Henüz on yedi yaşındayken Proust, arkadaşı Robert Dreyfus’a gönderdiği bir mektupta, “Söyleyecek o kadar çok şeyim var ki dalga dalga hızla geliyorlar.” diye yazarak yazma arzusunu sürekli içinde taşıdığını dile getirir.
Proust yedi
ciltlik büyük yapıtı ‘Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmadan önce gazete ve
dergilerde birçok deneme, eleştirel deneme, tanıtma yazısı yayımlamıştı. 1896 yılında da şiir ile anlatının iç içe
geçtiği bir kitap olan ‘Zevkler ve Günler’i de yayımlamış, bir roman yazımına
girişmiş ama çalışmaları taslak olarak yarıda kalmış (Jean Santeuil), ardından
İngiliz sanat eleştirmeni ve tarihçisi John Ruskin’den iki kitap çevirmiş, daha
sonra l9. yy. eleştirmeni Sainte-Beuve’ün estetik görüşüne karşı, deneme-roman
tarzında bir kitap yazmıştı. Bu kitabı basacak bir yayıncı bulamayınca
çalışmasını bırakarak 1909’da, büyük yapıtını kurmaya yönelmiş, aralıksız bir
çalışma (1909-1922) sonunda yazma edimini yaşamının odak noktası yapmış,
kesintisiz yazılarıyla, yazmadan yapamayacağını ve yaşayamayacağını anlamıştı.
Bunun bir
nedeni de onun yakasına yapışan astım hastalığıdır. Büyük sarsıntılarla gelen
bu krizler onu içinde yaşadığı seçkinler çevresinden zorunlu olarak
uzaklaştırır. Odasına kapanıp nefes almasını kolaylaştırıcı buğular arasında,
yatağından zorunlu olmadıkça kalkmadan yaşamını sürdürmeye çalışır. Büyük
yapıtını da ileriki yıllarda yatağında yazacaktır: Yatak onun için bir enerji
kaynağıdır.*
Bu zor
koşullarda bir arkadaşına yazdığı mektupta yepyeni yazı tasarıları olduğundan
söz eder. Hastalık, yazma eylemini engellerken bu eylemin gerçekleşmesini de
sağlayan bir olgu olur. Yazmak, Proust için ölümü yenmek, ölümü alt etmek
anlamına gelmeye başlar.*
1908’de
Madame de Noailles’e gönderdiği bir mektupta da estetik görüşlerine karşı
olduğu eleştirmen Sainte-Beuve üstüne yazmak istediğini belirtir. Hatta
işleyeceği olayı iki farklı biçimde oluşturacağından ve bunlar arasında bir
seçim yapması gerektiğini de yazar.
Barthes’a göre, söz konusu olan seçim deneme türü ile roman türü
arasındaki kararsızlığıdır.
İşte Proust
1909’da bu ikilemle ’Sainte-Beuve’e Karşı’ adlı çalışmasını oluşturmaya
girişir. Bu çalışmasında, ünlü
eleştirmen üstüne olan görüşlerini sergileyecek hem de annesiyle kendisi
arasında geçen kurmaca diyaloglar yazacaktır.
Kimdir bu
ünlü eleştirmen?
Sainte-Beuve
on dokuzuncu yüzyılda Fransız edebiyatına damgasını vurmuş en önemli edebiyat
eleştirmenidir. Bu yüzyılda, tarih bilimi gibi eleştiri de giderek daha aydınlanmacı
olmaya ve bir bilim dalına bürünmeye başlar. Sainte-Beuve 1804 yılında doğmuştur.
1818 yılında tıp eğitimi almaya başlamasıyla, giderek dinî inançlarını
kaybetmeye başlar. Bir süre gazetecilik yaptıktan sonra edebiyata yönelir.
Eleştiri alanında yazılar kaleme alır, Rönesans’tan 19. yy.ın ikinci yarısına
kadar Fransız düşünce ortamını etkilemiş ünlü aydınların yaşamlarını ve
karakterlerini belgelemiştir. Bir yapıtı ele alırken yazarı eserinden ayrı
tutmanın olanaksız olduğunu savunur. Ona göre bir yazarın din hakkında ne
düşündüğü, doğa manzaralarının onu nasıl etkilediği, kadınlara nasıl davrandığı, parayla
ilişkisinin ne olduğu, erdemli olup olmadığı, zayıf yönlerinin ne olduğu, zengin mi, fakir mi olduğu, günlük yaşamını
nasıl sürdürdüğü, her gün neleri yiyip, neleri yaptığı bilinmezse eserini
irdelemek olanaksızdır.
Proust’un
karşı olduğu Sainte-Beuve’ün savunduğu bu tezdir. Proust, bir yazarın eserinin
kendi yaşamının yansıması olduğu tezini ileri süren bu ünlü eleştirmeni
reddeder. Yaratıcı duyarlılığın zenginliği ve karmaşıklığının bir yazarın yaşam
öyküsü ile değerlendirilemeyeceğini ileri sürerek sanatçıyı dar ve alışılmış
kalıplar içine sıkıştırmaya karşıdır. Proust’a göre sanatçıdan genel halk
beğenisiyle ve tercihleriyle uzlaşmasını bekleyemeyiz. Sanatçıyı toplumun
‘gereklilik’ ölçütleri ile değerlendirmemiz de mümkün değildir. Yazar
toplumundan ileri olan kişidir. Her sanatçının ortak paydası, hem kendini hem
de yaşadığı dünyayı değiştirme gücüdür. Onun yaratıcılığını, yeteneğini, ustalığını
toplumun genel geçer indirgeyici, popülist kültürünün sınırları içinde
hapsedemeyiz.
Sanatçı,
kimi zaman aykırı çıkışlarıyla, kimi zaman yarattıklarıyla topluma rahatsızlık
verebilir. Proust kendini şöyle ifade eder: “Bir kitap, bizim toplum içinde
ortaya koyduğumuz alışkanlıklarımızın, kötü (ve iyi) huylarımızın dışında
‘başka bir Ben’in ürünüdür.” Sanat,
sanatçının bir eserden aldığı histe gerçekleşir. Yaşamın sıradanlığıyla sanatın
büyüsü arasında aşılmaz bir uçurum vardır.**
Proust’a
göre sanatçı, ‘hakikatin, ama bilgelerin ve metafizikçilerin hakikatinin
arayıcısıdır. Kendi eserleri için ‘bir bina, bir inşaat’ terimini kullanır. ‘Zaman’
bu binanın ana harcıdır. Ama bu ideolojik bir bina değil, bir ‘yanlışların
resmidir.’ (‘Peintures des erreurs’) Bilinç dışının en karanlık derinliklerinde
insan ruhunu irdelemesi felsefi bir düşüncenin ürünüdür.
Alain de
Button, Yitik Zamanın İzinde’yi
zamanı boşa harcamayı bırakmanın ve yaşamdan keyif almaya başlamanın yollarını
göstermeye çalışan, evrensel yararlılığı olan bir öykü olarak değerlendirir.
Proust için öyküden çok o öykünün nasıl anlatıldığı önemlidir. Nitekim
Proust’ta üslup bir teknik sorunu değil, bir görü sorunudur. Dil yazarın kendi
yarattığı dil olmalı, basmakalıp ucuz felsefi jargonlar içermemelidir. Teoriler
içeren bir eser, üzerine ücreti iliştirilmiş bir eşya gibidir.***
Proust, dünyayı
algılayış şeklini eğretilemeyle dile getirir, çünkü dünyayı eğretileme yolu ile
kavrar. Art arda gelen eğretileme dalgalarının altında dolambaçlı anlatımlarla
dolu bir üsluptur bu. Albertine’in gülüşünde ıtır çiçeğinin rengi ve kokusu
vardır. Gilberte ile Odette beyaz ve mor leylaklardır. Paris’teki odasında,
bütün gece, masada lambanın yanına bırakılmış bahar dalına bakarak oturur, taç yapraklarının
beyaz köpüğü tan ağartısıyla kızıllaşana kadar. Kendini şöyle ifade eder: “Bilimci
için deney neyse sanatçı için de izlenim odur-şu farkla ki bilimcide zekânın
edimi olaydan önce gelir, sanatçıdaysa sonra.”**
Proust zekânın
yerine duygulanımların dünyasını koyarken romantiktir. Belli bir duygulanım
halinin tanıklığını bütün incelikleriyle bize aktarırken romantiktir. Her şeyi
bilen, her şeye kadir olan sanatçının bakışına tepkilidir. Yaşadığı gibi
yazacaktır. Kendini yapay biçimde Zaman’ın dışına çıkarır. Bu yüzden Proust’un
kronolojisini izlemek son derece zordur.**
20. yy.da
bilincin nasıl işlediği, duyum-duygu-düşünce-içgüdü-tepinin nasıl karmaşık bir
örgü olduğu ve bir bilim sorusu olarak irdelenince, bu görüş edebiyatta da
yansımasını bulur. Gerçeklikte insan
bilinci nasıl işliyorsa, yani duyu-duygu-düşünce-içgüdü-tepinin karmaşıklığını,
bölük pörçük çağrışımlarla oluşan kendini kolay ele vermeyen dokusunu aktarmak
yazara düşer. Bu konuda Proust’un Kayıp
Zamanın İzinde çığır açıcı olur. James
Joyce’un 1922 yılında yayımlanan romanı Ulysses’le
bu görüş en çarpıcı örneğini verir. Yaz
Sonu romanında da zaman anlayışındaki
yeniliği şöyle dile getirir Adalet Ağaoğlu:
“Doğrusu, dünle şimdiyi, şimdiyle yarını
karıştırdığım anlar oluyor.
Bu durumda, zamanın ibresi, bir
nabzın, bir yüreğin atışlarını ölçen araç
iğnesinin ileri geri oynaması, bir
sismograf göstergesinin inip çıkması
gibi işliyor. Zaman dediğimiz, canlı
bir şey çünkü. Onu, katı bir cisim
örneği dondurmak, ibresini tek kipe
indirgemek, düşü de gerçeği de geçmişi de
geleceği de birbirinden yalıtmak
olur. Özellikle şimdi, müziğin alttan alta duyulduğu, notaların neredeyse ayırt edilebileceği bir an’da, bu an’ın
zaman ibresini tek kipte tutmak
imkânsız. Anlatmaksa bizden bunu istiyor, bizi çifte
bir yapaylığa itiyor. Bizse hep, çok
kipli bir zamanı yaşıyoruz.”
Hayatın sırrına,
hayal gücüne, sezgilere, duygulara yaklaşmayı denemek! İşte 20. yy. edebiyatı
en çok bu konularda yoğunlaşmıştır. Ve denilebilir ki 20.yy. edebiyatın kendi
varlık nedenini en çok sorguladığı yüzyıl olmuştur.**** Bilimin, tekniğin bu
kadar ilerlediği bir devirde, edebiyatın da kendine bir yol açması kaçınılmaz
olur. Avusturyalı yazar Hermann Broch, ‘bilme sabırsızlığı’ndan söz eder,
edebiyatın, henüz bilimlerin açıklığa kavuşturmadığı konulara el atarak sezgi,
duygu gibi güçlerle bunları duyumsattığını ileri sürer.
Alain de Button’a göre Proust, Yitik Zamanın İzinde’de yekpare zaman
kavramının, ‘travmatik zamansallık’ olarak tanımlanabilecek bir anlayışın,
edebiyat kuramındaki ilk zorlu ifadesini yaratmıştır.
Bergson
felsefesinden etkilenen Proust,‘Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında’
yüzmekte olduğuna inanmak isteyen bir yazardır. Bu akışın içinde istenç dışı
bellekle istençli bellek arasındaki fark egemendir. Başına buyruk bir
sihirbazdır istenç dışı bellek, çağrılara cevap vermez. Mucizesini
gerçekleştireceği tarih ve yeri kendi seçer. Bir bisküvinin çaya batırılmasıyla
ilgili ünlü epizot, irade dışı belleğe onun eylemlerinin destanına adanmış bir
anıttır. Proust’un tüm çocukluk dünyası bir çay fincanının içinden çıkar gelir.
Proust, Sainte-Beuve’e Karşı’nın önsözünde daha
ilk cümlesinden başlayarak zamanı nasıl
kavradığını şöyle dile getirir:
“Akla verdiğim önem her geçen gün
azalıyor. Bir yazarın, izlenimlerimize
ilişkin
bir şeyleri ancak akıldan bağımsız
olarak yakalayabileceğini, yani kendine ait bir
şeylere ve sanatın tek konusuna,
aklı bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen
gün daha iyi anlıyorum, Aklın bize
‘geçmiş’ diye sunduğu şey aslında geçmiş
değildir. Aslında hayatımızın her
saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin
ruhları gibi, ölür ölmez somut bir
nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur.
Oraya
hapsolur ve biz o nesneye
rastlamazsak, temelli orada hapis kalır.
Biz nesne
aracılığıyla onu tanır, çağırırız, o
zaman kurtulur. İçinde gizlendiği
nesneyle ya da
duyuyla- bizim nezdimizde her nesne
bir duyudur çünkü- hayat boyu
karşılaşmayabiliriz pekâlâ.
İşte bu yüzden de hayatımızın bazı saatleri asla
dirilmez. İçinde gizlendiği nesne küçücüktür, koskoca
dünyada kaybolup
gider, yolumuza çıkması ihtimali o
kadar azdır ki!”
Çağdaşı
VirginiaWoolf’a göre, gerçek yaşam, yaşamın kişinin zihninde göründüğü
biçimdedir. Bu biçim hiçbir zaman net değildir, zihninde geçmişin anıları,
geleceğin düşleri ve çeşitli duygularla karışarak durmadan yeni biçimler
oluştururlar ve zihindeki bu biçimlerde ve zamanda kesinlik ve belirginlik veya
tam bir kişilik yoktur.*****(Menteşe 1996:99)
Bu sanat anlayışıyla,
Proust’en uzak geçmişine kadar uzanır, birbiri ardına dizili çok sayıda
belirsiz hatıralarını bugünkü gözleriyle tekrar yorumlamaya çalışır. Dün-bugün
alışılmadık bir biçimde birbirine karışır.
Okuru bellek-bilinç yolculuğuna taşır. Böyle bir edebiyat dış dünyayı
teke tek yansıtan ve konturlarını belirgin bir biçimde sunan geleneksel
edebiyatın da sonudur. O hatıranın onda yarattığı izlenimi algılamaya, o ‘ana
duygulanımlarıyla hacim kazandırmaya, hem yaşamına hem de sanatına bir
derinlik, bir doluluk katmaya çalışır. Proust eserine yaşanmışlık anısı katmaya
çalışırken kendi sanat evrenini de yaratmış olur.
Proust’un
romancılığına can katan ‘ayrıntı’dır. Çağrışımlarını, izlenimlerini,
anımsamalarını, zihnindeki uyanmaları onu yönettiğine göre belleğinin
algıladığı her şey metnin havasıdır, suyudur, besinidir; yapıtı ayakta tutan
direkleridir. Ona göre ‘ayrıntısız’ bir yapıt kupkurudur, renksizdir, tatsızdır.
Edebiyat yapıtına can katan ‘ayrıntı’dır. Çağrışımları, izlenimleri,
anımsamaları, zihinlerdeki uyanmaları o yönetir, bu yüzden çok önemlidir. Bu
yüzden ayrıntısız bir roman düşünemez.
Susan
Sontag, “Şimdi önemli olan,
duyumlarımızı yeniden kazanabilmektir.
Daha çok şeyi görmeyi, daha
çok şeyi işitmeyi, daha çok şeyi duyumsamayı öğrenmemiz gerekiyor.”
derken Marcel Proust’tan söz etmiş olmuyor mu sizce?
23 Aralık, 2007
Kaynakça
* Mehmet Rıfat, Metnin Sesi, T. İş Bankası Yayınları, Mayıs 2007
** Samuel Beckett, Proust, Metis Eleştiri, Mayıs 2001
*** Vincent Descombes, Proust:Pholosophie du Roman
**** Gürsel
Aytaç, Edebiyat Yazıları (3),
Gündoğan Yayınları, Ocak 1995
***** Oya Batum Menteşe, Edebiyat-Sanat Eleştiri Yazıları, Bilkanat
Yayınları,1996
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder