28 Aralık 2013 Cumartesi

Hangi Dehlizlerdir İçimizde Yankılanan?



       

        Seyahate çıkmadan önce, evde bavulumu hazırlarken ilk işim, bavuluma fotoğraf makinemle, bir defter koymak olur. Çünkü günü gününe gördüklerimi yazıya geçirme sabırsızlığına yakalanacağımı daha evden çıkmadan bilirim. Çıkacağım o yolculuğa sıkı sıkıya bağlanmak adına, yaşamdan kopmamak adına yazarım. Eğer bir sabah kalksam ve bütün yazdıklarım kaybolmuş olsa üzülürüm elbette. Günlük tutmak bence bu. En eğlenceli yazı şeklidir de.  Başkalarının günlüklerini okuyunca bu fikrim daha da sabitleşiyor. Yazılan her şey ilk günkü tazeliğiyle saklanıyor günlüklerde. Okur ile yazan kişi arasındaki o samimi havayı daha kolay kurmaları gibi günce yazınının tartışılmaz üstünlüğünü kim yadsıyabilir! O an önümde boş duran sayfalara neler yazacağımı, şüphesiz bilemem ama o satırların yazılacağı andaki ruh durumum yazıyı belirleyecektir, onu bilirim. Kısaca ‘o an’ı boş sayfalara hapsedeceğimi bilirim. Evet, yalnızca içinde bulunacağım ‘an’ı yazacağımı bilirim. O ‘an’ı yakalamak ve tüm zamana yaymak isteğidir bizleri günce tutmaya iten. ‘An’ı ortaya koymak ve o ‘an’ları sonsuzluğa taşıma isteğimiz. Üstelik kendi yaşamımızdan bir kesit! 
Edebiyat ve sanat dünyasından tanınmış kişilerin kaleminden yazılan günlükler, tüm gerçekliğiyle yaşamı yansıtan birer ayna olarak karşımıza çıkarlar. Günlükler, yazarlarının iç dünyasını kurgusuz bir biçimde sergileyerek günlüğün sahibine ilişkin ayrıntılı bilgilere birinci elden ulaşmamızı sağladıkları gibi, yazıldıkları dönemin önemli olaylarına ilişkin tarihsel belgeler olarak da önem kazanırlar. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki “değişim” ivedi.  Dünü, bugünü bilmezsek yarını nasıl anlayabiliriz? Günlükler düzenli olarak tutulmuş, tarih atılmış notlardan mı ibarettir yoksa bundan fazlasını mı içerir? 
Bu konuda en genelleyici tanımı usta günlükçü, romancı André Gide yapmış: "Günlüğün anıdan tek farkı, günü gününe tutulmuş olmasıdır." Edebiyatın ana damarlarından biri olarak her günlük, bir portre, bir öykü, bir anı, bir tarih yazısıdır. Öğretmeye bağlı, gerçekçi anlatım türlerinden biri olan günlükler, bir kişinin önemli ve kayda değer bulduğu olayları, gözlem, izlenim, duygu, düşünce ve hayallerini günü gününe tarih belirterek anlattığı yazı türüdür. Latincedeki "dies (gün)’den türetilmiş "diarium" (günlük) sözcüğünden gelir. Örneğin 1409- 1431 yılları arasında Fransız bir papanın tutuğu Parisli Bir Burjuvanın Günlüğü o dönemi araştıran tarihçiler için önemli bir kaynaktır. İngiliz günlük yazarı John Evelyn'in Diary  (Günlük ) adlı günlüğü, 17. yüzyıl İngiltere'sinin toplumsal ve kültürel yapısına ışık tutar.
Tarihte ilk defa Romalılar günlük kullanmış. Edebi içerikten yoksun, birtakım kamu kuruluşlarında yapılan işlemlerin unutulmaması amacıyla tutulan ve "commentarii" adıyla anılan bu ilk günlükler, duygusallıktan uzak notların kabaca birleşiminden oluşmuş. Tarihte, bu çeşit günlüklerin, savaşlar ve askerî hareketleri not etmek amacıyla kullanıldığı da görülmüş. Edebiyat değeri taşımayan bu günlükler şüphesiz tarihçiler için önemli belgeler. Osmanlı Teşrifatçılarından Ahmet Ağa’nın Kara Mustafa Paşa'nın İkinci Viyana Kuşatması’nı günü gününe kaydettiği Vakay-ı Beç adlı eseri (Aslı Viyana Milli kütüphanesinde olup Viyana Önlerinde Kara Mustafa Paşa ve Viyana Kuşatması Günlüğü  olarak Türkçeye çevrilmiş), Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran ve Mısır seferini anlatan Haydar Çelebi Ruznamesi o dönemlerin olaylarına ışık tutması yönünden önemli belgelerdir.
Günlüklerin edebî değer kazanması ancak Rönesans sonlarına doğru başlamış. 1768-1840 yılları arasında İngiltere Kraliçesinin nedimesi ve roman yazarı olan Fanny Burney, saray dedikodularına ve pek çok olaya kendi duygusal izlenimlerini ekleyerek yazdığı günlükle, İngiliz edebiyatında önemli bir yere sahip olmuş. 19. yüzyılın ortalarına doğru, romantizm akımının en yoğun dönemini yaşamasıyla birlikte günlükler, edebî değeri ve içeriği bakımından çoğalmaya, yaygınlaşmaya ve yazarlarının iç dünyasını yoğun duygularla yansıtmaya başlamış.
Bir edebiyat günlüğü, yalnızca bir edebiyatçının elinden çıkmış günlük değil, edebiyat olaylarına, kişilerine ve sorunlarına yönelmiş günlüktür. Özellikle Batı'da, 20. yüzyılda yaygınlaşan bu tür günlükler, "özel günlük" olma niteliğini de taşır. Aynı zamanda başka türlerde yapıtlar veren André Gide, Julien Green, Max Frisch, Stefan Zweig gibi yazarlar, geride edebiyat günlüklerinin seçkin örneklerini bıraktılar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının acılarını derinden yaşayan bu duyarlı yazarlar, içinde bulundukları dönem ve ortamla ilgili duygu ve düşüncelerini, iç dünyalarını açıkça ortaya koyan birer belge niteliğinde günlükler ele aldılar. Zweig, savaşın acımasızlığının ve acılarının kusursuz bir tanığıydı.  Günlüğüne yazdıkları, çoğu kez, kişisel ya da siyasal bir heyecan ya da değişim anına duyduğu tepkiyi o anda dile getirmekti; bunu yaparken özgür, kendisiyle baş başa ve yalnız olduğunun bilincindedir. Ama en önde gelen neden, kendi kendine hesap vermek ihtiyacıydı. Uzun bir aradan sonra, 1912 yılının Eylül’ünde yeniden Günlükler’ini tutmaya başladığında, şöyle yazmıştı:  “Nedeni şu:  - Eski günlüklerimden birini okurken birden belleğimin ne kadar donuklaştığını, tehlikeli, hastalıklı derece donuklaştığını hissettim.”  Bundan yaklaşık otuz yıl sonra, özyaşamöyküsü olarak kaleme aldığı Dünün Dünyası adlı yapıtının giriş bölümünde, yine aynı konuda şöyle demişti:  “İnsan belleğini, kimi şeyi rastgele tutan, kiminiyse rastgele yitiren bir öge olarak değil, bilerek düzenleyen ve bilgece ayıklayan bir güç olarak görüyorum.”
Bir başka günlük örneği olarak Gide’in günlüğünden söz edebiliriz.  Gide, Kalpazanlar adlı romanını yazdığı süreçte bir günlük tutar; yapıtının aşamalarını, kuramını apaçık ortaya koyar. Öte tarafta, Gide'in bu 'edebiyat' günlükleri, en özel günlüklerden de sayılır, onu, yazarın kendi iç dünyasına vurduğu bir neştermiş gibi ürpertiyle okuruz. Edebiyat günlüklerinin iki unutulmaz örneği de Katherine Mansfield ve Virginia Woolf'un günlükleridir. Mansfield, henüz on altı yaşındayken yazmaya başladığı Bir Hüzün Güncesi’nde yazarlık tutkularını, hırslarını, kıskançlıklarını, kırgınlıklarını içtenlikle ortaya serer. Bu hüzünlü günlük, Mansfield'ın erken ölümünden sonra yayımlanır. 1914’ten, ölümünden bir yıl öncesine, 1922 yılına uzanan bir zaman dilimini kapsar bu günce.  10 Ekim 1922’ de şöyle yazar:  “Bunları kendim için yazdım. Şimdi J’ye (kocası, editör, eleştirmen John Midleton Murry) yollayacağım, o ne isterse yapsın...”  Eşi, Mansfield’in el yazısıyla yazdığı dağınık notları-  öyküleriyle ilgili kısa notları yollanmamış mektupları, vb- düzenleyerek sıraya koyar, yer yer gerekli açıklamalarla birlilikte yayımlar.
            Virginia Woolf da Bir Yazarın Günlüğü’nde, adından da anlaşılabileceği gibi, yapıtını ve yazarlığını merkeze alır. Bir Yazarın Günlüğü türünden metinler, bugün edebiyat tarihçileri ve meraklı okurlar için hazine değeri taşır. Örneğin 20 Ağustos 1930’a şöyle not düşer:  “Dalgalar, sanıyorum (100. sayfadayım) kendini bir dizi dramatik monolog halinde çözümlüyor. Önemli olan onların homojen bir biçimde iç içe girip çıkmaları, dalga ritminde.  Art arda okunabilirler mi?  Bu konuda hiçbir fikrim yok.  Sanıyorum, bu şimdiye kadar kendi kendime tanıyabildiğim en büyük fırsat;  bu yüzden de herhalde en tam fiyasko.  Ama bu kitabı yazdığım için kendime saygı duyuyorum-evet- benim doğal kusurlarımı sergilese bile.”
Zaman içinde edebiyat günlüklerinin de alt kolları oluşur. Eleştiri günlükleri, okuma günlükleri yazılmaya başlanır. Bunun Türkçede yayımlanan son örneği, Alberto Manguel'in Okuma Günlüğü adlı yapıtıdır. Öte yandan, günlük, modern romanda da bir imkân olarak belirir, bir anlatım tekniğine dönüşür. Örneğin çağdaş edebiyatın büyük yapıtları Sartre'ın Bulantı’sı, Rilke'nin Malte Laudris Bridge'nin Notları ya da Martin Walser'in Jocob Von Gunten’ı, günlük biçimiyle yazılır. Fernando Pessoa'nın başyapıtı Huzursuzluğun Kitabı’nı okurun karşısına hep farklı kimliklerle çıkan şairin günlüğü olarak okumak da mümkün. Yalnızca edebiyat alanında değil, öteki sanat dallarında da tutulmuş olan günlükler, hatırı sayılır metinler kazandırmışlardır dünya kültür mirasına. Örneğin Kierkegaard'ın günlüğü, felsefe tarihinin en önemli yapıtlarından biri olarak önümüzde duruyor. Marcel Proust'un günlüğü, Camus'nun Defterler’i de hem günlük edebiyatı hem de felsefe tarihi için önemli metinler. Rousseau'nun İtiraflar’ı da günlük türüyle akraba sayılabilir. Ressamlar bu konuda felsefecilerden daha üretken: Dali'nin, Delacroix'nın, Klee'nin günlükleri iyi birer sanatçı günlüğü olduğu kadar resim sanatı üzerine ilginç düşüncelerin gelişmesinde etken olmuşlardır. Sinemacılardansa Cocteau'nun, Zavattini'nin, Tarkovski'nin günlükleri unutulmamalı. Özellikle, Türkçeye Zaman Zaman İçinde adıyla çevrilen Andrei Tarkovski'nin günlüğü, sadece sinema tarihi için değil, edebiyat tarihi için de eşsiz bir eser olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.
Batı edebiyatının, günlük türünün kökleşmesini iyi şair ve yazarlara borçlu olduğunu söylemek, herhalde yanlış olmaz. Victor Hugo'dan Charles Baudelaire'e, Goethe'den W.B. Yeats'e, Dostoyevski'den Whitman'a kadar birçok şairin, yazarın yolu günlüğe uğramış. Kafka'nın günlüğünü okuduğunuzda, bunu ancak Kafka'nın yazabileceğini sezersiniz. Marcel Proust, Stendhal, Gombrowicz, Romain Rolland, Batı'dan ilk akla gelen diğer günlükçüler. Bir de bizim edebiyatımızda hiç olmayan, bütün ömrünü günlük yazma işine vermiş Thoreau, Léataud, Anais Nin, Amiel (Tam 174 defter doldurmuştur! 17000 sayfa tutan günlüklerinin bulunmasıyla ün kazandı.) gibi isimler var ki onları da saygı ile anıyor edebiyat dünyası.
Türk edebiyatındaki günlükler, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Sefaretnamesi ya da Silahdar Tarihi gibi kimi eserlerde bazı olayların günlük biçiminde anlatılmasını saymazsak, edebiyatımıza Batı'daki anlamıyla günlük Tanzimat'tan sonra girer. Ancak neredeyse romanla yaşıt olan bu türün edebiyatımızda yeterince geliştiğini söylemek zor. Türkçede yayımlanmış ilk günlük, Ali Bey'in Seyahat Jurnali (1897) adlı gezi kitabıdır. Ali Bey'in, eserinin adında “jurnal” (Fransızca 'journal') sözcüğünü tercih etmesi, günlüğün bize pek çok başka tür gibi Batı kanalıyla geldiğini gösterir. Jurnal sözcüğü, Cemil Meriç gibi birkaç istisna dışında, fazla tutunamamış, yerini 'günce' ve 'günlük' sözcüklerine bırakmıştır.
1950 yılında Nurullah Ataç'ın bir gazetede günlük yazıları yazmasından ve yoğun ilgi çekmesinden sonra, edebiyatımızda günlük türü önem kazanmaya başlar. Nurullah Ataç bu yazılarına başlık olarak "Günlük" yerine "Günce" deyişini kullanarak bu deyişi yazın hayatımıza kazandırır. Nurullah Ataç'ın günceleri içe ve dışa dönük içeriğin uyumlu bir sentezi olarak edebiyat dünyasına bu türdeki en bilinen eser olarak geçer. Nurullah Ataç’ın savunduğu 'günce'nin de bugün 'günlük' kadar yaygın olmadığı söylenebilir. Zaten günce'yi savunan Ataç'ın, Fournier'den yaptığı Adsız Köşk çevirisinde günce yerine 'ruzname' ve 'hatıra defteri' sözcüklerini kullandığını görürüz.
Ali Bey'in Seyahat Jurnali’nden sonra, Batılı anlamıyla ilk edebiyat günlüğü, Şair Nigar Hanım'ın günlüğü sayılabilir. Bu eserin bir kısmı, şairin ölümünden kırk yıl sonra Hayatımın Hikâyesi adıyla yayımlanmıştı. Ahmet Refik'in Kafkas Yollarında adlı seyahat günlüğünden başka, Sultan Reşad ve Vahdettin dönemlerinde sarayda başmabeyincilik yapan Lütfi Simavi'nin notları da günlük olarak nitelenebilir. Yine günlük sayabileceğimiz İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın defterleri ise yayımlanmadı. Atatürk’ün Anafartalar Savaşı sırasında tuttuğu günlükler, ölümünden sekiz yıl sonra Türk Tarih Kurumu'nca basıldı. Cumhuriyet öncesinin önemli yazarlarından Ömer Seyfettin’in Ruznameler’i de kitap olarak yayımlanmamış günlükler arasında yer alıyor.
Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı gibi Cumhuriyet dönemi yazarlarının günlüklerinden bazı parçalar kimi kitaplarında yer alsa da edebiyatımızda hâlâ dolaşımda olan günlükler denince iki isim öne çıkıyor: Nurullah Ataç ve Salâh Birsel. Ataç, Günce'siyle hem bir edebiyat günlüğü ortaya koymuş hem de devrinin edebî eğilimlerine yön vermişti. Salâh Birsel ise Kuşları Örtünmek, Nezleli Karga, Bay Sessizlik, Aynalar Günlüğü, Yaşlılık Günlüğü gibi kitaplarıyla çağdaş edebiyatımızın öncü günlükçüsü oldu. Onun kuşakdaşları sayılabilecek Nuri Pakdil ve Orhan Burian'ın günlükleri de bu iki edebiyat adamını tanımak için eşsiz metinler.
Cumhuriyet'ten bugüne doğru günlük yazarlarının beklendiğince çoğalmadığı görülüyor. Şairlerin değil de daha çok düzyazıyla uğraşanların, Türk edebiyatında günlük tutmuş olduğunu saptamak mümkün. Bir öykücü olan Tomris Uyar'ın Gündökümleri adıyla yayımlanan günlükleri, hem niteliği hem niceliği düşünülünce Türkçenin sayılı günlüklerinden biri olarak adlandırılmayı hak ediyor. Cemil Meriç'in iki cilt halinde yayımlanan Jurnal’i ise sadece Türkçede değil, dünya edebiyatında benzerine zor rastlanacak bir yapıt. Romancılardan ilk akla gelen, Oğuz Atay’ın Günlük’ü. Atay'ın hastalığı sürecinde kaleme aldığı bu günlük, daha çok, kendi yapıtları üzerinden şekilleniyor. Şairlerden ise akla gelen, elbette, Cemal Süreyya’nın Günler’i; tıpkı şiirleri gibi, dönüp dönüp okunacak bir kitap. Cahit Zarifoğlu'nun Yaşamak adlı, "Ne çok acı var." kült cümlesiyle başlayan günlüğü de Türkçenin benzersiz yapıtlarından biri olarak kalacak. İlhan Berk’in günlüğü El Yazılarına Vuruyor Güneş ise şairin unutulmaz düzyazı kitapları arasında yer alıyor. Hilmi Yavuz’un Geçmiş Yaz Defterleri, felsefe-edebiyat arasında, parçalı yazı'lardan oluşan ve edebiyatımızda türünün tek örneği olan bir günlük sayılabilir.
Usta romancımız Adalet Ağaoğlu'nun iki kitap halinde yayımlanan günlükleri, hem yayın dünyasındaki en 'taze' günlükler olması hem de yakın entelektüel tarihimize ışık tutması bakımından önem taşıyor. Damla Damla Günler başlığıyla yayımlanan eser, 1969 yılından, Adalet Ağaoğlu'nu TRT'den istifaya doğru götürecek kararından başlıyor; 22 Temmuz 1996 tarihinde yazarın uğradığı trafik kazasıyla sona eriyor. Günlüğün ilk cildinde yazarın Ölmeye Yatmak adlı romanını nasıl zihninde kurguladığını, 'karnında taşıdığını' okuyorsunuz.
Oktay Akbal, Anılarda Görmek, Geçmişin Kuşları ve Yeryüzü Korkusu adlı üç günlüğünde öykülerindeki sıcak dünyayı yansıttığı kadar edebiyat dünyasına dair birçok anekdotu da aktarmadan edemez. Muzaffer Buyrukçu'nun upuzun yazdığı günlükler, Fethni Naci'nin eleştiri günlükleri, Türkçede başka örneği olmayan yapıtlar. Fethi Naci'nin günlüklerini okurken kuram bilgisinin yanında edebiyat lezzeti ve yaşanmışlığın sıcaklığını da duyumsuyor insan. Mehmet Fuat’ın son yıllarını anlattığı günlükleri… Kuşkusuz hepsi de edebiyatımız için büyük kazançlar.

“Kişi yaşamını seçemez, ama onu zenginleştirir.” diyen Camus, kendi kişiliği ve onu zenginleştirişi ile ilgili geniş bilgileri Mart 1951-Aralık 1959 arasında tuttuğu Defterler’de paylaşır. Ali Bulunmaz, “Filozof olmak istiyorsan romanlar yaz” adlı denemesinde Camus’nün yaşamanın değerli olduğunu her zaman vurguladığını söylerken onun hakkında  şöyle yorum getirir:  ‘İnsan ve yaşamı değerlidir, çünkü Camus için insanı insan yapan onun ve başkalarının da yaşamını koruyup kollamasıdır. Bu yüzden o, Defterler’indeki ‘yaşama aşkı kaybolduğu zaman, bizi hiçbir anlam teselli etmez,’ belirlemesini, dünyaya ve insana bakışı ile felsefesinin merkezine yerleştirir. Ali Bulunmaz’a göre Camus kendini bu defterlerde yalnız bir insan olarak yansıtır. Camus’nun bu yalnızlık duygusunu Susan Sontag  “Defterler” hakkındaki yazısında şöyle açıklar:

“Yazarların defterleri tipik olarak, istemlerle ilgili önlemlerle doludur: Yazma istemi, sevme istemi, aşkı inkâr istemi, yaşamı sürdürme istemi. Günlük, yazarın kendi gözünde kahraman olduğu yerdir. Yazar, günlüğünde yalnızca algılayan, acı çeken, mücadele eden, bir varlık olarak bulunur. Camus’nün “Defterler”indeki tüm kişisel yorumların kişiliksiz (nesnel-A.B.) bir nitelik taşıması, yaşamındaki olayları ve insanları tümüyle dışarıda bırakması bundandır. Camus, yazdıklarıyla kendisinden yalnızlık içinde bir insan olarak söz eder-yalnız bir okur, bir dikizci güneşe ve denize tapan biri, dünyada bir gezgin. Bu tutumuyla tam bir yazardır o.”

Camus Defterler ile ilgili; onların oluşturulmasına dönük olarak, son derece yalın bir açıklamada bulunur:

Kendimi bu günlüğü yazamaya zorluyorum. Ama isteksizliğim capcanlı duruyor. Neden hiçbir zaman günlük tutmadığımı şimdi anlıyorum: Bana göre yaşam gizlidir. Yaşam, başkalarından gizlenmelidir. (…), yaşamı sözcüklerle ortaya sermemeliyim. Bana göre yaşam, gizli tutulduğu, dile getirilmediği zaman zengindir. Şu sırada günlük tutmak için kendimi zorlamamın nedeni, belleğimin, belleğin zayıflığı karşısında duyduğum korku.”

Pavese’nin günlüğü, yazarın ölümünden sonra, üzerinde kırmızı ve mavi kurşun kalemle Cesare Pavese’nin Yaşama Uğraşı yazılı, rengi solmuş yeşil bir dosyanın içindeki kâğıtları arasında bulundu. 20 Mayıs-30 Eylül 1940 tarihlerini kapsayan, daktiloya çekilmiş on dört sayfa dışında sayfa sayıları belirlenmiş olan dosya, el yazısıyla, tükenmez kalem ve yer yer kurşun kalemle yazılmış yapraklardan oluşuyordu. Metnin neredeyse tamamında, ilk yazılışta genellikle olduğu gibi, silinmiş bölümler ve düzeltmeler vardı; yer yer de belli ki ilk yazılıştan sonra kurşun kalem veya değişik renkte mürekkeple yapılmış düzeltmelere rastlanıyordu. Pavese’nin kuşkusuz yaşamının son günlerinde, kitabın baş sayfası olarak koyduğu beyaz bir sayfa üzerinde Yaşama Uğraşı sözleri yazılıydı. 5 Haziran 1940’ta şöyle not düşer:  “Savaş gerçeği şu basit düşünceyi öne sürer:  Bunca arkadaşınız ölürken ölmek üzücü bir şey değildir.  Savaş insana bir topluluğun parçası olduğu duygusunu verir.  Hoş geldiniz!  Buyurun!”


Tutulan bir günlük, kişinin iç hesaplaşmasıdır. Yalnızca yazarına dönüktür. Kafka’nın, Virginia Woolf’un, Cesare Pavese’nin ve diğer günlüklerin hepsinde yazarlar ustalıklarını bu günlüklerde göstermelerine karşın bu kişiler, yaşamlarını olağanca açıklığıyla ortaya koyan bir tür iç yolculuğa çıkar gibi çıkarlar okurun karşısına.

Anais’in günlüğüne bir göz atarsak günlüğünü şu şekilde oluşturduğunu görüyoruz. Çok gezmiş Fransa’da, Amerika’da yaşamış olan Nin, önce günü gününe defterine yazıyor. Sonra bu yazdıklarını tekrar ele alıp onları bütünlüyor, yeniden başka bir deftere geçiriyor. 1931-1934 yıllarını kapsayan ilk cildi çıkana dek yalnızca dostlarına okutuyor bunları. Daha yayımlanmadan efsaneleşen bu günlükler, Nin’in yazarlık yaratıcılığını aşan bir güce de sahipler. 

Günce malzemesini günlük yaşamdan alır.  Bu yüzden günce tutmak, yaşamla iç içe olmak demektir.  Feridun Andaç’a göre yaşayarak yazmak, yazma tutkunu bir kişi için yaşam biçimlerinin en verimlisidir. Çünkü yazar o sayfalarda günü yakalayacaktır.  Günü yaşayacak, tanıklıklarından elbette söz edecektir.  Bunun yanı sıra asıl yararlanacağı alan, edebiyatın bütünü, yani edebiyatın evreni olur.  Çünkü bir yazar için edebiyat kadar eşsiz, edebiyat kadar zengin, edebiyat kadar doğurgan, edebiyat kadar coşkulu, deli, çılgın bir zemin yoktur.  Bu zemin üzerinde anlamlar, güzellikler taşıyarak yazmak hayatı yaşamak, ondan tat almaktır.  Yazma edimi ile yaşamın ayrıntılarını bütünleştirmek ne de keyifli bir uğraştır!  Güncesi yaşamının bir uzantısı olacak, sanatla, edebiyatla yoğrulan yaşamından söz edecektir. Bunlara yaşamın kaosu andıran yapısını, karmaşıklığını, çok sesliliğini de birleştirecektir.  Edebiyatın sayısız katmanlarında bulunan maden damarlarını bıkmadan, usanmadan ortaya çıkarma isteğiyle yazacaktır.  Yazdıklarında yeteneğini, zekâsını, dünyayı algılayışını, edebiyattan, insandan, toplumdan ne anladığını ortaya koyacak;  bu yazdıklarını kendine özgü tavrı içinde söze dökecektir.

Pek az romanı ya da öyküyü ikinci kez okuma isteği duymuşsunuzdur. Bazı günlükleri tekrar okuyuşunuz olmuştur. Bunları sık sık karıştırmamızın bir nedeni de bir başından, bir sonundan, ortasından, orasından burasından okumaya elverişli olmalarındandır. Günlük yazmaya gelince: “İyiyim. Bugün hava iyi. Pazar olduğundan, çocuklarla beraber, günü yazlık evimizde geçirmeyi planladık ve yola çıktık. Eve vardığımızda bir sürpriz bizi bekliyordu. Bahçıvan bahçeyi düzeltmişti.” Buradaki anlatım çevreyi, olanları olduğu gibi anlatıyor.
Yazar kişi, ne kendisiyle ne çevreyle bir hesaplaşmaya girmeden, olayları ardı ardına sıralıyor. Oysa günlük yazısı olsa şöyle olurdu: “İşte güzel bir ilkbahar sabahı. Göklere ağan, ılık bir nisanın ortasında, güzel mi güzel bir gün. İnsan böyle günlerde kendini yaşama daha yakın duyumsuyor, ruhunuzun derinliğinde yaşamın bize verilmiş bir armağan olduğunu hissediyorsunuz. Günü çocuklarla beraber sayfiye evimizde geçirmeye karar verdik. Bahçeden girdiğimizde bir sürprizle karşılaşacağımızı nasıl bilebilirdik? Bahçıvan bahçeyi düzeltmişti. Güller budanmış, askıya alınmış, sarmaşıklar düzene sokulmuş, tarhlar belirlenmiş, otlar yolunmuş, çimenler biçilmişti. Ev başka bir görünüm kazanmıştı. Düzgünlüğüne söyleyecek bir sözüm yoktu, doğrusu. Ama eski haliyle daha bir gizemliydi. O özgürce birbirinin içine girmiş dallarıyla, yaprağıyla, çiçeğiyle, tüm doğallığı ile adeta yaşamın içine fışkırıyordu.” 
Günce yazma, insanın kendi olma deneyimini kazandığı ve kendini başkalarından farklı olduğunu gösterdiği bir eylemdir. İnsanın biricikliğine işaret eder. İnsanın anlam arayışının, bireye ulaşma çabasının en somut örneğidir. Bireyleşme çabalarıdır da diyebiliriz.  Veya zamanla yapılan bir yolculuk da diyebiliriz. Veya zamanda yolculuğa çıkmak da diyebiliriz.  Zaman biz değil miyiz?

"Her gün not tutun; açık, okunaklı. Tarih atmayı da unutmayın. Hayatımın günlüğünü günü gününe tutmuş olsaydım, şimdilerde bir Larousse sözlüğü olurdu elimde. Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir dünyadır. Ah, neler yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün! Hayatınızın günlüğünü yazın!"
Max Jacob, Genç Bir Şaire Öğütler, çev. Salâh Birsel





6 Aralık, 2009




Kaynakça
Albert Camus- Defterler, Cumhuriyet Kitap, 3 Eylül 2009
Virginia Woolf, Bir yazarın güncesi, Oğlak yayınları, 1996
Katherine Mansfield, Bir Hüzün Güncesi, Can yayınları, 1994
Stefan Zweig, Günlükler, Can yayınları, 1999
Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı, Can yayınları, 2005

Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Metis yayınları, 1998

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder