28 Aralık 2013 Cumartesi

Uçsuz bucaksız okuma yolculukları


“En sevdiğim mi?”  “Nasıl demiştiniz?”  En sevdiğim manzaraları, hayvanları, bitkileri, yine en sevdiğim kitapları, müziği, mimari üslupları, resim akımlarını sormuştunuz, değil mi?  Benim en sevdiğim diyebileceğim hayvanlar yok, en sevdiğim sivrisinekler, en sevdiğim böcekler, en sevdiğim kurtçuklar yok, hem çok istesem bile söyleyemem size hangi kuşları, balıkları ya da vahşi hayvanları yeğlediğimi.  Kitaplar mı?  Evet, çok okurum, hep çok okudum.  En sevdiğim şey, yere uzanıp okumaktır, yatakta okumayı da severim, hemen her şeyi bir yere uzanır, öyle okurum, hayır, kitaplar değil bu işi yaparken önemli olan, her şeyden önce okuma eyleminin kendisi önemli benim için, beyaz kağıtta bir şeylerin yazılı olması, harfler, heceler, satırlar, insanla ilintisini kuramadığım o saptamalar, göstergeler, belirlemeler, insandan gelen, anlatımların kalıbı içinde…”
Okumak benim için kendimi yoğun bir biçimde yaşamaya iten bir alışkanlık oldu.  Delicesine bir yaşama tutunma biçimine, beni yiyip bitiren bir tutkuya dönüştü.  Önceleri öyle değildim.  Yıllarla oluştu bu tutku.  Bazılarını öğlenden önce, bazılarını da yalnız geceleri okurum.  Elimden hiç bırakmadığım kitaplarım da vardır.  Onlar benim başucu kitaplarımdır.  Yatak odamda yanıbaşımda, komodinin yanında durduklarından ben onlar sevgililerim derim.  Çünkü bana onlar bir sevgili kadar yakındırlar.  Ne diyordum?  Okumak üzerine?  Evet, ben çok okurum.  Arsızca, doymak bilmeden okurum. Yani diyebilirsiniz ki, ben bir kitap oburum.   Evin içinde onlarla birlikte dolanırım, mutfaktan oturma odasına.  Nerede kaldığımı belli edecek bir işaret koyar, yemek pişiriyorsam yanan ocağın altını kontrol eder, tuzunu, yağını ayarlar yine dönerim okumaya. Birden telefonun sesi başlar çalmaya, normalden bir perde yüksek çaldığı kesindir.  Ve ben o anda okumamı yarıda kesmek zorunda kalırım.  Ahizeyi yerinden kaldırırken, içimden sövmekten geri durmam, “kim bu münasebetsiz” diye.  Ama yapılacak bir şey yoktur.  Okumanın keyfi kaçmıştır.  Telefonun kordonu yine dolanmıştır.  Nezaketle konuşarak ve kendimi unutarak ben de kordona dolanırım.   
Kitaplar, bizim iç dünyamızı zenginleştirir ama bu zenginliğin kaynağı hep biz olmalıyız diye düşünürüm.  Okuduğumuz kitaplar vardır, bizi keyifli bir yolculuğa çıkarırlar.  Ya okumadıklarımız?  Bilir misiniz, onlar da beni hüzünlendirirler.  Aralarında okunması gerekenler vardır, okunacak olanlar vardır ve mutlaka okunması gerekenler vardır.
Birkaç yıldır hep aynı rüyayı görüyorum.  Bu rüyada kahverengi, dikdörtgen biçiminde, köşeleri sivri bir bavulum var.  Trenin merdivenlerinden çıkıyorum.  Vagona tam ayağımı atmak üzereyim ki bavulum açılıyor ve kitaplarım etrafa saçılıyor.  Bavulum kitaplarla dolu.   İnip alelacele onları topluyorum.  Tam bavulumu kapatıyorum ki kalkışı haber veren düdük son kez ötüyor ve tren hareket ediyor.  Kitaplarım, bavulum ve ben ortada kalıveriyoruz.   Başka bir şehre gidecek olan bir treni beklemeye başlıyorum.  Ama bavulum merdivenlerde yeniden açılıyor.  Kitaplarım her tarafa saçılıyor.   O treni de kaçırıyorum.  Bazen kaçırdığım trenleri sayıyor, istasyonun ortasında bavulumun üstüne oturup ağlamaya başlıyorum.  Sonra aynı sahneler tekrarlanıyor.
İşte sevgili  okurlar, benim okuma serüvenim böyle.  Ya sizinki?
Bir süre önce bir dergide Pierre Bayard adında Fransız yazın eleştirisinin en yaratıcı isimlerinden biri olarak kabul edilen bir araştırmacı “Okumadığımız kitaplar hakkında nasıl konuşuruz” başlıklı bir deneme kitabı yayınlamış. Son zamanlarda pek az eser toplumun ilgisini çekmesine rağmen bu kitap birden bire satış rekorları kırmaya başlamış, yirmi kadar yabancı dile çevrilmiş.  Bu  rağbetin sırrının yazarın içtenlikle ve  ince bir mizahla eserini  sunması olduğu söyleniyor.  Bu deneme kitabında, Pierre Bayard, özellikle  kültürü  ve okuma biçimimizi sorguluyor.  Bayard eserinde Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanına oldukça fazla göndermeler yapmış.  Aslında Umberto Eco da Pierre  Bayard kadar şakacı ve paradoksları seven bir entelektüel olduğu için 17 Kasım 2007 de “New York Public Library”de yaptıkları söyleşi “Okumak nedir?”ve“Okumadığımız kitaplardan nasıl söz ederiz?” üzerinde odaklanmış.  Tesadüfen elime geçen bu söyleşiyi sizlerle paylaşmak, sizlere bu konuda bu iki yazarın okuma üzerine düşüncelerini aktarmak istiyorum.
Umberto Eco  Pierre Boyard’a büyük ölçüde   katılıyor.  Umberto Eco, özellikle  insanlığın  gelişme  süreci ve yayınlanan eserlerin sayısının çokluğu göz önüne alındığında, tek  bir insanın yaşam süresinin  hepsini  okumaya yetmediğini söylüyor.  Hal böyle olunca,  insan  zorunlu olarak okumadığı  kitaplardan da  konuşur oluyor.  Kişi edebiyat tarihi okutulan bir okulda eğitim görmüşse doğal olarak başka yapıtlar hakkında da bilgi  edinebiliyor.  Buna örnek olarak kendini gösteriyor ve kendinin de bazı İtalyan başyapıtlarını okumadığını rahatlıkla söylüyor.
Pierre Bayard bunun üzerine şaşırarak soruyor:  “Nasıl,  ne  gibi  yani?”
Umberto Eco şöyle yanıtlıyor:  Boiardo’nun  “Orlando İnnamorato”su… Ama tam bir okuma yapmamış olsam da  hakkında yirmi dakika konuşabilirim. Aristo  ve  Tasso  ile bağlarını  açıklayabilirim. Çünkü  o  metinlerle  ilişkisine bakarak  onların  arasına yerleştirmeyi  öğrendim. Bazı  ‘autodidact’ yani özöğrenimlilerin  deha sahibi olsa bile, bir zayıf yanları var:  eserleri birbiriyle ilişkili olarak yerleştiremiyorlar.  Bunu bize okul kurumu öğretiyor. Şu  temel  bir olgudur: toplum ve kültür,  içinde, insanların bizim için okuduğu  bir sistem bir mekanizmadır. Bizler, tanıdığımızı savunduğumuz  bütün kitapları okumadık, ama gerçekte, içeriklerini  kusursuz olarak biliriz.  Size bir olgu anlatayım:  Benim  50.000 kitap civarında küçük(!) bir kitaplığım var. Yalnız Milano’daki apartmanımda 30.000 kitap…Günün birinde hemen herkes, “Siz kaç kitap okudunuz?”, “Bütün bunları okudunuz mu?” gibi sorular soran bir sivri akıllı ile karşılaşmıştır. Bu durumda üç yanıt verilebilir: Birinci yanıtı dostlarımdan biri vermiş: “Daha  fazlasını, bayım, daha fazlasını”.  İkinci olası yanıt:  “Hiç birini yoksa neden onları burada tutayım ki!”.  Üçüncü yanıt:  “Bunların hiç birini henüz okumadım. Okuduklarımı belediye kütüphanesine yolladım, bunları önümüzdeki  hafta okuyacağım!”
Umberto Eco bu soruya şaka yolu ile cevaplasa da dostunun verdiği ikinci yanıtını şöyle  açıklıyor:
“Bir kitaplık sizin belleğiniz için bir garantidir. Şu veya bu kitaba gereksinim duyarsanız  onun orada olduğunu bilirsiniz. Yine de siz, sürekli olarak pişmanlık ve suçluluk duygularının kurbanısınızdır! Ne şuradakinin ne oradakinin kapağını bile açmadınız. Sonra, günün birinde, otuz yıldan beri durup duran bir romanı veya bir denemeyi raftan çekip alırsınız. Onu hiç okumamış olduğunuzdan eminsinizdir. Okumaya başlarsınız ve onu kusursuz bir şekilde tanıdığınızı fark edersiniz. Burada yine üç varsayım karşınıza çıkar: ya herhangi bir dönüşüm (transmutation) olayı ile kitabın ruhu, salt ellerinizin  kabına değmesi ile size iletilmiştir, ya onu okumadığınızı sanmanıza karşın, orada bulunduğu o otuz yıl içinde, bir gün onu aldınız açtınız, ve birkaç sayfasına göz attınız. Veya sonuçta o otuz yıllık sürede ondan söz eden birçok çalışma okudunuz. İşte çıraklık ve acemilik sürecinde bilginin ve ilerlemenin bir garantisi  olarak okumadığınız  birçok kitabın içeriğini  bilmenin yollarından biridir bu.”
Pierre Bayard.-“Bana kalırsa  apartmanının ziyaretçisine benim yanıtım şöyle olurdu: Onları okumadım amma ben onlarla yaşıyorum.  Okulun öğretemediği  okuma-okumama sorunu değil, kitaplarla yaşamak. Okumanın pek çok yolu olsa da  okul genelde bize  tek bir okuma şeklini öğretir-ilk satırdan son satıra!-
Benim kendimce  kitapları az çok kavramak konusunda iki yöntem içeren bir varsayımım var:  yorumlama ve faydalanma.  Bunu göstermek için ben hep doktoramın hikayesini anlatırım. Tamamen çıkmaza  girdiğim bir noktaya gelmiştim- araştırma yaparken bu tür şeyler insanın başına  gelir.   Büsbütün kaybolmuştum.  Küçük bir Paris kitapçısında,19. yy’da Vallet adlı bir papaza ait eski bir çalışma buldum. Benim konuma değiniyordu  ve onu hemen okudum. Çok sıkıcıydı ama 133. Sayfada bana sanki bir aydınlanma gibi gelen ve altını kırmızı kalemle çizdiğim bir fikir buldum. İşte bu fikir sayesinde çalışmamı tamamlayabildim.  Birkaç yıl geçti ve bir gün bir dost bana “Gülün Adı”nda  bir Papaz Vallet’ten söz ettiğimi hatırlattı. O şahıs beni sıkıntımdan kurtardığı için ona saygı duyuyorum.  Halbuki dostum kişiyi tamamen benim yarattığımı sanıyordu. Bu kitabı kitaplığımda aramaya gittim. Alıntının geçtiği sayfayı kesin olarak hatırlıyordum, ve doğruca orayı açtım. Ve birden fark ettim ki orada yazılı olan şey hiç de benim bulduğumu sandığım şey değildi. Papaz Vallet bambaşka bir şey anlatıyordu!  Ama kullandığı sözcükler beni tetiklemiş, kendi düşünceme götürmüştü.  İşte bir kitabı kullanmak budur
İşte bu noktada Pierre Bayard’ın “okuma nedir” üzerine olan görüşü devreye giriyor.  Eğitim sistemimizi, bir metinde bulunan her şeyi bilmeye zorlayan metin analizlerini abartıya kaçtığı için eleştiriyor. Çocukları okumada özgür bırakmayı, okudukları hatta okumadıkları kitabı bile tekrar yaratmalarına izin vermelerini istiyor eğitmenlerden. Eğitimin bir yanlışına dikkat çekiyor.  Okullarda uygulanan eğitim sisteminde öğrencilerden okunan  kitabın son derece detaylı ve kesin bir özetlenmesi isteniyor.  Böyle bir eğitim sisteminin okur yaratması imkansızlaşıyor.  Pierre Bayard edilgen okuyucular değil kendini anlatmayı deneyen okurlar yaratmak istiyor.  Öğrenciye okumanın makine gibi kaydetmek değil, yaratmak olduğunu anlatmanın önemli olduğunun kavratılmasını arzuluyor.
Umberto Eco’nun internetteki yazma özgürlüğüne ilişkin görüşleri de ilginç.  Ona göre bu tür yazma alışkanlığı bir özendirme yöntemi. Hepimiz nasıl Pavarotti ve Sinatra’yı beğeniyor ve  her gün duşun altında onların şarkılarını söyleyebiliyorsak (ki bu bizim en doğal hakkımızdır) herkesin de yazmaya hakkı var.  Eskiden yazmanın ayrıcalıklı bir azınlığa özgü bir iş olduğuna inanılırdı.  Pek çok kişi yazmayı deniyordu, yazısını bir  yayıncıya gönderiyor, dönüş postası ile onu geri alıyordu, ve acı çekiyordu.  İnternet bu durumu değiştirdi. Şimdi her isteyen yazabiliyor. Herkes okunmayabiliyor ama en azından herkesin yazmaya hakkı olduğu bir alan yaratıldı.  Böyle bir alanın olmasını “HARİKA!” olarak değerlendiriyor.


Evet bunlar Umberto Eco ve Pierre Bayard’ın okuma üzerine görüşleri.  İsterseniz diğer yazarların görüşlerine de başvuralım.  Ne dersiniz?  Örneğin Rilke  “Genç bir şaire mektuplar” da okuma üzerine görüşlerini şöyle anlatıyor:

“Her okuyuşunuzda kitaplardan daha büyük bir zevk alacak, daha büyük bir şükran duygusuyla dolacak içiniz, çevrenizi gözlemlemede daha üstün ve yalın bir aşamaya yükselecek, yaşama beslediğiniz inanç derinleşecek, yaşamda daha mutlu ve daha büyük bir kişiye dönüşeceksiniz.”
__._,_.___
Okumak üzerine Fernando Pessoa şöyle düşünüyor:

“Okumak, elin rehberliğine güvenerek düşlere dalmaktır. Kötü okursak, göz ucuyla okursak, biz kılavuzluk eden elden kurtuluruz. Derin bilginin ardından yüzeyselliliğe ulaşmak; iyi okumanın, derin olmanın en iyi yolu budur işte.

Ölürcesine okuyorum.  Klasiklerin, sakinlerin, acı çekseler bile bunu asla söylemeyenlerin, bana kendimi kutsal bir yolcu gibi hissettirenlerin dünyasında – işte onların dünyasında kendimi kutsanmış bir hacı, amaçsız dünyanın nedensiz seyircisi, çekip giderken, hüznünün son sadakasını son dilenciye veren Büyük Sürgün Prensi gibi hissediyorum.”

Marcel Proust “Okuma Üzerine” yazdığı kitapta uzun uzun irdeliyor okuma eylemini.  Şöyle yorum getiriyor:  “Bütün kitapları okumak, bu kitapların yazarı olmuş geçmiş yüzyılların en değerli insanlarıyla konuşmak gibidir.”(…)“…bir kitapla bir dost arasındaki esas farklılık bilgeliklerinin az veya çok büyüklüğü değil onlarla iletişim kurma tarzıdır, okuma, konuşmanın tersine, yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahip olunan ve konuşunca derhal dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, esinlere açık olmaya ve zekanın kendi kendisi üzerindeki çalışmasını tamamen verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir.”

Marquez, “Anlatmak için Yaşamak” adlı otobiyografik kitabında okumanın kendi üzerindeki etkisini şöyle vurguluyor:

“…yalnızca zevk için değil, büyük ustaların kitaplarının nasıl yazıldığını öğrenmek için de doymaz bilmez bir merakla kendimi okumaya verdim.  Önce baştan sona, sonra sondan baş okuyor, kurgularının en iyi saklanmış sırlarına varmak için ameliyat masasına yatırıyordum. (s.418)

Ya James Joyce?  O Ulysses’i ilk önce sabrı tükenene kadar bölük pörçük, kavga dövüş okumuş.  Yıllar sonara, uysal bir yetişkine dönüştüğünde kendine kitabı ciddiyetle yeniden okuma görevi vermiş. Okudukça Joyce’un kendine özgü dünyasını keşfetmekle kalmamış, dilin kullanımında özgürleşmesine, zamanın idaresi ve kitaplarının yapısı konularında da müthiş bir teknik destek almış.

Marquez’ın Don Kişot’u keşfetmesi de ilginç olmuş.  Öğrencilik yıllarındaki ilk okuyuşunda seyyah şövalyenin uzun söylevlerinden sıkılmış, yardımcısının aptallıklarını hiç de komik bulmamış, hatta hakkında onca söz söylenen kitabın elindeki olmadığını düşünmeye başlamış.  Öte yandan öğretmeni kadar bilge bir insanın yanılamayacağını düşünüyor, sanki bir müshil ilacı gibi kitabı yutmaya çalışıyormuş.  Daha sonraki lise yıllarında kitabı tekrar okuma girişimlerinde de bulunmuş, hatta kitabı zorunlu bir ödev olarak çalışması da gerekmiş.  Ama bir türlü kitabı sevememiş, her okumada sıkılmış; ta ki bir arkadaşı kitabı sifonun üzerinde bırakmasını, günlük ihtiyaçlarını giderirken okumasını önerene dek.  Böylece ani bir parlama gibi keşfetmiş kitabı, başından sonuna kadar tekrar tekrar, bazı bölümleri ezbere söyleyecek kadar çok okumuş.

5 Mart 2010’ daki köşe yazısında Ahmet Cemal “Neden Okumak?  Nasıl Okumak?” üzerine
Nobel Edebiyat ödülü sahibi Alman yazarı Hermann Hesse (1877-1962), l927’de yazdığı “Bir Dünya Edebiyatı Kitaplığı” başlıklı yazısından bir alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.  Hermann Hesse  eğitim üzerinde görüşlerine şu cümlelerle başlıyor:  “Gerçek eğitim, herhangi bir amaçla görülen eğitim değildir; gerçek eğitim, yetkinliğe ulaşma yönündeki her çaba gibi, anlamını kendi içinde taşır.  Bedensel güce, çevikliğe ve güzelliğe yönelik çabanın nasıl bizi örneğin zengin, ünlü ya da iktidar sahibi kılmak gibi kesin bir amacı yoksa, nasıl bizi daha bir neşeyle, mutlulukla, daha yüksek düzeyde bir kendine güven ve sağlıklı olma duygusuyla doldurarak yaşama isteğimizi ve kendimize güvenimizi arttırması nedeniyle amacını kendi içinde taşıyorsa, ‘eğitim’e, başka deyişle tinsel ve ruhsal yetkinliğe yönelik çaba da kimi sınırlı amaçlara götürecek zahmetli bir yol olmayıp bilincimizin mutluluk ve güç verici bir genişlemesi, yaşama ve mutluluğa kavuşabilme olanaklarımızın zenginleşmesi niteliğindedir.  İşte bu yüzden gerçek eğitim, tıpkı beden eğitimi gibi, aynı zamanda hem doyumdur hem de itici güçtür, her noktada hedefine varır, ama hiçbir yerde mola vermez, sonsuzlukta bir yolculuktur, evrendeki ortak kanat çırpışların parçasıdır, zaman-dışılığa katılmadır.  Hedefi, ayrı ayrı yeteneklerin ve edimlerin yoğunlaştırılması değildir; bu eğitim, hayatımıza bir anlam verme, geçmişi yorumlama, gelecek bağlamında korkusuzca hazır bekleme konusunda bize yardımcı olur…”

Ahmet Cemal makalesinde bu alıntıdan yola çıkarak okuma üzerinde şöyle yorum getiriyor:
 “Bu anlatıdaki “gerçek anlamda eğitim” söyleminin yerine “gerçek anlamda okuma” söylemini geçirdiğimizde, kişiyi “okur” kılan okuma eyleminin nasıl bir nitelik taşıması gerektiği kolayca anlaşılır.(…)Okumalarını, birer “okur” olmalarını istediğimiz gençlerde, onları eğitmek adına belli kutucuklara kapatmak yerine, dünyaya ve yaşama yönelik genel bir merak uyandırabiliyor muyuz?  Hamlet’in deyişiyle;  “İşte, soru bu!”.




Raşel Rakella Asal
İzmir, 7 Haziran 2010






Kaynakça:

Le Magazine Litteraire, Juin 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder