Seyahate çıkmadan önce, evde bavulumu hazırlarken ilk işim, bavuluma fotoğraf makinemle, bir defter koymak olur. Çünkü günü gününe gördüklerimi yazıya geçirme sabırsızlığına yakalanacağımı daha evden çıkmadan bilirim. Çıkacağım o yolculuğa sıkı sıkıya bağlanmak adına, yaşamdan kopmamak adına yazarım. Eğer bir sabah kalksam ve bütün yazdıklarım kaybolmuş olsa üzülürüm elbette. Günlük tutmak bence bu. En eğlenceli yazı şeklidir de. Başkalarının günlüklerini okuyunca bu fikrim daha da sabitleşiyor. Yazılan her şey ilk günkü tazeliğiyle saklanıyor günlüklerde. Okur ile yazan kişi arasındaki o samimi havayı daha kolay kurmaları gibi günce yazınının tartışılmaz üstünlüğünü kim yadsıyabilir! O an önümde boş duran sayfalara neler yazacağımı, şüphesiz bilemem ama o satırların yazılacağı andaki ruh durumum yazıyı belirleyecektir, onu bilirim. Kısaca ‘o an’ı boş sayfalara hapsedeceğimi bilirim. Evet, yalnızca içinde bulunacağım ‘an’ı yazacağımı bilirim. O ‘an’ı yakalamak ve tüm zamana yaymak isteğidir bizleri günce tutmaya iten. ‘An’ı ortaya koymak ve o ‘an’ları sonsuzluğa taşıma isteğimiz. Üstelik kendi yaşamımızdan bir kesit!
Edebiyat ve sanat dünyasından tanınmış kişilerin
kaleminden yazılan günlükler, tüm gerçekliğiyle yaşamı yansıtan birer ayna
olarak karşımıza çıkarlar. Günlükler, yazarlarının iç dünyasını kurgusuz bir
biçimde sergileyerek günlüğün sahibine ilişkin ayrıntılı bilgilere birinci
elden ulaşmamızı sağladıkları gibi, yazıldıkları dönemin önemli olaylarına ilişkin
tarihsel belgeler olarak da önem kazanırlar. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki
“değişim” ivedi. Dünü, bugünü bilmezsek
yarını nasıl anlayabiliriz? Günlükler düzenli olarak tutulmuş, tarih atılmış
notlardan mı ibarettir yoksa bundan fazlasını mı içerir?
Bu konuda en genelleyici tanımı
usta günlükçü, romancı André Gide yapmış: "Günlüğün anıdan tek farkı, günü
gününe tutulmuş olmasıdır." Edebiyatın ana damarlarından biri olarak her
günlük, bir portre, bir öykü, bir anı, bir tarih yazısıdır. Öğretmeye bağlı, gerçekçi
anlatım türlerinden biri olan günlükler, bir kişinin önemli ve kayda değer
bulduğu olayları, gözlem, izlenim, duygu, düşünce ve hayallerini günü gününe
tarih belirterek anlattığı yazı türüdür. Latincedeki "dies (gün)’den
türetilmiş "diarium" (günlük) sözcüğünden gelir. Örneğin 1409- 1431
yılları arasında Fransız bir papanın tutuğu Parisli
Bir Burjuvanın Günlüğü o dönemi araştıran tarihçiler için önemli bir
kaynaktır. İngiliz günlük yazarı John Evelyn'in Diary (Günlük ) adlı günlüğü,
17. yüzyıl İngiltere'sinin toplumsal ve kültürel yapısına ışık tutar.
Tarihte ilk defa Romalılar günlük kullanmış. Edebi
içerikten yoksun, birtakım kamu kuruluşlarında yapılan işlemlerin unutulmaması
amacıyla tutulan ve "commentarii" adıyla anılan bu ilk günlükler,
duygusallıktan uzak notların kabaca birleşiminden oluşmuş. Tarihte, bu çeşit
günlüklerin, savaşlar ve askerî hareketleri not etmek amacıyla kullanıldığı da
görülmüş. Edebiyat değeri taşımayan bu günlükler şüphesiz tarihçiler için
önemli belgeler. Osmanlı Teşrifatçılarından Ahmet Ağa’nın Kara Mustafa Paşa'nın
İkinci Viyana Kuşatması’nı günü gününe kaydettiği Vakay-ı Beç adlı eseri (Aslı Viyana Milli kütüphanesinde olup Viyana Önlerinde Kara Mustafa Paşa ve Viyana Kuşatması Günlüğü olarak Türkçeye çevrilmiş), Yavuz Sultan
Selim'in Çaldıran ve Mısır seferini anlatan Haydar
Çelebi Ruznamesi o dönemlerin olaylarına ışık tutması yönünden önemli belgelerdir.
Günlüklerin edebî değer kazanması ancak Rönesans
sonlarına doğru başlamış. 1768-1840 yılları arasında İngiltere Kraliçesinin
nedimesi ve roman yazarı olan Fanny Burney, saray dedikodularına ve pek çok
olaya kendi duygusal izlenimlerini ekleyerek yazdığı günlükle, İngiliz
edebiyatında önemli bir yere sahip olmuş. 19. yüzyılın ortalarına doğru,
romantizm akımının en yoğun dönemini yaşamasıyla birlikte günlükler, edebî
değeri ve içeriği bakımından çoğalmaya, yaygınlaşmaya ve yazarlarının iç
dünyasını yoğun duygularla yansıtmaya başlamış.
Bir edebiyat günlüğü, yalnızca bir
edebiyatçının elinden çıkmış günlük değil, edebiyat olaylarına, kişilerine ve
sorunlarına yönelmiş günlüktür. Özellikle Batı'da, 20. yüzyılda yaygınlaşan bu
tür günlükler, "özel günlük" olma niteliğini de taşır. Aynı zamanda
başka türlerde yapıtlar veren André Gide, Julien Green, Max Frisch, Stefan Zweig
gibi yazarlar, geride edebiyat günlüklerinin seçkin örneklerini bıraktılar.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının acılarını derinden yaşayan bu duyarlı
yazarlar, içinde bulundukları dönem ve ortamla ilgili duygu ve düşüncelerini, iç
dünyalarını açıkça ortaya koyan birer belge niteliğinde günlükler ele aldılar. Zweig,
savaşın acımasızlığının ve acılarının kusursuz bir tanığıydı. Günlüğüne yazdıkları, çoğu kez, kişisel ya da
siyasal bir heyecan ya da değişim anına duyduğu tepkiyi o anda dile getirmekti;
bunu yaparken özgür, kendisiyle baş başa ve yalnız olduğunun bilincindedir. Ama
en önde gelen neden, kendi kendine hesap vermek ihtiyacıydı. Uzun bir aradan
sonra, 1912 yılının Eylül’ünde yeniden Günlükler’ini
tutmaya başladığında, şöyle yazmıştı: “Nedeni şu:
- Eski günlüklerimden birini okurken birden belleğimin ne kadar
donuklaştığını, tehlikeli, hastalıklı derece donuklaştığını hissettim.” Bundan yaklaşık otuz yıl sonra, özyaşamöyküsü
olarak kaleme aldığı Dünün Dünyası adlı
yapıtının giriş bölümünde, yine aynı konuda şöyle demişti: “İnsan
belleğini, kimi şeyi rastgele tutan, kiminiyse rastgele yitiren bir öge olarak
değil, bilerek düzenleyen ve bilgece ayıklayan bir güç olarak görüyorum.”
Bir başka günlük örneği olarak
Gide’in günlüğünden söz edebiliriz. Gide, Kalpazanlar adlı romanını yazdığı
süreçte bir günlük tutar; yapıtının aşamalarını, kuramını apaçık ortaya koyar.
Öte tarafta, Gide'in bu 'edebiyat' günlükleri, en özel günlüklerden de sayılır,
onu, yazarın kendi iç dünyasına vurduğu bir neştermiş gibi ürpertiyle okuruz.
Edebiyat günlüklerinin iki unutulmaz örneği de Katherine Mansfield ve Virginia
Woolf'un günlükleridir. Mansfield, henüz on altı yaşındayken yazmaya başladığı Bir Hüzün Güncesi’nde yazarlık
tutkularını, hırslarını, kıskançlıklarını, kırgınlıklarını içtenlikle ortaya
serer. Bu hüzünlü günlük, Mansfield'ın erken ölümünden sonra yayımlanır.
1914’ten, ölümünden bir yıl öncesine, 1922 yılına uzanan bir zaman dilimini
kapsar bu günce. 10 Ekim 1922’ de şöyle
yazar: “Bunları kendim için yazdım. Şimdi J’ye (kocası, editör, eleştirmen
John Midleton Murry) yollayacağım, o ne
isterse yapsın...” Eşi, Mansfield’in
el yazısıyla yazdığı dağınık notları-
öyküleriyle ilgili kısa notları yollanmamış mektupları, vb- düzenleyerek
sıraya koyar, yer yer gerekli açıklamalarla birlilikte yayımlar.
Virginia Woolf da Bir
Yazarın Günlüğü’nde, adından da anlaşılabileceği gibi, yapıtını ve
yazarlığını merkeze alır. Bir Yazarın
Günlüğü türünden metinler, bugün edebiyat tarihçileri ve meraklı okurlar
için hazine değeri taşır. Örneğin 20 Ağustos 1930’a şöyle not düşer: “Dalgalar,
sanıyorum (100. sayfadayım) kendini bir dizi dramatik monolog halinde
çözümlüyor. Önemli olan onların homojen bir biçimde iç içe girip çıkmaları,
dalga ritminde. Art arda okunabilirler
mi? Bu konuda hiçbir fikrim yok. Sanıyorum, bu şimdiye kadar kendi kendime
tanıyabildiğim en büyük fırsat; bu
yüzden de herhalde en tam fiyasko. Ama
bu kitabı yazdığım için kendime saygı duyuyorum-evet- benim doğal kusurlarımı
sergilese bile.”
Zaman içinde edebiyat günlüklerinin
de alt kolları oluşur. Eleştiri günlükleri, okuma günlükleri yazılmaya başlanır.
Bunun Türkçede yayımlanan son örneği, Alberto Manguel'in Okuma Günlüğü adlı yapıtıdır. Öte yandan, günlük, modern romanda da
bir imkân olarak belirir, bir anlatım tekniğine dönüşür. Örneğin çağdaş
edebiyatın büyük yapıtları Sartre'ın Bulantı’sı,
Rilke'nin Malte Laudris Bridge'nin
Notları ya da Martin Walser'in Jocob
Von Gunten’ı, günlük biçimiyle yazılır. Fernando Pessoa'nın başyapıtı Huzursuzluğun Kitabı’nı okurun karşısına
hep farklı kimliklerle çıkan şairin günlüğü olarak okumak da mümkün. Yalnızca edebiyat
alanında değil, öteki sanat dallarında da tutulmuş olan günlükler, hatırı
sayılır metinler kazandırmışlardır dünya kültür mirasına. Örneğin Kierkegaard'ın
günlüğü, felsefe tarihinin en önemli yapıtlarından biri olarak önümüzde
duruyor. Marcel Proust'un günlüğü, Camus'nun Defterler’i de hem günlük edebiyatı hem de felsefe tarihi için
önemli metinler. Rousseau'nun İtiraflar’ı
da günlük türüyle akraba sayılabilir. Ressamlar bu konuda felsefecilerden daha
üretken: Dali'nin, Delacroix'nın, Klee'nin günlükleri iyi birer sanatçı günlüğü
olduğu kadar resim sanatı üzerine ilginç düşüncelerin gelişmesinde etken
olmuşlardır. Sinemacılardansa Cocteau'nun, Zavattini'nin, Tarkovski'nin
günlükleri unutulmamalı. Özellikle, Türkçeye Zaman Zaman İçinde adıyla çevrilen Andrei Tarkovski'nin günlüğü,
sadece sinema tarihi için değil, edebiyat tarihi
için de eşsiz bir eser olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.
Batı edebiyatının, günlük türünün kökleşmesini iyi
şair ve yazarlara borçlu olduğunu söylemek, herhalde yanlış olmaz. Victor
Hugo'dan Charles Baudelaire'e, Goethe'den W.B. Yeats'e, Dostoyevski'den
Whitman'a kadar birçok şairin, yazarın yolu günlüğe uğramış. Kafka'nın
günlüğünü okuduğunuzda, bunu ancak Kafka'nın yazabileceğini sezersiniz. Marcel
Proust, Stendhal, Gombrowicz, Romain Rolland, Batı'dan ilk akla gelen diğer
günlükçüler. Bir de bizim edebiyatımızda hiç olmayan, bütün ömrünü günlük yazma
işine vermiş Thoreau, Léataud, Anais Nin, Amiel (Tam 174 defter doldurmuştur!
17000 sayfa tutan günlüklerinin bulunmasıyla ün kazandı.) gibi isimler var ki
onları da saygı ile anıyor edebiyat dünyası.
Türk edebiyatındaki günlükler, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yirmisekiz
Çelebi Mehmet Sefaretnamesi ya da Silahdar Tarihi gibi kimi eserlerde bazı
olayların günlük biçiminde anlatılmasını saymazsak, edebiyatımıza Batı'daki
anlamıyla günlük Tanzimat'tan sonra girer. Ancak neredeyse romanla yaşıt olan
bu türün edebiyatımızda yeterince geliştiğini söylemek zor. Türkçede
yayımlanmış ilk günlük, Ali Bey'in Seyahat
Jurnali (1897) adlı gezi kitabıdır. Ali Bey'in, eserinin adında “jurnal”
(Fransızca 'journal') sözcüğünü tercih etmesi, günlüğün bize pek çok başka tür
gibi Batı kanalıyla geldiğini gösterir. Jurnal sözcüğü, Cemil Meriç gibi birkaç
istisna dışında, fazla tutunamamış, yerini 'günce' ve 'günlük' sözcüklerine
bırakmıştır.
1950 yılında Nurullah Ataç'ın bir gazetede günlük
yazıları yazmasından ve yoğun ilgi çekmesinden sonra, edebiyatımızda günlük
türü önem kazanmaya başlar. Nurullah Ataç bu yazılarına başlık olarak
"Günlük" yerine "Günce" deyişini kullanarak bu deyişi yazın
hayatımıza kazandırır. Nurullah Ataç'ın günceleri içe ve dışa dönük içeriğin
uyumlu bir sentezi olarak edebiyat dünyasına bu türdeki en bilinen eser olarak
geçer. Nurullah Ataç’ın savunduğu 'günce'nin de bugün 'günlük' kadar yaygın
olmadığı söylenebilir. Zaten günce'yi savunan Ataç'ın, Fournier'den yaptığı Adsız Köşk çevirisinde günce yerine
'ruzname' ve 'hatıra defteri' sözcüklerini kullandığını görürüz.
Ali Bey'in Seyahat Jurnali’nden sonra, Batılı anlamıyla ilk edebiyat günlüğü, Şair
Nigar Hanım'ın günlüğü sayılabilir. Bu eserin bir kısmı, şairin ölümünden kırk yıl
sonra Hayatımın Hikâyesi adıyla
yayımlanmıştı. Ahmet Refik'in Kafkas
Yollarında adlı seyahat günlüğünden başka, Sultan Reşad ve Vahdettin
dönemlerinde sarayda başmabeyincilik yapan Lütfi Simavi'nin notları da günlük
olarak nitelenebilir. Yine günlük sayabileceğimiz İbnülemin Mahmut Kemal
İnal'ın defterleri ise yayımlanmadı. Atatürk’ün Anafartalar Savaşı sırasında
tuttuğu günlükler, ölümünden sekiz yıl sonra Türk Tarih Kurumu'nca basıldı.
Cumhuriyet öncesinin önemli yazarlarından Ömer Seyfettin’in Ruznameler’i de kitap olarak yayımlanmamış
günlükler arasında yer alıyor.
Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı gibi
Cumhuriyet dönemi yazarlarının günlüklerinden bazı parçalar kimi kitaplarında
yer alsa da edebiyatımızda hâlâ dolaşımda olan günlükler denince iki isim öne
çıkıyor: Nurullah Ataç ve Salâh Birsel. Ataç, Günce'siyle hem bir edebiyat
günlüğü ortaya koymuş hem de devrinin edebî eğilimlerine yön vermişti. Salâh
Birsel ise Kuşları Örtünmek, Nezleli
Karga, Bay Sessizlik, Aynalar Günlüğü, Yaşlılık Günlüğü gibi kitaplarıyla
çağdaş edebiyatımızın öncü günlükçüsü oldu. Onun kuşakdaşları sayılabilecek
Nuri Pakdil ve Orhan Burian'ın günlükleri de bu iki edebiyat adamını tanımak
için eşsiz metinler.
Cumhuriyet'ten bugüne doğru günlük
yazarlarının beklendiğince çoğalmadığı görülüyor. Şairlerin değil de daha çok
düzyazıyla uğraşanların, Türk edebiyatında günlük tutmuş olduğunu saptamak
mümkün. Bir öykücü olan Tomris Uyar'ın Gündökümleri
adıyla yayımlanan günlükleri, hem niteliği hem niceliği düşünülünce Türkçenin
sayılı günlüklerinden biri olarak adlandırılmayı hak ediyor. Cemil Meriç'in iki
cilt halinde yayımlanan Jurnal’i ise
sadece Türkçede değil, dünya edebiyatında benzerine zor rastlanacak bir yapıt.
Romancılardan ilk akla gelen, Oğuz Atay’ın Günlük’ü.
Atay'ın hastalığı sürecinde kaleme aldığı bu günlük, daha çok, kendi yapıtları
üzerinden şekilleniyor. Şairlerden ise akla gelen, elbette, Cemal Süreyya’nın Günler’i; tıpkı şiirleri gibi, dönüp
dönüp okunacak bir kitap. Cahit Zarifoğlu'nun Yaşamak adlı, "Ne çok acı var." kült cümlesiyle başlayan günlüğü
de Türkçenin benzersiz yapıtlarından biri olarak kalacak. İlhan Berk’in günlüğü
El Yazılarına Vuruyor Güneş ise
şairin unutulmaz düzyazı kitapları arasında yer alıyor. Hilmi Yavuz’un Geçmiş Yaz Defterleri, felsefe-edebiyat
arasında, parçalı yazı'lardan oluşan ve edebiyatımızda türünün tek örneği olan
bir günlük sayılabilir.
Usta romancımız Adalet Ağaoğlu'nun
iki kitap halinde yayımlanan günlükleri, hem yayın dünyasındaki en 'taze'
günlükler olması hem de yakın entelektüel tarihimize ışık tutması bakımından
önem taşıyor. Damla Damla Günler
başlığıyla yayımlanan eser, 1969 yılından, Adalet Ağaoğlu'nu TRT'den istifaya
doğru götürecek kararından başlıyor; 22 Temmuz 1996 tarihinde yazarın uğradığı
trafik kazasıyla sona eriyor. Günlüğün ilk cildinde yazarın Ölmeye Yatmak adlı romanını nasıl
zihninde kurguladığını, 'karnında taşıdığını' okuyorsunuz.
Oktay Akbal, Anılarda Görmek, Geçmişin Kuşları ve Yeryüzü Korkusu adlı üç günlüğünde öykülerindeki sıcak dünyayı
yansıttığı kadar edebiyat dünyasına dair birçok anekdotu da aktarmadan edemez.
Muzaffer Buyrukçu'nun upuzun yazdığı günlükler, Fethni Naci'nin
eleştiri günlükleri, Türkçede başka örneği olmayan yapıtlar. Fethi Naci'nin
günlüklerini okurken kuram bilgisinin yanında edebiyat lezzeti ve yaşanmışlığın
sıcaklığını da duyumsuyor insan. Mehmet Fuat’ın son yıllarını anlattığı
günlükleri… Kuşkusuz hepsi de edebiyatımız için büyük kazançlar.
“Kişi yaşamını seçemez, ama onu
zenginleştirir.” diyen Camus, kendi kişiliği ve onu zenginleştirişi ile ilgili
geniş bilgileri Mart 1951-Aralık 1959 arasında tuttuğu Defterler’de paylaşır. Ali Bulunmaz, “Filozof olmak istiyorsan
romanlar yaz” adlı denemesinde Camus’nün yaşamanın değerli olduğunu her zaman
vurguladığını söylerken onun hakkında şöyle yorum getirir: ‘İnsan ve yaşamı değerlidir, çünkü Camus için
insanı insan yapan onun ve başkalarının da yaşamını koruyup kollamasıdır. Bu
yüzden o, Defterler’indeki ‘yaşama
aşkı kaybolduğu zaman, bizi hiçbir anlam teselli etmez,’ belirlemesini, dünyaya
ve insana bakışı ile felsefesinin merkezine yerleştirir. Ali Bulunmaz’a göre Camus
kendini bu defterlerde yalnız bir insan olarak yansıtır. Camus’nun bu yalnızlık
duygusunu Susan Sontag “Defterler” hakkındaki yazısında şöyle
açıklar:
“Yazarların defterleri tipik olarak, istemlerle ilgili önlemlerle
doludur: Yazma istemi, sevme istemi, aşkı inkâr istemi, yaşamı sürdürme istemi.
Günlük, yazarın kendi gözünde kahraman olduğu yerdir. Yazar, günlüğünde
yalnızca algılayan, acı çeken, mücadele eden, bir varlık olarak bulunur.
Camus’nün “Defterler”indeki tüm kişisel yorumların kişiliksiz (nesnel-A.B.) bir
nitelik taşıması, yaşamındaki olayları ve insanları tümüyle dışarıda bırakması
bundandır. Camus, yazdıklarıyla kendisinden yalnızlık içinde bir insan olarak
söz eder-yalnız bir okur, bir dikizci güneşe ve denize tapan biri, dünyada bir
gezgin. Bu tutumuyla tam bir yazardır o.”
Camus Defterler ile ilgili; onların oluşturulmasına dönük olarak, son
derece yalın bir açıklamada bulunur:
“Kendimi bu günlüğü yazamaya zorluyorum. Ama isteksizliğim capcanlı
duruyor. Neden hiçbir zaman günlük tutmadığımı şimdi anlıyorum: Bana göre yaşam
gizlidir. Yaşam, başkalarından gizlenmelidir. (…), yaşamı sözcüklerle ortaya
sermemeliyim. Bana göre yaşam, gizli tutulduğu, dile getirilmediği zaman
zengindir. Şu sırada günlük tutmak için kendimi zorlamamın nedeni, belleğimin,
belleğin zayıflığı karşısında duyduğum korku.”
Pavese’nin günlüğü, yazarın
ölümünden sonra, üzerinde kırmızı ve mavi kurşun kalemle Cesare Pavese’nin Yaşama Uğraşı yazılı, rengi solmuş yeşil
bir dosyanın içindeki kâğıtları arasında bulundu. 20 Mayıs-30 Eylül 1940
tarihlerini kapsayan, daktiloya çekilmiş on dört sayfa dışında sayfa sayıları
belirlenmiş olan dosya, el yazısıyla, tükenmez kalem ve yer yer kurşun kalemle
yazılmış yapraklardan oluşuyordu. Metnin neredeyse tamamında, ilk yazılışta
genellikle olduğu gibi, silinmiş bölümler ve düzeltmeler vardı; yer yer de
belli ki ilk yazılıştan sonra kurşun kalem veya değişik renkte mürekkeple
yapılmış düzeltmelere rastlanıyordu. Pavese’nin kuşkusuz yaşamının son
günlerinde, kitabın baş sayfası olarak koyduğu beyaz bir sayfa üzerinde Yaşama Uğraşı sözleri yazılıydı. 5
Haziran 1940’ta şöyle not düşer: “Savaş gerçeği şu basit düşünceyi öne
sürer: Bunca arkadaşınız ölürken ölmek
üzücü bir şey değildir. Savaş insana bir
topluluğun parçası olduğu duygusunu verir.
Hoş geldiniz! Buyurun!”
Tutulan bir günlük, kişinin iç
hesaplaşmasıdır. Yalnızca yazarına dönüktür. Kafka’nın, Virginia Woolf’un,
Cesare Pavese’nin ve diğer günlüklerin hepsinde yazarlar ustalıklarını bu
günlüklerde göstermelerine karşın bu kişiler, yaşamlarını olağanca açıklığıyla
ortaya koyan bir tür iç yolculuğa çıkar gibi çıkarlar okurun karşısına.
Anais’in günlüğüne bir göz
atarsak günlüğünü şu şekilde oluşturduğunu görüyoruz. Çok gezmiş Fransa’da,
Amerika’da yaşamış olan Nin, önce günü gününe defterine yazıyor. Sonra bu
yazdıklarını tekrar ele alıp onları bütünlüyor, yeniden başka bir deftere
geçiriyor. 1931-1934 yıllarını kapsayan ilk cildi çıkana dek yalnızca
dostlarına okutuyor bunları. Daha yayımlanmadan efsaneleşen bu günlükler,
Nin’in yazarlık yaratıcılığını aşan bir güce de sahipler.
Günce malzemesini günlük yaşamdan
alır. Bu yüzden günce tutmak, yaşamla iç
içe olmak demektir. Feridun Andaç’a göre
yaşayarak yazmak, yazma tutkunu bir kişi için yaşam biçimlerinin en
verimlisidir. Çünkü yazar o sayfalarda günü yakalayacaktır. Günü yaşayacak, tanıklıklarından elbette söz
edecektir. Bunun yanı sıra asıl
yararlanacağı alan, edebiyatın bütünü, yani edebiyatın evreni olur. Çünkü bir yazar için edebiyat kadar eşsiz,
edebiyat kadar zengin, edebiyat kadar doğurgan, edebiyat kadar coşkulu, deli,
çılgın bir zemin yoktur. Bu zemin üzerinde
anlamlar, güzellikler taşıyarak yazmak hayatı yaşamak, ondan tat almaktır. Yazma edimi ile yaşamın ayrıntılarını
bütünleştirmek ne de keyifli bir uğraştır!
Güncesi yaşamının bir uzantısı olacak, sanatla, edebiyatla yoğrulan
yaşamından söz edecektir. Bunlara yaşamın kaosu andıran yapısını,
karmaşıklığını, çok sesliliğini de birleştirecektir. Edebiyatın sayısız katmanlarında bulunan
maden damarlarını bıkmadan, usanmadan ortaya çıkarma isteğiyle yazacaktır. Yazdıklarında yeteneğini, zekâsını, dünyayı
algılayışını, edebiyattan, insandan, toplumdan ne anladığını ortaya koyacak; bu yazdıklarını kendine özgü tavrı içinde
söze dökecektir.
Pek az romanı ya da öyküyü ikinci
kez okuma isteği duymuşsunuzdur. Bazı günlükleri tekrar okuyuşunuz olmuştur.
Bunları sık sık karıştırmamızın bir nedeni de bir başından, bir sonundan,
ortasından, orasından burasından okumaya elverişli olmalarındandır. Günlük
yazmaya gelince: “İyiyim. Bugün hava iyi. Pazar olduğundan, çocuklarla beraber,
günü yazlık evimizde geçirmeyi planladık ve yola çıktık. Eve vardığımızda bir
sürpriz bizi bekliyordu. Bahçıvan bahçeyi düzeltmişti.” Buradaki anlatım
çevreyi, olanları olduğu gibi anlatıyor.
Yazar kişi, ne kendisiyle ne çevreyle bir hesaplaşmaya girmeden, olayları ardı ardına sıralıyor. Oysa günlük yazısı olsa şöyle olurdu: “İşte güzel bir ilkbahar sabahı. Göklere ağan, ılık bir nisanın ortasında, güzel mi güzel bir gün. İnsan böyle günlerde kendini yaşama daha yakın duyumsuyor, ruhunuzun derinliğinde yaşamın bize verilmiş bir armağan olduğunu hissediyorsunuz. Günü çocuklarla beraber sayfiye evimizde geçirmeye karar verdik. Bahçeden girdiğimizde bir sürprizle karşılaşacağımızı nasıl bilebilirdik? Bahçıvan bahçeyi düzeltmişti. Güller budanmış, askıya alınmış, sarmaşıklar düzene sokulmuş, tarhlar belirlenmiş, otlar yolunmuş, çimenler biçilmişti. Ev başka bir görünüm kazanmıştı. Düzgünlüğüne söyleyecek bir sözüm yoktu, doğrusu. Ama eski haliyle daha bir gizemliydi. O özgürce birbirinin içine girmiş dallarıyla, yaprağıyla, çiçeğiyle, tüm doğallığı ile adeta yaşamın içine fışkırıyordu.”
Yazar kişi, ne kendisiyle ne çevreyle bir hesaplaşmaya girmeden, olayları ardı ardına sıralıyor. Oysa günlük yazısı olsa şöyle olurdu: “İşte güzel bir ilkbahar sabahı. Göklere ağan, ılık bir nisanın ortasında, güzel mi güzel bir gün. İnsan böyle günlerde kendini yaşama daha yakın duyumsuyor, ruhunuzun derinliğinde yaşamın bize verilmiş bir armağan olduğunu hissediyorsunuz. Günü çocuklarla beraber sayfiye evimizde geçirmeye karar verdik. Bahçeden girdiğimizde bir sürprizle karşılaşacağımızı nasıl bilebilirdik? Bahçıvan bahçeyi düzeltmişti. Güller budanmış, askıya alınmış, sarmaşıklar düzene sokulmuş, tarhlar belirlenmiş, otlar yolunmuş, çimenler biçilmişti. Ev başka bir görünüm kazanmıştı. Düzgünlüğüne söyleyecek bir sözüm yoktu, doğrusu. Ama eski haliyle daha bir gizemliydi. O özgürce birbirinin içine girmiş dallarıyla, yaprağıyla, çiçeğiyle, tüm doğallığı ile adeta yaşamın içine fışkırıyordu.”
Günce yazma, insanın kendi olma deneyimini
kazandığı ve kendini başkalarından farklı olduğunu gösterdiği bir eylemdir. İnsanın
biricikliğine işaret eder. İnsanın anlam arayışının, bireye ulaşma çabasının en
somut örneğidir. Bireyleşme çabalarıdır da diyebiliriz. Veya zamanla yapılan bir yolculuk da
diyebiliriz. Veya zamanda yolculuğa çıkmak da diyebiliriz. Zaman biz değil miyiz?
"Her gün not tutun; açık, okunaklı. Tarih atmayı da unutmayın.
Hayatımın günlüğünü günü gününe tutmuş olsaydım, şimdilerde bir Larousse
sözlüğü olurdu elimde. Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir
dünyadır. Ah, neler yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün!
Hayatınızın günlüğünü yazın!"
Max Jacob, Genç Bir Şaire Öğütler, çev. Salâh Birsel
6 Aralık, 2009
Kaynakça
Albert Camus- Defterler,
Cumhuriyet Kitap, 3 Eylül 2009
Virginia Woolf, Bir
yazarın güncesi, Oğlak yayınları, 1996
Katherine Mansfield, Bir
Hüzün Güncesi, Can yayınları, 1994
Stefan Zweig, Günlükler,
Can yayınları, 1999
Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı,
Can yayınları, 2005
Susan Sontag, Sanatçı:
Örnek Bir Çilekeş, Metis yayınları, 1998
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder