Gönlümden hiçbir şeyi esirgemedim,
ne bir aşkı, ne de
bir sevinci’
La pluie d’ete – M. Duras
Fas’lı yazar Asiye Cebar da aşk
şiirlerinin, sevda sözlerinin ona Arapça iç sesiyle fısıldandığını anlatsa da kalemi
eline aldığında kendini Fransızca yazar bulur. Kuzey Afrikalı yazarların pek
çoğu Asiye Cebar gibi yapıtlarını Fransızca vermişlerdir. Fransa’nın eski bir
sömürgesinde yaşamışlar, Fransız kültürü de doğal olarak kendilerinin bir
parçası olmuştur artık. Bu yazarlardan
hemen hepsi Fransızcayı bir kere öğrendikten sonra bu dili bir kenara
bırakmanın zorluğunu anlatırlar. Tahar Ben Jelloun ‘Arapça benim karım,
Fransızca ise sevgilim’ demekle iki dile de yetkin olduğunu ifade etse de, ikisinden
de vazgeçemeyeceğini söylese de, iş yazıya gelince kendini Fransızca yazmaktan
alamaz. Onu yazar yapan yolu izlersek Fransızca’nın onun için kaçınılmaz
olduğunu görürüz. Fas’ta doğan yazar, öğrenci hareketleriyle, hapishanelerle
geçen hayli çalkantılı bir gençlik döneminden sonra felsefe okumak üzere 1971
de Fransa’ya göç eder, sosyoloji ve sosyal psikiyatri okumaya başlar. Paris’e gider gitmez ilk şiir kitabı ile
edebiyat dünyasına adım atar. 1973’te Le Monde gazetesinde çalışırken ilk
romanı Harrouda yayımlanır. Şair,
romancı ve denemeci olarak göçmenler ve yersiz-yurtsuz kalmışlarla ilgilenir.
Arkasından 1985’te yayınlanan ‘Kum Çocuk’ ve ardından bu romanın devamı
niteliği taşıyan ‘Kutsal Gece’ ona 1987 Goncourt
ödülünü getirir. Ben Jelloun bu kitabıyla Fransa’nın en prestijli edebiyat
ödülüne layık görülen ilk Faslı yazar olur.
Ben Jelloun yazılarında yaşadığı
Fransa ile doğup büyüdüğü Fas’a şaşırtıcı bir mesafeden bakmayı başarır. Bir
kalıba girmeden, kendine Doğulu ya da Batılı demeyi reddeden, eski sömürgecinin
diliyle Doğu’nun hikâyelerini söylemeye devam ediyor. O binlerce Kuzey Afrika
göçmeninin sesidir artık.
Yoksullar Hanı, ‘Bu kırgın
bir adamın öyküsüdür’ diye başlar. Bu upuzun, bir yolculuğun öyküsüdür. Aslında
bu yolculuk o ‘esrarlı bağı’ anlamaya çalışmak adına yapılmış, bir ‘hakikat’i
anlama çabasıdır. Bu kırgınlığın nedeni Marakeş’te yaşamın tekdüze olması,
kendi ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır. Anlatıcı, elli yaşına merdiven dayamış,
evli ve iki çocuklu bir edebiyat öğretmenidir. Fas’ta yaşadığı bu ‘basit
yaşantı’dan kurtulmak için bir çıkış yolu ararken, Napoli Belediyesinin açtığı
bir yarışmaya umutsuz olarak bir yazıyı Stendhal’i düşünerek gönderir. Şöyle
söylemişti Stendhal: ‘İnsan hastalığın ilk belirtilerinden sonra ilaç peşine
düşmemelidir, hemen kaçmalı ve Napoli’de ya da İshia adasında sekiz gün
geçirmelidir’.
Yazısı ödül alınca anlatıcı
Napoli’de ağırlanmak üzere davet edilir. Davet sırasında yazacağı kitabın basım
masrafları Belediye tarafından karşılanacaktır. Bu durum onu sevindirir. Sevincinin bir diğer nedeni de, Napoli’de
platonik bir aşkının olmasıdır. İza
adındaki bu bayan, yazarın üniversitedeki hocalarından birinin, Napoli’de
yaşayan bir akrabasıdır. Çevirmenlik
yapmaktadır. Bir süre mektuplaşarak birbirlerine yaşadıkları bölge hakkında
bilgi verirler. Zaten yazara Napoli için düzenlenen yarışmayı haber veren de
İza’dır.
Anlatıcının gerçeği arayışı da
Napoli’yle başlamış olur.
“Napoli’ye geldiğimde başka bir insan olmuştum. Vücudum hafiflemişti, yolculuk boyunca içi
boşalmış gibi bir duyguya kapılmıştım.
Ağırlıklar, zincirler, düğümler, bana işkence çektiren her şey neredeyse
yok olmuştu. Belleğime seçicilik
gelmişti. Bu ayrılış coğrafi bir
uzaklaşmadan öte bir şeydi. Araya
uzaklığın girmesi bir yana, kendimi gerçekten özgür hissediyordum.”
Bu arada yine vefa hisleri içinde
Napoli’den karısına başka bir isimle hitap ederek ve onu farklı bir kimlik
içinde düşleyerek ona mektuplar yazmaya başlar. Hiçbir zaman okunmayacak
mektuplardır bunlar. İlk günlerinde gizemli bir telefon görüşmesi sonucu
Yoksullar Hanı’nı bulur. Orada kulağına şöyle fısıldanır:
“Nesnelerin ardında başka gerçekler vardır.
Dış görünüş yanıltıcıdır. Haydi! Gidin ve arkanıza bakmayın...”
Ve işte orada Napoli’nin ihtiyar
bilgesiyle karşılaşır. Gerçek adı Anna Maria Arabella olan bu yaşlı bilgeye
Napoli hakkında bir kitap yazma isteğini söyleyince ihtiyar şöyle der:
“Napoli hakkında bir kitap ha! Bunu yazmana gerek yok. Napoli’nin
kitabı benim. Her şey burada... Güneş, loto, soygun, yozlaşma, cinayet
mahkemeler, hapis... Ve şöyle devam eder: ‘Başını karnına dayadığında
Napoli’nin yaşamını ve ölümünü duyarsın. Sesin türü, kentin karnını dinlemek
için seçtiğin saate göre değişir. Burnunu tıkama. Yaşam pislik saçar. İyi ve güzel olan her şey sonunda pislenir.”
Handa yaşayanların kendine özgü hikâyeleri
vardır. Bu han adeta bir öyküler hanıdır. Her bir kişi öykü dolu bir dolaptır. Çekmeceleri
açmak yeterlidir, öyküler tespih taneleri gibi dökülürler. Herkesin öyküsü
farklı olsa da, bir hikâyeden diğerine sonsuza dek anımsanacak öyküler oluştururlar.
Zamansızlık içinde bunlar yer yer anlatılır, anlatılırken de yeniden yaşanılır.
‘Zamanın hiçbir şey olmadığını anladığımda kendimi özgür hissettim’ diyerek
öyküleri yaşamaya başlar. Gerçek ve
sarsıcı aşk öyküleridir bunlar. Zamanı da şöyle tarif eder:
“ ...güzelim bilinçaltımızda çöreklenen ve bizi aldatan, kendisi gelip
geçen ama bizi ölümsüz olduğumuza inandıran, o düşmana karşı, işte o delik dolu
kaya, o kırışıklar dolu yüz, o ele geçmez düşman: zaman.”
Aşk, önce esarettir, daha sonra
geçiş gerçekleştirilebilirse, özgürlüğe dönüştür. ‘Yoksullar Hanı’, ‘Aşk Kurbanları Hanı’na dönüşmüştü, ya da ‘Yaşam
Kurbanları’ da diyebilirdik. Zaten yaşam ve aşk aynı şeydi. Erkek de, kadın da
sevilmek isterdi. Sadakatle. İçtenlikle. İncelikle. Bazen de çılgınca ve
tutkuyla. İnsan ancak yaşamdan sarhoşsa, sevebilirdi. Aşk olmadığında yaşam da
sönerdi. Dünyadaki tüm âşıklar aynı dili konuşur, aynı güzellikleri yüceltir,
aynı bedende aynı ayinleri yaparlardı. Bu kokunun dünyada bir eşi yoktu. Aşk
cennet, amber kokar, güzellik, iyilik,
yaşam kokardı. Aşkın kokusu hayatın kokusu, mutluluğun kokusudur. Doğal olan bu
koku yaşama yaşam verir. Daha da önemlisi âşıklar, damarlarının içinden hayatın
akışını hissederler. Aklına Cennetin
Çocukları’nda Garance’in sözleri geldi:
‘Ben âşığım ve mutluyum yerine ‘ben yaşıyorum’ dememiş miydi?
‘Yoksullar Hanı’nda tanıştığı piyanistin
büyük aşkı İde’ydi. Piyanist sakin bir adamdı, iniş çıkışsız basit bir
yaşantısı, tekdüze bir evliliği vardı, cansız gibiydi, kendini bütünüyle
sanatına vermişti, ta ki bir gün İde’ye rastladı, bu aşk, bu feci kasırga beraberinde
her şeyi yıktı geçti. Sonra düşüş başladı, korkunç bir düşüş ve zavallı Gino
buna dayanamadı; işte böylece kendini hangarda buldu, ‘Yoksullar Hanı’nın
bodrumunda.
Napoli’de Ava Maria Vargas’la
karşılaşır. O da İtalyanca’dan Fransızca’ya ve İngilizce’ye çeviri yapmaktadır.
Tıpkı İza gibi. O konuşurken, sesini tanımak için gözlerini kapattığında
İza’nın sesine benzetir ama emin olamaz. Ava Maria ile bir ilişki başlar.
İza’yı düşünerek, Ava Maria’yı seyretmekten zevk alır. Bunu ihanet olarak
görmez. Onun gözünde, Ava, pekâlâ İza’dır.
‘Bu kadar basitti. İza, Ava’dan daha az güzel, daha az akıllı daha az
ışıltılı olamazdı’ diyerek tüm kadınları sevgi ve saygıyla selamlar. Ava’dan
ayrılışını şöyle anlatır:
“Bir ayrılığı andıran bu kesitten sonra,
öğrendim ki yaşadıklarım yaşamla ölümün sınırına özgü şeylermiş ve asla bunları
bir kez daha yaşamayacakmışım. Yine
öğrendim ki bunları kesinlikle zamana ya da alelade bir belleğe kaydetmemek ve
bunlardan uzaklaşmak için elden geleni yapmak gerekiyormuş, pişmanlık ve ukde
duymadan, özlemlere dalmadan”.
Ava ona tüm yoğunluğuyla yaşamı hissettirmiş;
sonra da kaybolmuştu. Bu tür şeyler insanın başına sık sık gelmez. Sizi sarsarlar. Bunları yaşamak bir deneyim, bilinmeze bir
dalıştır.
Hayatın sessiz dersleri, işte tam
bu noktada devreye girer. Aşkı yaşamış olmanın ayrıcalığı, yaşanan bu deneyimin
sesine kulak vermek, ondan ders çıkarmaktır. Çünkü o dersle dile gelenler, aşkı
yaşayanların iç hesaplaşmalarıdır. Acılar, hüzünler, çelişkilerle dolu iç
monologlar, kopuk kopuk bir yitip bir beliren sevgi-nefret çelişkileri bir dipsiz
akıntı gibi sürer gider. Tükenmiş sanılırken süren ya da süren sanılırken
çoktan tükenmiş olan ilişkiler, aşkın türlü türlü halleri olarak çıkar
karşımıza.
Yoksullar Hanı’nda bu aşk
öykülerini dinleyen anlatıcı, onlarla bu aşk serüvenlerini konuşurken, onlar da
kendi hatalarını daha iyi fark edebilme imkânı bulurlar. Bu hangar aşk
öykülerinin düğümlenip çözüldüğü bir tiyatro sahnesidir artık. Bu büyülü mekân
aynı zamanda hakikatlerin de yeri olur. Buradan anlatıcı aşka, aşkın gücüne inanmış
olarak çıkarken şöyle der:
“Öteden beri bildiğim tek mucize aşktır, gerçek, beklenmedik
buluşmalardır...”
Yoksullar Hanı aşka ithaf edilmiş bir roman. Tahar Ben Jelloun’a göre
geriye acısı, yarası da kalsa önemli olan o aşkı yaşamış olmaktır. Aşk
isyandır. Emek, beceri, bilgi, duyarlılık, heyecan gerektirir. Yanlışlardan,
eksiklerden çekinmeyen insanın arayışıdır. Kuşku ve fırtınalarla dolu olmayan
aşk, aşk değildir. Aşk risktir, tehlikedir, sürekli güvensizliktir ve aynı
zamanda cesarettir, hayal gücüdür, özgürlüktür. Aşk sizi kanatlandır ve elbette
giderek artan bir zevk verir. Âşıkların tenleri onlara hem dost hem suç ortağı
olur. Birbirlerine şaşırtıcı arzular ve zevkler iletirler, birbirlerini tamamlarlar.
Herkese aşktan belli bir pay düşer. Sayısız biçimlerde sayısız kişilere ilişkin
olarak ortaya çıkabilir. Ama nicelik bakımından sınırlıdır, tükenebilir,
eskiyip solabilir. Bir kitap okumada nasıl gelişir, başkalaşır, olgunlaşırsak
aşkı tatmış olmak yaşanmışlık hanemize artı bir değer olarak kayda geçer.
Aşklardan geçe geçe daha güzel
sevmeyi öğrenir insan. Olgunlaşır. Daha fazlasını değil, olanı kabullenmeyi,
onunla yetinmeyi öğrenir insan. Aşkı yaşamış olmak yaşamamaya yeğdir. Aşkı yaşamış olmak bizi kendimizle
karşılaştıracak, kendimizle yüz yüze getirecektir. Üstelik yaşamımıza derin bir
iz bırakacaktır. Aşk bizi bilgeliğe ve içsel dünyamızda özgürlüğe götürür. Aşka
evet demek yaşama evet demek, varolmak demektir.
“Âşık mısınız? Eğer âşıksanız, o
zaman tereddüt etmeyin bu aşkı yaşayın, müziğiniz de bundan etkilenir, eğer bu
aşk gerçek ve güzel bir aşksa, müziğiniz daha da mükemmelleşir, bu fırsatı
kaçırırsanız, ömrünüz boyunca buna pişman olursunuz. Pişmanlıklar olumsuzluk kaynağıdır,
hiç hayır getirmez.”
Yirminci yüzyılın yalnızca
İtalyan yazınında değil, tüm Avrupa yazının da en uç bölgesinde gezinen Giorgio
Manganelli, Tüm Yanılgılar başlıklı
öykü kitabındaki Sevgililer başlıklı
öyküsünde aşk acısının derinliğine şu sözlerle değinir:
“Aşkın bittiğini, onunla ilişkimizin
kalmadığını biliyorum, ama aynı zamanda
ne tuhaf, aşkın en sahici, aşkla en doğrudan ilgili, en dokunaklı
yanının, aşk acısının,
hiç bir zaman sonu olmadığını biliyorum.”
Marguerite Duras, aşkın
yaşanılması gerektiğini Tarquinia’nın
Küçük Atları ‘nda şöyle dile getirir:
“Aşka tatil yok! Olamaz böyle bir şey. Aşkı, sıkıntısıyla, her şeyiyle
tam olarak yaşamak gerek, aşka tatil olamaz... ( )Aşk budur işte. Ondan
kaçılamaz. Güzelliği, pisliği ve üzüntüsüyle yaşamdan kaçılamadığı gibi.”
Aşkın sayısız çeşitlilik gösteren
yüzünü her defasında yeniden yakalamak isteğiyle İskenderiye Dörtlüsü’nü kaleme alır Lawrence Durrell. Justine
bölümünde roman kahramanı Darley’nin Justine ile yaşadığı tutkulu aşk
ilişkisinin nasıl bittiğini anlamaya ve bu ilişkiden aldığı yaraları nasıl
sarması gerektiğini çözmeye çalışır. Durrell ayrılıkla noktalanan aşk için şu
yorumu getirir:
“Aşk öğrencisi olan biri için her
ayrılık bir okuldur, acı ama insanın büyüyebilmesi için gerekli.”
22 Ocak, 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder