“En sevdiğim mi?” “Nasıl demiştiniz?” En sevdiğim manzaraları, hayvanları, bitkileri, yine en sevdiğim kitapları, müziği, mimari üslupları, resim akımlarını sormuştunuz, değil mi? Benim en sevdiğim diyebileceğim hayvanlar yok, en sevdiğim sivrisinekler, en sevdiğim böcekler, en sevdiğim kurtçuklar yok, hem çok istesem bile söyleyemem size hangi kuşları, balıkları ya da vahşi hayvanları yeğlediğimi. Kitaplar mı? Evet, çok okurum, hep çok okudum. En sevdiğim şey, yere uzanıp okumaktır, yatakta okumayı da severim, hemen her şeyi bir yere uzanır, öyle okurum, hayır, kitaplar değil bu işi yaparken önemli olan, her şeyden önce okuma eyleminin kendisi önemli benim için, beyaz kağıtta bir şeylerin yazılı olması, harfler, heceler, satırlar, insanla ilintisini kuramadığım o saptamalar, göstergeler, belirlemeler, insandan gelen, anlatımların kalıbı içinde…”
Okumak
benim için kendimi yoğun bir biçimde yaşamaya iten bir alışkanlık oldu. Delicesine bir yaşama tutunma biçimine, beni yiyip
bitiren bir tutkuya dönüştü. Önceleri
öyle değildim. Yıllarla oluştu bu tutku. Bazılarını öğlenden önce, bazılarını da
yalnız geceleri okurum. Elimden hiç
bırakmadığım kitaplarım da vardır. Onlar
benim başucu kitaplarımdır. Yatak odamda
yanıbaşımda, komodinin yanında durduklarından ben onlar sevgililerim
derim. Çünkü bana onlar bir sevgili
kadar yakındırlar. Ne diyordum? Okumak üzerine? Evet, ben çok okurum. Arsızca, doymak bilmeden okurum. Yani
diyebilirsiniz ki, ben bir kitap oburum. Evin
içinde onlarla birlikte dolanırım, mutfaktan oturma odasına. Nerede kaldığımı belli edecek bir işaret
koyar, yemek pişiriyorsam yanan ocağın altını kontrol eder, tuzunu, yağını
ayarlar yine dönerim okumaya. Birden telefonun sesi başlar çalmaya, normalden
bir perde yüksek çaldığı kesindir. Ve
ben o anda okumamı yarıda kesmek zorunda kalırım. Ahizeyi yerinden kaldırırken, içimden sövmekten
geri durmam, “kim bu münasebetsiz” diye.
Ama yapılacak bir şey yoktur.
Okumanın keyfi kaçmıştır. Telefonun
kordonu yine dolanmıştır. Nezaketle konuşarak
ve kendimi unutarak ben de kordona dolanırım.
Kitaplar, bizim iç dünyamızı zenginleştirir ama bu
zenginliğin kaynağı hep biz olmalıyız diye düşünürüm. Okuduğumuz kitaplar vardır, bizi keyifli bir
yolculuğa çıkarırlar. Ya
okumadıklarımız? Bilir misiniz, onlar da
beni hüzünlendirirler. Aralarında
okunması gerekenler vardır, okunacak olanlar vardır ve mutlaka okunması
gerekenler vardır.
Birkaç yıldır hep aynı rüyayı görüyorum. Bu rüyada kahverengi, dikdörtgen biçiminde,
köşeleri sivri bir bavulum var. Trenin
merdivenlerinden çıkıyorum. Vagona tam
ayağımı atmak üzereyim ki bavulum açılıyor ve kitaplarım etrafa saçılıyor. Bavulum kitaplarla dolu. İnip alelacele onları topluyorum. Tam bavulumu kapatıyorum ki kalkışı haber
veren düdük son kez ötüyor ve tren hareket ediyor. Kitaplarım, bavulum ve ben ortada
kalıveriyoruz. Başka bir şehre gidecek
olan bir treni beklemeye başlıyorum. Ama
bavulum merdivenlerde yeniden açılıyor.
Kitaplarım her tarafa saçılıyor.
O treni de kaçırıyorum. Bazen
kaçırdığım trenleri sayıyor, istasyonun ortasında bavulumun üstüne oturup
ağlamaya başlıyorum. Sonra aynı sahneler
tekrarlanıyor.
İşte
sevgili okurlar, benim okuma serüvenim böyle. Ya sizinki?
Bir
süre önce bir dergide Pierre Bayard adında Fransız yazın eleştirisinin en
yaratıcı isimlerinden biri olarak kabul edilen bir araştırmacı “Okumadığımız kitaplar hakkında nasıl
konuşuruz” başlıklı bir deneme kitabı yayınlamış. Son zamanlarda pek az
eser toplumun ilgisini çekmesine rağmen bu kitap birden bire satış
rekorları kırmaya başlamış, yirmi kadar yabancı dile çevrilmiş. Bu rağbetin sırrının yazarın içtenlikle
ve ince bir mizahla eserini sunması olduğu söyleniyor. Bu deneme kitabında, Pierre Bayard,
özellikle kültürü ve okuma biçimimizi sorguluyor. Bayard eserinde Umberto Eco’nun “Gülün
Adı” romanına oldukça fazla göndermeler yapmış.
Aslında Umberto Eco da Pierre Bayard kadar şakacı ve paradoksları
seven bir entelektüel olduğu için 17 Kasım 2007 de “New York Public Library”de
yaptıkları söyleşi “Okumak nedir?”ve“Okumadığımız kitaplardan nasıl söz
ederiz?” üzerinde odaklanmış. Tesadüfen
elime geçen bu söyleşiyi sizlerle paylaşmak, sizlere bu konuda bu iki yazarın okuma
üzerine düşüncelerini aktarmak istiyorum.
Umberto
Eco Pierre Boyard’a büyük ölçüde katılıyor. Umberto Eco, özellikle insanlığın
gelişme süreci ve yayınlanan eserlerin sayısının çokluğu göz önüne
alındığında, tek bir insanın yaşam süresinin hepsini okumaya
yetmediğini söylüyor. Hal böyle olunca, insan zorunlu olarak okumadığı
kitaplardan da konuşur oluyor. Kişi
edebiyat tarihi okutulan bir okulda eğitim görmüşse doğal olarak başka yapıtlar
hakkında da bilgi edinebiliyor. Buna
örnek olarak kendini gösteriyor ve kendinin de bazı İtalyan başyapıtlarını
okumadığını rahatlıkla söylüyor.
Pierre
Bayard bunun üzerine şaşırarak soruyor:
“Nasıl, ne gibi yani?”
Umberto
Eco şöyle yanıtlıyor: Boiardo’nun
“Orlando İnnamorato”su… Ama tam bir okuma yapmamış olsam da hakkında
yirmi dakika konuşabilirim. Aristo ve Tasso ile
bağlarını açıklayabilirim. Çünkü o metinlerle
ilişkisine bakarak onların arasına yerleştirmeyi öğrendim.
Bazı ‘autodidact’ yani özöğrenimlilerin deha sahibi olsa bile, bir
zayıf yanları var: eserleri birbiriyle ilişkili
olarak yerleştiremiyorlar. Bunu bize
okul kurumu öğretiyor. Şu temel bir olgudur: toplum ve
kültür, içinde, insanların bizim için okuduğu bir sistem bir
mekanizmadır. Bizler, tanıdığımızı savunduğumuz bütün kitapları okumadık,
ama gerçekte, içeriklerini kusursuz olarak biliriz. Size bir olgu anlatayım: Benim 50.000 kitap civarında küçük(!)
bir kitaplığım var. Yalnız Milano’daki apartmanımda 30.000 kitap…Günün
birinde hemen herkes, “Siz kaç kitap okudunuz?”, “Bütün bunları okudunuz mu?”
gibi sorular soran bir sivri akıllı ile karşılaşmıştır. Bu durumda üç yanıt
verilebilir: Birinci yanıtı dostlarımdan biri vermiş: “Daha fazlasını, bayım,
daha fazlasını”. İkinci olası yanıt: “Hiç birini yoksa neden onları burada tutayım
ki!”. Üçüncü yanıt: “Bunların hiç birini henüz okumadım. Okuduklarımı
belediye kütüphanesine yolladım, bunları önümüzdeki hafta okuyacağım!”
Umberto
Eco bu soruya şaka yolu ile cevaplasa da dostunun verdiği ikinci yanıtını şöyle
açıklıyor:
“Bir
kitaplık sizin belleğiniz için bir garantidir. Şu veya bu kitaba gereksinim
duyarsanız onun orada olduğunu bilirsiniz. Yine de siz, sürekli olarak
pişmanlık ve suçluluk duygularının kurbanısınızdır! Ne şuradakinin ne
oradakinin kapağını bile açmadınız. Sonra, günün birinde, otuz yıldan beri
durup duran bir romanı veya bir denemeyi raftan çekip alırsınız. Onu hiç
okumamış olduğunuzdan eminsinizdir. Okumaya başlarsınız ve onu kusursuz bir
şekilde tanıdığınızı fark edersiniz. Burada yine üç varsayım karşınıza çıkar: ya
herhangi bir dönüşüm (transmutation) olayı ile kitabın ruhu, salt
ellerinizin kabına değmesi ile size iletilmiştir, ya onu okumadığınızı
sanmanıza karşın, orada bulunduğu o otuz yıl içinde, bir gün onu aldınız
açtınız, ve birkaç sayfasına göz attınız. Veya sonuçta o otuz yıllık sürede
ondan söz eden birçok çalışma okudunuz. İşte çıraklık ve acemilik sürecinde
bilginin ve ilerlemenin bir garantisi olarak okumadığınız birçok
kitabın içeriğini bilmenin yollarından biridir bu.”
Pierre
Bayard.-“Bana kalırsa apartmanının ziyaretçisine benim yanıtım şöyle
olurdu: Onları okumadım amma ben onlarla yaşıyorum. Okulun öğretemediği okuma-okumama
sorunu değil, kitaplarla yaşamak. Okumanın pek çok yolu olsa da okul
genelde bize tek bir okuma şeklini öğretir-ilk satırdan son satıra!-
Benim
kendimce kitapları az çok kavramak konusunda iki yöntem içeren bir
varsayımım var: yorumlama ve faydalanma.
Bunu göstermek için ben hep doktoramın hikayesini anlatırım. Tamamen
çıkmaza girdiğim bir noktaya gelmiştim- araştırma yaparken bu tür şeyler
insanın başına gelir. Büsbütün
kaybolmuştum. Küçük bir Paris
kitapçısında,19. yy’da Vallet adlı bir papaza ait eski bir çalışma buldum. Benim
konuma değiniyordu ve onu hemen okudum. Çok sıkıcıydı ama 133. Sayfada
bana sanki bir aydınlanma gibi gelen ve altını kırmızı kalemle çizdiğim bir
fikir buldum. İşte bu fikir sayesinde çalışmamı tamamlayabildim. Birkaç
yıl geçti ve bir gün bir dost bana “Gülün Adı”nda bir Papaz Vallet’ten
söz ettiğimi hatırlattı. O şahıs beni sıkıntımdan kurtardığı için ona saygı
duyuyorum. Halbuki dostum kişiyi tamamen
benim yarattığımı sanıyordu. Bu kitabı kitaplığımda aramaya gittim. Alıntının
geçtiği sayfayı kesin olarak hatırlıyordum, ve doğruca orayı açtım. Ve birden fark
ettim ki orada yazılı olan şey hiç de benim bulduğumu sandığım şey değildi. Papaz
Vallet bambaşka bir şey anlatıyordu! Ama
kullandığı sözcükler beni tetiklemiş, kendi düşünceme götürmüştü. İşte bir kitabı kullanmak budur
İşte
bu noktada Pierre Bayard’ın “okuma nedir” üzerine olan görüşü devreye giriyor. Eğitim sistemimizi, bir metinde bulunan her
şeyi bilmeye zorlayan metin analizlerini abartıya kaçtığı için eleştiriyor.
Çocukları okumada özgür bırakmayı, okudukları hatta okumadıkları kitabı bile
tekrar yaratmalarına izin vermelerini istiyor eğitmenlerden. Eğitimin bir
yanlışına dikkat çekiyor. Okullarda
uygulanan eğitim sisteminde öğrencilerden okunan kitabın son derece
detaylı ve kesin bir özetlenmesi isteniyor.
Böyle bir eğitim sisteminin okur yaratması imkansızlaşıyor. Pierre Bayard edilgen okuyucular değil
kendini anlatmayı deneyen okurlar yaratmak istiyor. Öğrenciye okumanın makine gibi kaydetmek
değil, yaratmak olduğunu anlatmanın önemli olduğunun kavratılmasını arzuluyor.
Umberto Eco’nun
internetteki yazma özgürlüğüne ilişkin görüşleri de ilginç. Ona göre bu tür yazma alışkanlığı bir özendirme
yöntemi. Hepimiz nasıl Pavarotti ve Sinatra’yı beğeniyor ve her gün duşun altında onların şarkılarını söyleyebiliyorsak
(ki bu bizim en doğal hakkımızdır) herkesin de yazmaya hakkı var. Eskiden yazmanın ayrıcalıklı bir azınlığa özgü
bir iş olduğuna inanılırdı. Pek çok kişi
yazmayı deniyordu, yazısını bir yayıncıya gönderiyor, dönüş postası ile
onu geri alıyordu, ve acı çekiyordu. İnternet
bu durumu değiştirdi. Şimdi her isteyen yazabiliyor. Herkes okunmayabiliyor ama
en azından herkesin yazmaya hakkı olduğu bir alan yaratıldı. Böyle bir alanın olmasını “HARİKA!” olarak değerlendiriyor.
Evet bunlar Umberto
Eco ve Pierre Bayard’ın okuma üzerine görüşleri. İsterseniz diğer yazarların görüşlerine de
başvuralım. Ne dersiniz? Örneğin Rilke
“Genç bir şaire mektuplar” da okuma üzerine görüşlerini şöyle
anlatıyor:
“Her okuyuşunuzda
kitaplardan daha büyük bir zevk alacak, daha büyük bir şükran duygusuyla
dolacak içiniz, çevrenizi gözlemlemede daha üstün ve yalın bir aşamaya
yükselecek, yaşama beslediğiniz inanç derinleşecek, yaşamda daha mutlu ve daha
büyük bir kişiye dönüşeceksiniz.”
__._,_.___
Okumak üzerine Fernando Pessoa şöyle düşünüyor:
“Okumak, elin
rehberliğine güvenerek düşlere dalmaktır. Kötü okursak, göz ucuyla okursak, biz
kılavuzluk eden elden kurtuluruz. Derin bilginin ardından yüzeyselliliğe
ulaşmak; iyi okumanın, derin olmanın en iyi yolu budur işte.
Ölürcesine okuyorum. Klasiklerin, sakinlerin, acı çekseler bile
bunu asla söylemeyenlerin, bana kendimi kutsal bir yolcu gibi hissettirenlerin
dünyasında – işte onların dünyasında kendimi kutsanmış bir hacı, amaçsız
dünyanın nedensiz seyircisi, çekip giderken, hüznünün son sadakasını son
dilenciye veren Büyük Sürgün Prensi gibi hissediyorum.”
Marcel Proust “Okuma Üzerine” yazdığı kitapta uzun uzun
irdeliyor okuma eylemini. Şöyle yorum
getiriyor: “Bütün kitapları okumak, bu kitapların yazarı olmuş geçmiş yüzyılların
en değerli insanlarıyla konuşmak gibidir.”(…)“…bir kitapla bir dost arasındaki esas farklılık bilgeliklerinin az
veya çok büyüklüğü değil onlarla iletişim kurma tarzıdır, okuma, konuşmanın
tersine, yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahip olunan ve konuşunca
derhal dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, esinlere açık
olmaya ve zekanın kendi kendisi üzerindeki çalışmasını tamamen verimli kılmaya
devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir.”
Marquez, “Anlatmak için Yaşamak” adlı otobiyografik
kitabında okumanın kendi üzerindeki etkisini şöyle vurguluyor:
“…yalnızca zevk için
değil, büyük ustaların kitaplarının nasıl yazıldığını öğrenmek için de doymaz
bilmez bir merakla kendimi okumaya verdim.
Önce baştan sona, sonra sondan baş okuyor, kurgularının en iyi saklanmış
sırlarına varmak için ameliyat masasına yatırıyordum. (s.418)
Ya James Joyce? O Ulysses’i
ilk önce sabrı tükenene kadar bölük pörçük, kavga dövüş okumuş. Yıllar sonara, uysal bir yetişkine dönüştüğünde
kendine kitabı ciddiyetle yeniden okuma görevi vermiş. Okudukça Joyce’un
kendine özgü dünyasını keşfetmekle kalmamış, dilin kullanımında özgürleşmesine,
zamanın idaresi ve kitaplarının yapısı konularında da müthiş bir teknik destek
almış.
Marquez’ın Don Kişot’u keşfetmesi de ilginç olmuş. Öğrencilik yıllarındaki ilk okuyuşunda seyyah
şövalyenin uzun söylevlerinden sıkılmış, yardımcısının aptallıklarını hiç de
komik bulmamış, hatta hakkında onca söz söylenen kitabın elindeki olmadığını
düşünmeye başlamış. Öte yandan öğretmeni
kadar bilge bir insanın yanılamayacağını düşünüyor, sanki bir müshil ilacı gibi
kitabı yutmaya çalışıyormuş. Daha
sonraki lise yıllarında kitabı tekrar okuma girişimlerinde de bulunmuş, hatta
kitabı zorunlu bir ödev olarak çalışması da gerekmiş. Ama bir türlü kitabı sevememiş, her okumada
sıkılmış; ta ki bir arkadaşı kitabı sifonun üzerinde bırakmasını, günlük
ihtiyaçlarını giderirken okumasını önerene dek.
Böylece ani bir parlama gibi keşfetmiş kitabı, başından sonuna kadar
tekrar tekrar, bazı bölümleri ezbere söyleyecek kadar çok okumuş.
5 Mart 2010’
daki köşe yazısında Ahmet Cemal “Neden Okumak?
Nasıl Okumak?” üzerine
Nobel Edebiyat ödülü sahibi Alman yazarı Hermann Hesse
(1877-1962), l927’de yazdığı “Bir Dünya Edebiyatı Kitaplığı” başlıklı yazısından
bir alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Hermann Hesse eğitim üzerinde
görüşlerine şu cümlelerle başlıyor: “Gerçek eğitim, herhangi bir amaçla görülen
eğitim değildir; gerçek eğitim, yetkinliğe ulaşma yönündeki her çaba gibi,
anlamını kendi içinde taşır. Bedensel
güce, çevikliğe ve güzelliğe yönelik çabanın nasıl bizi örneğin zengin, ünlü ya
da iktidar sahibi kılmak gibi kesin bir amacı yoksa, nasıl bizi daha bir
neşeyle, mutlulukla, daha yüksek düzeyde bir kendine güven ve sağlıklı olma
duygusuyla doldurarak yaşama isteğimizi ve kendimize güvenimizi arttırması
nedeniyle amacını kendi içinde taşıyorsa, ‘eğitim’e, başka deyişle tinsel ve
ruhsal yetkinliğe yönelik çaba da kimi sınırlı amaçlara götürecek zahmetli bir
yol olmayıp bilincimizin mutluluk ve güç verici bir genişlemesi, yaşama ve
mutluluğa kavuşabilme olanaklarımızın zenginleşmesi niteliğindedir. İşte bu yüzden gerçek eğitim, tıpkı beden
eğitimi gibi, aynı zamanda hem doyumdur hem de itici güçtür, her noktada hedefine
varır, ama hiçbir yerde mola vermez, sonsuzlukta bir yolculuktur, evrendeki
ortak kanat çırpışların parçasıdır, zaman-dışılığa katılmadır. Hedefi, ayrı ayrı yeteneklerin ve edimlerin
yoğunlaştırılması değildir; bu eğitim, hayatımıza bir anlam verme, geçmişi
yorumlama, gelecek bağlamında korkusuzca hazır bekleme konusunda bize yardımcı
olur…”
Ahmet Cemal makalesinde bu alıntıdan yola çıkarak okuma
üzerinde şöyle yorum getiriyor:
“Bu anlatıdaki “gerçek anlamda eğitim” söyleminin yerine “gerçek anlamda
okuma” söylemini geçirdiğimizde, kişiyi “okur” kılan okuma eyleminin nasıl bir
nitelik taşıması gerektiği kolayca anlaşılır.(…)Okumalarını, birer “okur”
olmalarını istediğimiz gençlerde, onları eğitmek adına belli kutucuklara
kapatmak yerine, dünyaya ve yaşama yönelik genel bir merak uyandırabiliyor
muyuz? Hamlet’in deyişiyle; “İşte, soru bu!”.
Raşel Rakella Asal
İzmir, 7 Haziran 2010
Kaynakça:
Le Magazine Litteraire, Juin 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder