28 Aralık 2013 Cumartesi

Marcel Proust Yaşamımızda Nasıl Bir Yer Alır?



           Henüz on yedi yaşındayken Proust, arkadaşı Robert Dreyfus’a gönderdiği bir mektupta, “Söyleyecek o kadar çok şeyim var ki dalga dalga hızla geliyorlar.” diye yazarak yazma arzusunu sürekli içinde taşıdığını dile getirir. 

            Proust yedi ciltlik büyük yapıtı ‘Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmadan önce gazete ve dergilerde birçok deneme, eleştirel deneme, tanıtma yazısı yayımlamıştı.  1896 yılında da şiir ile anlatının iç içe geçtiği bir kitap olan ‘Zevkler ve Günler’i de yayımlamış, bir roman yazımına girişmiş ama çalışmaları taslak olarak yarıda kalmış (Jean Santeuil), ardından İngiliz sanat eleştirmeni ve tarihçisi John Ruskin’den iki kitap çevirmiş, daha sonra l9. yy. eleştirmeni Sainte-Beuve’ün estetik görüşüne karşı, deneme-roman tarzında bir kitap yazmıştı. Bu kitabı basacak bir yayıncı bulamayınca çalışmasını bırakarak 1909’da, büyük yapıtını kurmaya yönelmiş, aralıksız bir çalışma (1909-1922) sonunda yazma edimini yaşamının odak noktası yapmış, kesintisiz yazılarıyla, yazmadan yapamayacağını ve yaşayamayacağını anlamıştı.

            Bunun bir nedeni de onun yakasına yapışan astım hastalığıdır. Büyük sarsıntılarla gelen bu krizler onu içinde yaşadığı seçkinler çevresinden zorunlu olarak uzaklaştırır. Odasına kapanıp nefes almasını kolaylaştırıcı buğular arasında, yatağından zorunlu olmadıkça kalkmadan yaşamını sürdürmeye çalışır. Büyük yapıtını da ileriki yıllarda yatağında yazacaktır: Yatak onun için bir enerji kaynağıdır.*

            Bu zor koşullarda bir arkadaşına yazdığı mektupta yepyeni yazı tasarıları olduğundan söz eder. Hastalık, yazma eylemini engellerken bu eylemin gerçekleşmesini de sağlayan bir olgu olur. Yazmak, Proust için ölümü yenmek, ölümü alt etmek anlamına gelmeye başlar.*

            1908’de Madame de Noailles’e gönderdiği bir mektupta da estetik görüşlerine karşı olduğu eleştirmen Sainte-Beuve üstüne yazmak istediğini belirtir. Hatta işleyeceği olayı iki farklı biçimde oluşturacağından ve bunlar arasında bir seçim yapması gerektiğini de yazar.  Barthes’a göre, söz konusu olan seçim deneme türü ile roman türü arasındaki kararsızlığıdır.

            İşte Proust 1909’da bu ikilemle ’Sainte-Beuve’e Karşı’ adlı çalışmasını oluşturmaya girişir.  Bu çalışmasında, ünlü eleştirmen üstüne olan görüşlerini sergileyecek hem de annesiyle kendisi arasında geçen kurmaca diyaloglar yazacaktır. 

            Kimdir bu ünlü eleştirmen? 

            Sainte-Beuve on dokuzuncu yüzyılda Fransız edebiyatına damgasını vurmuş en önemli edebiyat eleştirmenidir. Bu yüzyılda, tarih bilimi gibi eleştiri de giderek daha aydınlanmacı olmaya ve bir bilim dalına bürünmeye başlar. Sainte-Beuve 1804 yılında doğmuştur. 1818 yılında tıp eğitimi almaya başlamasıyla, giderek dinî inançlarını kaybetmeye başlar. Bir süre gazetecilik yaptıktan sonra edebiyata yönelir. Eleştiri alanında yazılar kaleme alır, Rönesans’tan 19. yy.ın ikinci yarısına kadar Fransız düşünce ortamını etkilemiş ünlü aydınların yaşamlarını ve karakterlerini belgelemiştir. Bir yapıtı ele alırken yazarı eserinden ayrı tutmanın olanaksız olduğunu savunur. Ona göre bir yazarın din hakkında ne düşündüğü, doğa manzaralarının onu nasıl etkilediği,  kadınlara nasıl davrandığı, parayla ilişkisinin ne olduğu, erdemli olup olmadığı, zayıf yönlerinin ne olduğu,  zengin mi, fakir mi olduğu, günlük yaşamını nasıl sürdürdüğü, her gün neleri yiyip, neleri yaptığı bilinmezse eserini irdelemek olanaksızdır.

            Proust’un karşı olduğu Sainte-Beuve’ün savunduğu bu tezdir. Proust, bir yazarın eserinin kendi yaşamının yansıması olduğu tezini ileri süren bu ünlü eleştirmeni reddeder. Yaratıcı duyarlılığın zenginliği ve karmaşıklığının bir yazarın yaşam öyküsü ile değerlendirilemeyeceğini ileri sürerek sanatçıyı dar ve alışılmış kalıplar içine sıkıştırmaya karşıdır. Proust’a göre sanatçıdan genel halk beğenisiyle ve tercihleriyle uzlaşmasını bekleyemeyiz. Sanatçıyı toplumun ‘gereklilik’ ölçütleri ile değerlendirmemiz de mümkün değildir. Yazar toplumundan ileri olan kişidir. Her sanatçının ortak paydası, hem kendini hem de yaşadığı dünyayı değiştirme gücüdür. Onun yaratıcılığını, yeteneğini, ustalığını toplumun genel geçer indirgeyici, popülist kültürünün sınırları içinde hapsedemeyiz. 

            Sanatçı, kimi zaman aykırı çıkışlarıyla, kimi zaman yarattıklarıyla topluma rahatsızlık verebilir. Proust kendini şöyle ifade eder: “Bir kitap, bizim toplum içinde ortaya koyduğumuz alışkanlıklarımızın, kötü (ve iyi) huylarımızın dışında ‘başka bir Ben’in ürünüdür.”  Sanat, sanatçının bir eserden aldığı histe gerçekleşir. Yaşamın sıradanlığıyla sanatın büyüsü arasında aşılmaz bir uçurum vardır.**

            Proust’a göre sanatçı, ‘hakikatin, ama bilgelerin ve metafizikçilerin hakikatinin arayıcısıdır. Kendi eserleri için ‘bir bina, bir inşaat’ terimini kullanır. ‘Zaman’ bu binanın ana harcıdır. Ama bu ideolojik bir bina değil, bir ‘yanlışların resmidir.’ (‘Peintures des erreurs’) Bilinç dışının en karanlık derinliklerinde insan ruhunu irdelemesi felsefi bir düşüncenin ürünüdür.

            Alain de Button, Yitik Zamanın İzinde’yi zamanı boşa harcamayı bırakmanın ve yaşamdan keyif almaya başlamanın yollarını göstermeye çalışan, evrensel yararlılığı olan bir öykü olarak değerlendirir. Proust için öyküden çok o öykünün nasıl anlatıldığı önemlidir. Nitekim Proust’ta üslup bir teknik sorunu değil, bir görü sorunudur. Dil yazarın kendi yarattığı dil olmalı, basmakalıp ucuz felsefi jargonlar içermemelidir. Teoriler içeren bir eser, üzerine ücreti iliştirilmiş bir eşya gibidir.***

            Proust, dünyayı algılayış şeklini eğretilemeyle dile getirir, çünkü dünyayı eğretileme yolu ile kavrar. Art arda gelen eğretileme dalgalarının altında dolambaçlı anlatımlarla dolu bir üsluptur bu. Albertine’in gülüşünde ıtır çiçeğinin rengi ve kokusu vardır. Gilberte ile Odette beyaz ve mor leylaklardır. Paris’teki odasında, bütün gece, masada lambanın yanına bırakılmış bahar dalına bakarak oturur, taç yapraklarının beyaz köpüğü tan ağartısıyla kızıllaşana kadar. Kendini şöyle ifade eder: “Bilimci için deney neyse sanatçı için de izlenim odur-şu farkla ki bilimcide zekânın edimi olaydan önce gelir, sanatçıdaysa sonra.”**

            Proust zekânın yerine duygulanımların dünyasını koyarken romantiktir. Belli bir duygulanım halinin tanıklığını bütün incelikleriyle bize aktarırken romantiktir. Her şeyi bilen, her şeye kadir olan sanatçının bakışına tepkilidir. Yaşadığı gibi yazacaktır. Kendini yapay biçimde Zaman’ın dışına çıkarır. Bu yüzden Proust’un kronolojisini izlemek son derece zordur.**

            20. yy.da bilincin nasıl işlediği, duyum-duygu-düşünce-içgüdü-tepinin nasıl karmaşık bir örgü olduğu ve bir bilim sorusu olarak irdelenince, bu görüş edebiyatta da yansımasını bulur.  Gerçeklikte insan bilinci nasıl işliyorsa, yani duyu-duygu-düşünce-içgüdü-tepinin karmaşıklığını, bölük pörçük çağrışımlarla oluşan kendini kolay ele vermeyen dokusunu aktarmak yazara düşer. Bu konuda Proust’un Kayıp Zamanın İzinde çığır açıcı olur.  James Joyce’un 1922 yılında yayımlanan romanı Ulysses’le bu görüş en çarpıcı örneğini verir. Yaz Sonu romanında da zaman anlayışındaki yeniliği şöyle dile getirir Adalet Ağaoğlu:

            “Doğrusu, dünle şimdiyi, şimdiyle yarını karıştırdığım anlar oluyor.
            Bu durumda, zamanın ibresi, bir nabzın, bir yüreğin atışlarını ölçen araç
            iğnesinin ileri geri oynaması, bir sismograf göstergesinin inip çıkması
            gibi işliyor. Zaman dediğimiz, canlı bir şey çünkü. Onu, katı bir cisim
            örneği dondurmak, ibresini tek kipe indirgemek, düşü de gerçeği de geçmişi de
            geleceği de birbirinden yalıtmak olur. Özellikle şimdi, müziğin alttan alta duyulduğu,      notaların neredeyse ayırt edilebileceği bir an’da, bu an’ın zaman ibresini tek kipte        tutmak imkânsız. Anlatmaksa bizden bunu istiyor, bizi çifte
            bir yapaylığa itiyor. Bizse hep, çok kipli bir zamanı yaşıyoruz.”
 
            Hayatın sırrına, hayal gücüne, sezgilere, duygulara yaklaşmayı denemek! İşte 20. yy. edebiyatı en çok bu konularda yoğunlaşmıştır. Ve denilebilir ki 20.yy. edebiyatın kendi varlık nedenini en çok sorguladığı yüzyıl olmuştur.**** Bilimin, tekniğin bu kadar ilerlediği bir devirde, edebiyatın da kendine bir yol açması kaçınılmaz olur. Avusturyalı yazar Hermann Broch, ‘bilme sabırsızlığı’ndan söz eder, edebiyatın, henüz bilimlerin açıklığa kavuşturmadığı konulara el atarak sezgi, duygu gibi güçlerle bunları duyumsattığını ileri sürer.


             Alain de Button’a göre Proust, Yitik Zamanın İzinde’de yekpare zaman kavramının, ‘travmatik zamansallık’ olarak tanımlanabilecek bir anlayışın, edebiyat kuramındaki ilk zorlu ifadesini yaratmıştır.

            Bergson felsefesinden etkilenen Proust,‘Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında’ yüzmekte olduğuna inanmak isteyen bir yazardır. Bu akışın içinde istenç dışı bellekle istençli bellek arasındaki fark egemendir. Başına buyruk bir sihirbazdır istenç dışı bellek, çağrılara cevap vermez. Mucizesini gerçekleştireceği tarih ve yeri kendi seçer. Bir bisküvinin çaya batırılmasıyla ilgili ünlü epizot, irade dışı belleğe onun eylemlerinin destanına adanmış bir anıttır. Proust’un tüm çocukluk dünyası bir çay fincanının içinden çıkar gelir.

            Proust, Sainte-Beuve’e Karşı’nın önsözünde daha ilk cümlesinden başlayarak  zamanı nasıl kavradığını şöyle dile getirir:

          “Akla verdiğim önem her geçen gün azalıyor.  Bir yazarın, izlenimlerimize ilişkin
           bir şeyleri ancak akıldan bağımsız olarak yakalayabileceğini, yani kendine ait bir
           şeylere ve sanatın tek konusuna, aklı bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen
           gün daha iyi anlıyorum, Aklın bize ‘geçmiş’ diye sunduğu şey aslında geçmiş
           değildir. Aslında hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin
           ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur.  Oraya
           hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli orada hapis kalır.  Biz nesne                  
           aracılığıyla onu tanır, çağırırız, o zaman kurtulur.  İçinde gizlendiği nesneyle ya da
           duyuyla- bizim nezdimizde her nesne bir duyudur çünkü- hayat boyu
           karşılaşmayabiliriz  pekâlâ.  İşte bu yüzden de hayatımızın bazı saatleri asla
          dirilmez.  İçinde gizlendiği nesne küçücüktür, koskoca dünyada kaybolup
          gider, yolumuza çıkması ihtimali o kadar azdır ki!”


            Çağdaşı VirginiaWoolf’a göre, gerçek yaşam, yaşamın kişinin zihninde göründüğü biçimdedir. Bu biçim hiçbir zaman net değildir, zihninde geçmişin anıları, geleceğin düşleri ve çeşitli duygularla karışarak durmadan yeni biçimler oluştururlar ve zihindeki bu biçimlerde ve zamanda kesinlik ve belirginlik veya tam bir kişilik yoktur.*****(Menteşe 1996:99)

            Bu sanat anlayışıyla, Proust’en uzak geçmişine kadar uzanır, birbiri ardına dizili çok sayıda belirsiz hatıralarını bugünkü gözleriyle tekrar yorumlamaya çalışır. Dün-bugün alışılmadık bir biçimde birbirine karışır.  Okuru bellek-bilinç yolculuğuna taşır. Böyle bir edebiyat dış dünyayı teke tek yansıtan ve konturlarını belirgin bir biçimde sunan geleneksel edebiyatın da sonudur. O hatıranın onda yarattığı izlenimi algılamaya, o ‘ana duygulanımlarıyla hacim kazandırmaya, hem yaşamına hem de sanatına bir derinlik, bir doluluk katmaya çalışır. Proust eserine yaşanmışlık anısı katmaya çalışırken kendi sanat evrenini de yaratmış olur.

            Proust’un romancılığına can katan ‘ayrıntı’dır. Çağrışımlarını, izlenimlerini, anımsamalarını, zihnindeki uyanmaları onu yönettiğine göre belleğinin algıladığı her şey metnin havasıdır, suyudur, besinidir; yapıtı ayakta tutan direkleridir. Ona göre ‘ayrıntısız’ bir yapıt kupkurudur, renksizdir, tatsızdır. Edebiyat yapıtına can katan ‘ayrıntı’dır. Çağrışımları, izlenimleri, anımsamaları, zihinlerdeki uyanmaları o yönetir, bu yüzden çok önemlidir. Bu yüzden ayrıntısız bir roman düşünemez.

            Susan Sontag,  “Şimdi önemli olan, duyumlarımızı yeniden kazanabilmektir.  Daha çok şeyi görmeyi, daha çok şeyi işitmeyi, daha çok şeyi duyumsamayı öğrenmemiz gerekiyor.” derken Marcel Proust’tan söz etmiş olmuyor mu sizce?



                                                                                             23 Aralık, 2007



Kaynakça
*             Mehmet Rıfat, Metnin Sesi, T. İş Bankası Yayınları, Mayıs 2007
**           Samuel Beckett, Proust, Metis Eleştiri, Mayıs 2001
***         Vincent Descombes, Proust:Pholosophie du Roman
****       Gürsel Aytaç, Edebiyat Yazıları (3), Gündoğan Yayınları, Ocak 1995
*****     Oya Batum Menteşe, Edebiyat-Sanat Eleştiri Yazıları, Bilkanat           

                           Yayınları,1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder