktan kuşağa okunur.
Yirmi beş yaşında yazdığı Buddenbrook Ailesi romanıyla edebiyat
dünyasına damgasını vuran Thomas Mann bu başarıyı eserleri arasında en
tanınmışı olan Venedik’te Ölüm ile
devam ettirdi. Bu eserin bir özelliği de onun bir “künstlerroman” örneği
olmasıdır. Künstlerroman (sanatçı romanı) bir sanatçının çocukluk yıllarından
başlayarak büyümesini, yetişmesini, sanatçı olmaya karar verişini anlatır. Bu
roman tarzında yazar, ana karakteri kendi ile özdeşleşir. Yarattığı karakteri kendi
bunalımını yansıttığı bir sanatçı olarak kurgular. Kurgulanan bu sanatçı eserin
sonunda mutlaka ölür. Böylece yazar kendi yeniden doğumunu gerçekleştirmiş,
üretkenliğini yeniden kazanmış olur.
Venedik’te
Ölüm sanatçı ve sanatın doğası hakkındadır. Romanın girişinde, gizli eşcinsel eğilimlere sahip
Gustav von Aschenbach tutkularını hep bastırmış, bunları asla özel yaşamında
veya sanatında ifade edememiştir. Aschenbach’ın yüzyılın bitimindeki Avrupa
burjuva kültürü içinde yer alan “bastırılmış” kişinin temsilcisidir. Arzularını
her zaman kontrol altında tutan ünlü yazar Aschenbach’ın karşısına Tadzio
adındaki genç erkek çocuğunun çıkmasıyla tüm ahlaki değerleri sarsılır.
Tadzio’nun cinsel güzelliğine kapılır; güzelliğin ve tutkunun kölesi haline
gelir. Tamamen mantığın ve saf duyguların dışına sürüklenir. Arzunun kölesi
olmak onun düşüşü olur. Sanatı da denetim altında tuttuğu bir sanattan kontrolsüz bir sanata değişim geçirir.
Yazar Aschenbach’ın ahlakı düşüşü ile Thomas Mann bizi hem insanın aşırılıklar
tarafından ele geçirilmesinin tehlikelerine karşı uyarır hem de sanatın
doğasını sorgular.
Bilinçaltının
eşsiz gücü, bizi gitmeyi arzu edeceğimiz bir yere değil de kendi gideceği yere
götürmesindendir. Nasıl düşler denetim
altına alınamazsa bir sanat yapıtının gelişiminin en doruk noktası da denetim
altına alınamaz. Bir sanatçı yaratıcı gücü duydu mu, o güç “hipnotize edici ve
büyüleyici olur. Yaratıcı güç nereden
gelmiştir, nereye gidecektir? Peri
masallarındaki ya da efsanelerdeki gibi büyülü bir anahtar esrarengiz bir
dünyanın kilidini açmıştır. Kişi bu
dünyadan içeri girer mi? Ya kapı sallanıp kapansa? Ya kişi, büyü ortadan kalana kadar içerdeki
dünyada kalacaksa? Tüm bu soruların
cevabını ancak sanatçı kendisi verebilir.
Bu büyülü dünyada kalan sanatçı sanki kendisi değil de bir başkasıdır.
Bu içindeki başka biri onunla konuşmak için diretir. Romanda Aschenbach’ın
tutkusunun ve duygularının peşine takılıp gitmesi, işte böyle dizginlenemez
ilkel bir duygudur. Bu duyguyu Joyce Carol Oates şu sözleriyle açıklar. “Bu
duygu ilkeldir, hemen hemen insanlık dışıdır, zaman zaman da tüyler
ürperticidir.” Aschenbach bu ilkel olan,
şeytani olan duyguyu yaşamak ister. Bu isteğinde gerçek sanatçı kimliği
belirleyici olur.
Romanın
ana karakteri Gustav von Aschenbach Thomas Mann gibi yazardır. Sanatçı
sorunsalını irdeleyecek olan Mann kendini roman kahramanı ile örtüştürmek
istemez. Eserde bu kurguladığı
karakterde onun yaşamından izler taşıdığı görülse de, yarattığı karakter ile
bir mesafe oluşturmuştur. Yaratıcı bir ruhla donanmış olan Aschenbah’ı farklı
yönleriyle okura tanıtılır. Onun yazar olarak toplum içindeki konumu örnekler
verilerek okura aktarılır, böylece okur karakter hakkında ön bilgiler almaya
başlar.
Bize
Aschenbach şöyle tanıtılır: Çelimsiz
denebilecek gövdesine göre başı, biraz büyük görünür. Tepe seyrekleşen, yanlarda gürleşip ağaran
alabros taranmış saçları, adeta yara izleriyle kaplı, yüksek bir alnı vardır.
Avurtları çökük ve çizgi çizgidir. Yaşlılığa merdiven dayamış bu adam gözlük
camlarının gerisinden yorgun bakar dünyaya. Dış hayatı bakımından bir manastır
yalnızlığı içindedir. Fiziki açıdan
zayıf yapılı bir insan olduğu ayrıntılı tasvirlerle okurun gözünde
canlandırılır.
Ve
hemen hikâyenin ilk sayfalarından onun sanatçı doğasının Bohemyalı bir orkestra
şefinin kızı olan annesinden gelmiş olduğu vurgulanır. Görünüşündeki yabancı
ırk özelliklerini annesinden almıştır.
Sanatçı kişiliğinden şöyle söz edilir: “Titiz, kuru bir görevine
düşkünlükle karanlık, ateşli iç dürtülerin birleşmesinden bir sanatçı, bu
sanatçı doğdu.”
Karakterimizi
tanımaya devam ederiz. Eserleri örnek ve
değerli bulunduğu için dönemin okul kitaplarına alınmıştır. O sıralarda eğitim örgütleri, okullar için
yazdırılan okuma kitaplarına ondan seçme parçalar almışlardı. (s.21) Bir başka husus da Auschenbach’ın uluslararası
bir üne sahip olmasıdır.(s.15) Genç yaşta ona gelen şöhretin onun üzerinde
getirdiği baskı vardır. Sürekli hissettiği bu baskı onun tasasız gençlik düşüncelerinden
hep uzak tutmuştur. Aschenbach’ın işine olan itaatkâr adanmışlığı, tabiatında
var olan kırılgan sağlığına büyük zarar verir.
Sürekli hastalıklar ile uğraşmasına neden olur.
Bu
ilk sayfalarda onun yaratma sorumluluğuyla çok yüklü ve eğlenceden yana
gönülsüz olduğunu okuruz. Avrupa’dan
dışarı çıkmak şöyle dursun, hiçbir zaman böyle bir arzu bile duymamıştır. Kendisine
yüklediği yaratma tutkusundan başka hiçbir şey ona keyif vermez. Auschenbach’ın
tüm çabası edebi üretkenliğini canlı tutmaktır.(s.7) Yaratıcı gücünün azalması
onda bir korku halini almıştır. Günlerini kışın kentte, yazları kaba saba kır
evinde geçirir.
Arkadaşı
yoktur. Dağ evinde iki hizmetçisi ile
yaşamaktadır. İnsanlarla olan ilişkisi
kendisinden daha alt sınıftaki insanlarla sınırlıdır. Eserin bir diğer konusu da ölümdür. Mann Aschenbach’ın yaşlılığa gidişini ve
kırılgan olmasını ölümü çağrıştıran bir gönderme olarak kullanır. Venedik’te bindiği gondolu bir tabuta
benzetmesi de ölümü anımsatır.(s.30)
Bu
tanıtımdan hemen sonra ona tezat oluşturacak davranışındaki dönüm noktası
açıklanır. Bu derli toplu, plansız programsız hareket etmeyen ve her şeyi akla
uygun bir çerçeve içinde yapan Aschenbach birden bire ani esen bir arzu ile
dünyayı dolaşmak isteğine karşı koyamaz.
Uzaklara, yeniliklere karşı bir özlem duymaya başlar. Kurtulmaya,
yüklerinden sıyrılmaya, unutmaya karşı bir tutku ile karşı karşıyadır. Kaçmak
arzusu öyle ağır basar ki, onu bastıramaz.
İrade
ve erdem sahibi yazarın hayatı bir bahar günü yorgunluğunu gidermek umuduyla
çıktığı yürüyüş sırasında kuzey mezarlığında gördüğü bir yabancı sayesinde
olur. Bu yabancı onda yolculuk etme
isteği uyandırır. Gezme arzu ile evine döner. Bastırmış olduğu bu arzu, onda
bir tutkuya dönüşür – bunun üzerine yolculuğa çıkar. Adriyatik denizindeki İstria kıyılarına kadar
gider. Bir süre sonra aradığı şeyin
burada olmadığını anlar. Asıl gitmek
istediği yer Venedik’tir. Bu yolculuğa
yalnız çıkar. Eşi genç yaşta ölmüştür.
Tek kızı vardır; o da evlidir.
Yaşamının
seyrini değiştiren olay otelde eşsiz güzellikte bir oğlanı görmesi ile
başlar. Hayret içinde baktığı bu oğlan
ona tanrısal bir vakar taşıyan Grek dünyasının en soylu çağından kalma heykelleri
hatırlatır.(s.40) Bu sahne onun ahlaki çöküşünün başlangıcı olur. Aschenbach
büyük bir merakla çocuğun adını öğrenmeye çalışır. Onun güzelliğe duyduğu sanatçı ruhu ile
başlayan sevgisi, zamanla bu ilk amacından uzaklaşır. Bu sevgiyi özlemini
duyduğu oğul sevgisi olarak da karşımıza çıkar. Bu yeni yetme oğlanın güzelliği
karşısında büyülenmiştir. Onu mükemmel güzelliğin bir kopyası olarak görür.
İleri
bölümlerde(s.68) Tadzio’nun ona bir tebessümü, gülümserken yavaş yavaş açtığı
dudakları, onun şirin oluşu ve samimiyeti hiç aklından çıkmaz. Tadzio’yu tanımasıyla Aschenbach’ın
duygularının ve tutkunun etkisiyle kendisini karşı kutbun uçurumunda
bulur. Achenbach ahlak dışına çıkmıştır.
Artık hayran olduğu kişiye kendini beğendirmeye çalışacaktır. En azından fark
ettirme gayreti ile süslenme, kuaföre gitme, gençleşme çabalarıyla yozlaşmaya,
ahlak çizgisinden sapma çizgisine girmiş olur.(s.92)
Aschenbach
dolaylı yollardan Venedik’te salgın bir hastalık olduğunu öğrenirse de
Tadzio’dan ayrılmamak için buna aldırmadığı gibi, onun annesinden de bu gerçeği
gizler. Turistlerin kafileler halinde
şehri terk etmelerine rağmen Venedik’ten ayrılmayı göze alamaz. Çünkü
Tadzio’dan ayrılmak onun asıl kişiliğine dönüşü olacaktır. Artık o eski kişiliğinden uzaklaşmış bir kimsedir. “Tekrar kendini bulmaktan daha sıkıntılı bir
şey olur mu?”(s.87-88)
Aschenbach
artık o eski disiplinli, erdemli, ahlaklı ve nefsine hâkim kişi olmak istemez.
Bu anda kendisinde meydana gelen ruhsal kutuplaşmanın farkındadır.
Aschenbach
bilinçli bir şekilde ölüme meydan okumuş ve sonunda koleradan ölmüştür. Onun
ölüm haberi onun bu serüveninden habersiz olan dünyada sarsıntı yaratır. Ona
saygı ile bağlı olan okur kitlesi, onun ölüm haberiyle sarsılır.(s.99) O
günahkâr olmadan ölmüştür. Ölümü onun kurtuluşu olmuştur. Gizlice aşkı ve sevgiyi istediği halde ölümü
daha çok arzulamıştır. Çünkü bu geldiği
noktada artık çıkışsızdır, eski kimliğine geri dönüş yolu ona kapanmıştır. Zaten o da bunu arzulamamaktadır.
Aytaç
Gürsel, bu duruma şöyle yorum getirir:“Bu estet trajedisi bir yerde Thomas
Mann’ın hayatı boyunca benliğinde duyduğu burjuva-sanatçı karşıtlığının,
iyi-güzel çatışmasının edebi yansımasıdır.
Sanat tutkusunun kendisini sürükleyeceğinden endişe duyduğu trajik sonu,
Aschenbach’ın kaderinde dile getirerek bir çeşit arınma sağlamıştır.” (s.335)
Mann
dogmacıların değil şüphecilerin yazarıdır.
Aschenbach’ı yazar olarak yücelttiği gibi onun eksik taraflarını da
eleştirir: “Geniş burjuva tabakaları edebiyatta canlı ve zihni yormayan bir
realizmden hoşlanır; fakat görüşlerinde tutku derecesinde hoşgörüsüz gençliği
ancak problemli şeyler çeker: Aschenbach
herhangi bir delikanlı gibi problemi ve hoşgörüsüz olmuştu. Zekâya kulluk, bilgiyi sömürme, yedek ekimliği
sarf, sırları feda, dehadan kuşku ve sanata ihanet etmişti; hatta eserleri, onlardan inanarak zevk
alanları şevke getirir, coşturur ve hoşlandırırken o genç sanatçı, yirmi
yaşındakileri bizzat sanatın ve sanatçılığın kuşkulu içyüzü hakkındaki
cynisme’leriyle ağzı açık bırakmıştı.” (s.19)
Thomas
Mann’ın bu eleştirisi kendine yönelttiği bir öz-eleştiri olarak
yorumlanabilir. Ana karakteri
Aschenbach’ın geçirdiği ruhi çöküntünün asıl sebebi, daha önce yaşamadığı duygularının
ortaya çıkmasıdır. Aschenbach’ın kendisinde meydana gelen bu zıt kutba
yönelmesinin farkındadır; ama önceki hayat felsefesine dönme arzusunda
değildir. Yaşamında gizli kalmış
duyguların gerçek kişiliğine baskın çıkması olarak değerlendirir kendindeki
değişimi. Bu değişim onu bilerek ölüme
korkusuzca gitme cesaretini vermiştir.
Böyle
durumlarda bir yazarın tıpkı Aschenbach gibi, sanatsal kişiliğini sapmaya
uğradığı ve ruhi bunalıma düştüğü durumlar görülebilir. Bu değişim Aschenbach’ta
düşünü kurup kurguladığı ve yaşayamadığı duygularını eserlerinde yaratması,
gerçek hayatında bu duygularını bastırmasından kaynaklanır. Bu yaratım süreci
içinde duyguları ve ahlaki kalıplar arasında bocalaması onu böyle bir bunalımın
eşiğine getirmiştir.
Tadzio on dörtlerinde çok güzel
Polonyalı oğlandır. Annesi, ablası ve dadısı ile Aschenbach ile aynı otelde
kalmaktadır. Tadzio saf ve masumdur ancak Aschenbach ilgisinin de farkındadır.
Jashu Tadzio’nın oteldeki en yakın
arkadaşıdır. Tadzio’yu idolleştirdiği görülür. Jashu parlak ve yumuşak siyah
saçları, sağlam vücutlu ve şamatacı tabiatı ile Tadzio’nun tam tersidir.
Romanda efsane ve psikolojik
bakış açıları
Thomas Mann Venedik’te Ölüm’ü yazarken efsane ve psikolojik bakış
açılarını odak noktası yapmıştır. Kullanılan efsaneye paralel olarak kahramanın
psikolojik durumunun sergilenmesi Aschenbach’ın düşüşünde eşit rol oynar. Tadzio’nun Aschenbach’ın üzerinde yarattığı etki antik Yunan
heykellerinden toplanmışa benzeyen, ideal güzelliğin yorumu olur. Tadzio mistik
terimlerle bize anlatılır; Yunan heykelleri, aşk tanrısı, Hyacinth, Narcissus,
sümbül ve nergis çiçekleri ile karşılaştırılır, Plato’nun Phaedrus karakteri
ile tanımlanır. Ancak ideal güzelliğe duyduğu tutkuyla sarsılan yazar, bu heyecanı
ne taşıyacak ne yaşayacak güçtedir. Sadece izler Tadzio’yu. Bütün gününü böyle
geçirmeye başlar. Öyküde, daha çocuk olan Tadzio’nun güzelliği üzerine uzun
anlatımlar yer alır. Öyle ki, bu güzellik karşısında Aschenbach bir trajedinin
tam ortasına düşer. Bir yanda geçmişin izleri öylece duruyordur, diğer yanda bu
taze güzellik karşısındaki edilgenliği ile eriyordur. Diğer yandan da yaşlılığa
yüz tutmuştur. Aschenbach’ın suyu aşarak Venedik’e yaptığı yolculuğu Styx nehri
ile yeraltı dünyasına inişini temsil eder. Aschenbach tarafından sürekli görülen
tuhaf kızıl saçlı görüntüler şeytan ve iblisleri ifade eder. Thomas Mann mitolojik
göndermelerle karakterlerini yaratarak temasını evrenselleştirmeye çalışır.
Romanda ölüm teması
Thomas
Mann ekonomik ve dolaylı bir anlatım dili kullanır. Hiçbir sözcüğü boşa
harcamaz: her bir ayrıntı önem taşır. Doğrudan doğruya anlatmaktan ziyade
anlamı sezinleten bir yolla hikâyesini aktarır.
Fırtınalı gökyüzü, taş ustasının avlusunda satılan siyah mezar taşları,
gondolun siyah rengi, kafatası gibi marjinal parçalar kötü bir şeylerin olacağı
ölümcül atmosferi kurmak için metinde yerlerini alırlar. Mann bu motif seçkisi
aracılığı ile adım adım ölüm temasını dokur.
Venedik’in romandaki anlamı ve önemi
Venedik
en az üç farklı seviyede önemli bir semboldür. İlki; coğrafi olarak Asya ve
Avrupa’nın tam ortasında yer almasıyla şehvet ve egzotizmi algılandığı doğunun
dünyası ile ölçülü ve medeni Avrupa’nın harmanlandığı bir yerdir. Bu yönüyle Venedik
sembolik olarak, Aschenbach’ın soğukkanlılığını kaybettiği, şehvet ve tutkularını
ortaya döktüğü yer olmaya uygun bir mekândır. İkincisi, Venedik batan şehir
olarak bilinir. Hikâyenin Venedik’te geçmesi ile Mann şunu ortaya koyar. Başta
Aschenbach Venedik gibi, saf ve erdemlidir. Venedik’in her yıl batması gibi,
Aschenbach da yavaş yavaş ahlaki çöküşe sürüklenir. Üçüncüsü, Venedik yanılsamaların
şehridir: Şehir doğaya terk edilecek, sadece su olacaktır. Venedik’in bir diğer
ve çok önemli özelliği de her sene kutlanan maskelerin ve kostümlerin giyildiği
karnavalı ile ünlü olmasıdır. Bu yönüyle Venedik hem sanatın dürüst olmayan
tarafını temsil eder, hem de sanatçının kendi sanatına ortaya koymasına
rehberlik eder
Mitolojide
de durgun ve ölçülü gücü simgeleyen tanrı Apollon’un karşısında kural dışılığın
göstergesi tanrı Dionysos’tur. Apollon erkeklerin en güzelidir. Tek aracı
bedeninin güzelliğidir. Dionysos ise karanlığın yüreğinden doğmuştur. Karanlık,
gizi ve ışığıdır onun. İçinde kendini akıttığı bir kazandır. Öfkesini denetim
altına almadan dans eder. Sarhoş olur. Işıktan zırhına bürünmüş güneş tanrısı
Apollon ile günü paylaşırlar. Gün tanrısı gecelerin bekçiliğini melankolik oğlu
Dionysos'a armağan etmiştir. Öyküsünün yüreğine, saklı gizlerine ancak gecenin
karanlığında dokunabilir. Gece Dionysos’un çılgınlığıdır. Gece umudu, sonsuz
sevinci, aşkıdır onun. Gece onu koruyan, onu zapt eden zırhıdır. Rol yapmak
için değil, rolden kaçmak için çabalar. Ama yapamayacağı bir şeydir bu. Acınası
yenilgisinde, büyük zaferi yatar. Dünyanın terk ettiği Dionysos yalnızdır,
çünkü ayıplıdır. Savunmasızdır. Tek başına ölmek üzere doğmuştur. Umarsızlığı
içinde görkemlidir. Kendini kaybedecek kadar sarhoştur. Nüfuz edilemeyen bir
kozanın içinde deliliği, umudu, sınırsız sevinci, aşkları, sırları hapsolmuştur.
Ve o sanatını yaratırken dünyaya ve insanlara açılan kapıları kapatır. Kapatır ki
şekiller, renkler, düşler, imgeler, düşünceler sanatın kapalı evreninde özgürce
uçabilsin. Her yapıtı sonsuzluğa ulanan bir yeniliktir. Ve işte, o sonsuzlukta
sanatın gizini keşfeder. Tarifsiz, akla sığmaz, onu dünyadan soyutlayan, dile
getirilemez bir deneyim olan sanatı keşfedişidir bu. Ama öğrendiği bu gizi
kimseyle paylaşamayacağını, hiç kimseye anlatamayacağının da bilincindedir. Bildiği
sınırların ötesine dek peşinden gider. Ve o günden sonra içindeki Dionysos'u sevmeyi
öğrenir. Kabına sığamayışı, yaşamın o
ayrıcalıklı anları coşkun okyanus dalgaları gibi şahlanır. Girdiği o dünyadan
uyandığında artık bu dünyaya ait olmayacaktır. Garip bir dumanın, kesik kesik,
peşini bırakmayan baş döndürücü bir müziğin içine salar kendini. Sanat artık
sonsuz ve soluksuzdur.
Hikâyenin
başında Aschenbach cinsel eğilimini açıkça ortaya koyar. Freud’un ön gördüğü
gibi, bastırma sadece dürtülerinin farklı bir şekilde, rüyaları aracılığı ile
ortaya çıkmaya başlar. Aschenbach gündüz düşleri görür. Bu düşler güçlü erotik
göndermeler içerir. Düşleri zihninin ona özgürce oyun oynamasıdır. Düşler
bilinçaltında doğrudan bir hedefi gütmeden, kendiliğinden oluşan bir imgeler
dizisidir. Düşlerimiz kendi duygularımızı daha derinlemesine anlamamızı sağlar.
Yeteneklerimiz içinde en insana özgü ve insani olan düş kurma gücümüzdür. Çünkü
düşler gerçektir. Olgulara dayanmaz, ama hakikidir. Hepimiz biliriz bunu. Fantezilerimizdeki hakikat, yaşamaya mecbur
edildiğimiz ve kabullendiğimiz hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine,
sıradanlığına karşı bir meydan okumadır.
Hatta tehdit olarak algılarız onları.
Düşlerimizden ejderhalardan korkar gibi korkarız, çünkü bize bizim
hakkımızda derin bilgiler yansıtırlar.
Thomas
Mann bize sanat hakkında bir şey söylemektedir. Der ki, eğer sanatçı olmak
istiyorsanız, oraya etiniz kemiğinizle, katı, mükemmel olmayan, hantal,
nasırlı, nezle olan, hırsları ve tutkuları olan gövdenizle girmek zorundasınız.
Aydınlığa kavuşmak için karanlığa girmeyi göze almalısınız.
Raşel Rakella Asal
30
Mart, 2012
Kaynakça
Ekopolitik.org. Edebi edebiyat: Bir Thomas Mann incelemesi, Mayıs 2011
Hüseyin Arak, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm
başlıklı eserinde sanatçı imajı, http://egitim.erciyes.edu.tr/
Thomas Mann, Venedikte Ölüm,
Çev. Behçet Necatigil, Adam Yayınları, Mayıs 2002
Aytaç Gürsel, Edebiyat Yazıları,
Gündoğan yayınları, l990
Joyce Carol Oates, Bir yazarın İnancı,
Kavis Bumerang, Ocak 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder