Saul Bellow ‘un 1957 yılında yayımlanan ‘Günü Yaşa’ adlı kısa romanı eleştirmenler tarafından İngiliz edebiyatının en önemli öykülerinden biri olarak değerlendirildi. 1976 yılının Nobel Ödül’ünü aldığında İsveç Akademisi, ‘Günü Yaşa’’nını yazarın önemli bir yapıtı olduğunu özellikle vurguladı. ‘Günü Yaşa’, ‘Augie March’ın Serüvenleri’nden sonra Saul Bellow’nun yayımladığı dördüncü kitaptı. Bu kısa roman Augie March’ın antiteziydi. Biçim olarak kısa ve özdü. Oldukça hüzün yüklü bu kısa roman yaşlıların konakladığı Kuzey Manhattan bölgesinde bir otelde geçer. Otel Gloriana’daki müşterilerin çoğu emeklilik yaşını geçmiştir. Yetmiş, seksen ve doksanlarındaki yaşlı kadın ve erkek nüfusunun konakladığı bir oteldir. Kırklarının ortalarında, sağlam ve güçlü görünüşlü Wilhelm kendini bu ortamda yabancı hissetse de babası bu otelde konakladığı için o da çaresiz bu ortamda bulunmaktadır. Çevresindeki insanların dedikodu yapıp gazete okumak ve günün (yaşamın) bitmesini beklemekten başka yapacakları bir iş yoktur.
Wilhelm ise bu yaşlıların aksine daha hareketli bir hayata
alışkındır. Enerjiktir. 1930 başlarında, Venice adlı bir yetenek avcısının üniversite gazetesinde
çıkan fotoğrafındaki çarpıcı dış görünüşü nedeniyle, şöhret kazanma
potansiyeline sahip olduğuna inandırılmış, böylece Hollywood’un yolunu
tutmuştu. Orada yedi yıl boyunca, inatla, bir aktör olmaya çalışmıştı. Yedi yılın kararlılığı ve ardından gelen
yenilgi onu ticaret hayatından ve şirketlerden uzaklaştırmıştı. Üstüne üstlük
kırk dört yaş herhangi bir meslek sahibi olması için çok geç bir yaştı. Çok geç olgunlaşmıştı. Annesine ‘Eğer aktör olmayı beceremezsem
okula geri dönebilirim.” diye söz vermişse de artık şimdi çok geçti. Annesi onun kendini mahvedeceğinden korkmuş,
ona babası gibi tıp eğitimi almak isterse, babasının ona yardımcı olabileceğini
söylemişti. Tommy ise, “Hastanelere
dayanamam. Ayrıca, bir hata yapıp birisini yaralayabilirim
veya en kötüsü onu öldürebilirim. Buna tahammül edemem. Üstelik, bu işi yapacak kadar zeki değilim.” diyerek babası gibi tıp eğitimini almayı reddetmekle,
kendi yetenek ve yeteneksizliklerinin farkında bir tutum izlemişti. Venice, Tommy’yi şöyle ikna etmişti:
‘Bu senin için bir fırsat.’
dedi. ‘Şimdi üniversitedesin. Ne okuyorsun?’ Parmaklarını şaklattı. ‘Bir şeyler işte.’ Wilhelm’in kendisi de okul hakkında aynen
böyle hissediyordu. ‘Bu gidişle, bir
yere varmak için en azından elli yıl beklemen gerekecek. Ama bu yolu takip edince bir sıçrayışta, bütün
dünya kim olduğunu bilecek. Swanson ve
Roosevelt gibi bir isim olacaksın. Doğu’dan
Batı’ya, Çin’e, Güney Amerika’ya kadar.
Şaka değil. Dünyanın sevgilisi
olacaksın. Dünya bunu istiyor, buna
ihtiyacı var. Bir adam gülümseyince, bir
milyar insan onunla beraber iç çekiyor.
Beni dinle, dostum...’
Ve Wilhelm ikna olmuştu. Evet
Venice ile karşılaşması onun için iyi bir fırsattı.
Bir şanstı. Neden olmasın ki? Yine de Wilhelm Kaliforniya’ya gitmeyi üç ay
ertelemişti. Ailesinin iyi dilekleriyle
başlamak istiyordu, ama dilekler hiç gelmemişti. Bir sürü düşünce, tereddüt ve
tartışmadan sonra, sayısız kez reddettiği yolu sonunda izlemiş, Hollywood’a
gitmenin bir hata olacağını düşünse de sonunda gitmişti. Anne - babasına “Venice kendi iyiliğim
için gitmem gerektiğini söylüyor.” demişti Wilhelm. Bu yalandan şimdi nasıl da utanıyordu. Venice’e kendisinden vazgeçmemesi için “Bana
yardım edemez misin? Okula
geri dönmek beni öldürür.” demiş
ona nasıl da yalvarmıştı.
Kaliforniya’da Tommy Wilhelm olmuştu.
Babası Dr. Adler bu isim değişimini hiç kabul etmemişti. O oğluna hep Wilky derdi. Wilhelm, Tommy olmaya her zaman büyük özlem
duymuştu. Fakat Tommy gibi hissetmeyi
hiç becerememiş ve ruhunda hep Wilky olarak kalmıştı. Adını değiştirmesi de bir hataydı ve bunu
istediği kadar rahatça itiraf edebilirdi.
Ama hatalar artık geriye çevrilemezdi.
Geçmişte ve ölüydüler o günler.
Geçmişte yaptıkları arasında iyi olarak tanımlayabileceği bir şey
hatırlıyor muydu? Çok, çok az. Affetmek gerekiyordu. Önce kendini affetmesi gerekiyordu. Yaptığı hatalardan babasına oranla çok daha
fazla acı çekmişti.
“Ey Tanrım!” diye dua etti Wilhelm.
“Beni sorunlarımdan kurtar. Beni fikirlerimden
kurtar ve kendimle ilgili daha iyi bir şeyler yapmama izin ver. Boşa harcadığım tüm zaman için özür
dilerim. Beni buradan çıkar ve başka bir
hayata götür. Çünkü ben artık
mahvoldum. Merhametli ol.”
Wilhelm hatalarının bedelini hâlâ çok ağır ödemekteydi. Eşiyle evlenmemeye karar vermiş ama yine de
evlenmişti. Karısı Margaret ondan
boşanmak istemiyordu, ona ve çocuklarına mali destek vermek zorundaydı. Dört yıl önce ayrıldıklarında ona her şeyini
vermişti -eşyalar, mobilyalar, birikimler.
İyi niyet göstermeye çalışmış ama bu hiçbir işe yaramamıştı. Onunla tanıştığı andan itibaren bir köle
olmuştu -demir tasmalı bir köle. Karısı
sık sık boşanmaya karar veriyor ve her şeyi yeniden düşünüp her defasında karşısına
daha zor koşullar öne sürüyordu. Kırk
dört yaşında, iki oğlan babası, halen Otel Gloriana’da yaşayan Wilky veya Tommy
Wilhelm’ın yaşamı onun üzerinde dayanılması güç bir kambur oluşturuyordu.
‘Günü Yaşa’ romanı böyle başlar.
Saul Bellow bu kısa romanında bize Tommy Wilhelm’in bir gününü
anlatır. Günün sonunda Tommy Wilhelm’in yıkılmışlığı
ve çökmüşlüğü ile yüz yüze geliriz. Tommy
Wilhelm roman boyunca sürekli yanlış bir yaşamı sürdüren bir oğuldur. Babası,
emekli olmuş zengin bir doktordur. Babayla oğlu aynı otelde kalmalarına karşın
baba, oğlunun sorunlarının çözümleyicisi konumunda yer almaz. Tommy Wilhelm’in
sürekli yanlış yaşamı, davranışlarındaki özensizlik uyandıran durumlar,
ve getirdiği
başarısızlıklar nedeniyle, baba, oğluna karşı giderek acımasız bir ilgisizliğe
ve oğluna karşı bir tiksintiye yönelmiştir. Ne oğlundan yanadır, ne de onun sorunlarıyla
ilgilidir. Bu ilgisizliğini ondan
iğrenecek duruma vardırmıştır.
“Yumurtaya kaşığıyla vurmadan önce peçeteyle nemi aldı. Sonra yumurtaya pat diye gereğinden hızlı
vurdu (babasının düşüncesine göre).
Kabuğu çıkardıktan sonra yumurtanın beyazında parmaklarından geçen ince
bir kir tabakası kaldı. Dr. Adler bunu
sessiz bir tiksintiyle izledi. Dünyaya
nasıl bir Wilky getirmişti! İşte,
sabahları ellerini bile yıkamıyordu.
Suya dokunmak zorunda kalmamak için elektrikli tıraş makinesi
kullanıyordu. Doktor, Wilky’nin pis
huylarına tahammül edemiyordu.”
Baba açık bir şekilde Tommy’nin kendine olan güvensizliğinden, yola
gelmeyen, onarılmaz serüvenci ruhundan dolayı ona üvey oğul muamelesi gösterir.
Tommy de yalnızlığı ve bir kenara itilmişliği içinde büzülmüş, ufalmış, bir hiç
olmuş, kendi zayıf karakterinin yükünü
omuzlamaya, yazgısı ile baş başa bırakılmıştır.
Roman boyunca Tommy’nin “Bana lütfen yardım edin’ sesini işitiriz. ‘Bana yardım edin, yardım edin, hiçbir yere
ulaşamıyorum, hiçbir yere!” diye inleyen yalvarmalarını duyurur bize Saul
Bellow.
Bu yakarışlar yalnız Tommy’nin
babası Dr. Adler’e değil, tüm duyarsız, sahte, katı babalara bir sitemdir. Tommy’nin trajedisi kendini, umutlarını böyle
duyarsız bir babanın eline bırakılmasındandır.
Kırk dört yaşındaki Tommy, umutsuzca onu ayakta tutacak, ona sahip
çıkacak bir baba arayışındadır. Tommy
onun zayıflığından istifade eden fırsatçılarla, belirsizlik, kararsızlık içinde
bocalarken yavaş yavaş kendi sonunu da hazırlar.
Dünya edebiyatındaki önemli yazarlardan Kafka da ebeveyn-çocuk
ilişkisini ‘Değişim’ isimli başyapıtında ele alır. Kafka bu yapıtında bireyin aile içindeki,
hatta toplum içindeki yalnızlığını ve
yabancılığının yansıyışını barizleştirmek için öykü kahramanını böcek şekline sokar. ‘Değişim’
Gregor Samsa’nın böcekleşmesi olarak Alman yazarlarının en büyüğü olarak 20. yy
edebiyatında yerini alır. Nobokov, Kafka için şöyle der: “Onun
yanında Rilke gibi şairlerle Thomas Mann gibi yazarlar cüce ya da alçıdan aziz
heykelleri gibi kalırlar.” Bireyin
bir böcek olarak dünyaya bakışı, ezik duyguları, aile içi yalnızlığı,
dışlanmışlığı, kendini alçalmış hissetmesi trajik bir şekilde dile getirilir.
Okuyucu Değişim’in ilk sayfasından
Gregor Samsa’nın (Böceğin) ranzanın altında hizmetçinin süpürge sapı ile
dürttüğü ana kadar kendini ezik bir yabancılaşmanın içinde bulur.
Kafka gerçek yaşamında da Gregor Samsa’dan farklı değildir.
Herkesin kendisine
yabancı olduğunu sıkça ebeveynine yazdığı mektuplarda dile getirir. Kasvetli
aile yaşamından nefret eder ama sürekli onun içinde yaşamak durumdadır. Babasının mal varlığı, zenginliği, hele de o
zenginliği kendi emeği ve yaşamı ile elde edişi; onun, Kafka’dan daha zeki,
daha becerikli, hayata daha iyi bir perspektiften bakma yeteneği gibi gözükmekte,
Kafka bu beceriksizliğin altında ezilmektedir.
“Hepiniz bana yabancısınız.” der Kafka annesine, “Yalnızca bir kan bağı var ama o da kendini duyumsatmıyor.’ Kasvetli aile yaşamından nefret eder ama
kurtulamaz. “Bundan da nefret ediyorum;
evde annemle babamın yattıkları yatağın kullanılmış çarşafları dikkatle
yerleştirilmiş gömleklerin görünüşü, beni kusturacak kadar bunaltabilir, içimi
altüst edebilir, öyle ki, sanki değişimi bir türlü tamamlayamamış, bu karanlık
evde, kasvetli bir yaşamdan hep yeniden dünyaya geliyorum, o evde sürekli
olarak varlığımın onaylanmasını bekliyorum.”
Babası ile olan ilişkisi, annesi ile olan ilişkisinden daha
kötüdür. Bu ilişkisinden kalan kinin
dışavurumu Babaya Mektup isimli
eserde yüz sayfayı bulur. Kafka’nın babası, oğlunu son derece kesin kurallara
dayanan sert bir eğitim sistemi ile yetiştirmek ister. Bu ise önce çocuk, sonra genç Kafka üzerinde
tam karşıt bir etki yaratır. Babasına
önce nefret hisleri besleyen ve bu hisleri zamanla çeşitli kalıplar alan Kafka,
anne ve babasını hiçbir zaman terk etmez ama kendine en yakın olan bu
insanların arasında gene de yalnız ve onlara yabancı olarak kalır.
Kafka’nın 1919’da, otuz altı yaşındayken ele aldığı mektup “Sevgili
Baba” diye başlar ve şöyle devam eder:
“Bana son günler bir ara, senden korktuğum gibi bir savı hangi nedenle
ileri sürdüğümü sormuştun. Her zamanki
gibi bir cevap bulup verememiş, bu da işte biraz yine senden korkmamdan, biraz
senden korkmamın nedeninin pek çok ayrıntıları içermesinden, dolayısıyla
bunları yarı buçuk da olsa sözle belirtemeyeceğimden ileri gelmişti. Şimdi sana yazıyla cevap vermeye kalkıyorsam
bu cevapta da yine çok boşluklar kalacak, çünkü söz konusu nedeni kaleme
alırken senden duyduğum korkuyla bunun sonuçları sana karşı özgür davranmaktan
beni alıkoyacak, çünkü konunun büyüklüğü belleğimle zekâ gücümü enikonu
aşacaktır.
Sorun hep basit göründü sana, hiç değilse benimle ve arada ayrım
gözetmeksizin diğer bazılarıyla yaptığın konuşmalardan bu yargıya vardım. Senin için aşağı yukarı şöyle bir durum vardı
ortada: Bütün ömür boyu canını dişine
takıp çalışmış, neyin varsa çocuklarının yoluna ama en çok benim yoluma feda
etmiş, ben de böylelikle ‘beyler’ gibi rahat bir yaşam sürmüş, dilediğim
öğrenimi yapmak konusunda katıksız bir özgürlüğü elde bulundurmuş, yiyecek
içecek sıkıntısı çekmemiş, yani kısaca tasa kaygı nedir bilmemiştim; sen ise
bütün bunlara karşı bir minnettarlık beklememiştin benden: ‘Çocukların minnettarlığını’ bilirsin; ama
hiç değilse onların sana güler yüz göstermelerini, bir duygudaşlık belirtisini
açığa vurmalarını istemiştin; oysa ben bunların hiçbirine yanaşmayarak senden
hep korkup sinmiştim bir köşeye; odama, kitaplarıma, çılgın dostlarıma, kaçık
düşüncelerime sığınmıştım. (…) Yani üzerimdeki yargını özetlemek istersem
diyebilirim ki, (belki son evlenme girişimimi saymazsak) doğrudan yakışıksız ya
da kötü davrandığım gibi bir suçlama yöneltmedin bana, ama soğukluk,
yabancılık, nankörlük gibi özellikleri yakıştırdın. Hem de bunu öylesine yaptın ki sanki hepsinden
ben suçluydum, sanki bir dümen kırışıyla her şeyi bir başka düzene
oturtabilirdim, sanki senin en ufak bir suçun yoktu olup bitende, bir suçun
varsa bana fazla iyi davranmandı…”
Hiçbir zaman göndermediği büyük eseri Babaya Mektup’unda Kafka, davacı avukat ve davalı konumundadır. Bu
mektupta bir dava açılır, ama sonunda verilen hüküm davayı sonuçlandırmayıp
çaresizlik konumunu yıkıma varana dek sürer.
Kafka’nın Değişim’i üzerine
en yakın arkadaşlarından Max Brod’dan başlayarak Elias Canetti’ye, Nabokov’dan
Felix Guattari-Gilles Deleuze’a kadar tüm edebiyatçılar, sosyologlar,
felsefeciler bir şeyler söylemişlerdir. Kafka’nın yapıtındaki dönüşümü gücün
simgesi olan, Kafka’ya taviz vermeyen, baskıcı bir babanın gölgesi altındaki
aciz oğulun çığlığı olarak görenler olduğu gibi, çalıştığı bürodan soğuyan bir kişinin
ebeveyni karşısındaki acınacak hali olarak açıklayanlar da olmuştur. Kimileri
de alçaklık kompleksinin dışa vurumu olarak değerlendirmişlerdir.
Oğuz Atay günlüğüne Babama Mektup’
un ilk notlarını l974’te kırk yaşındayken alırken oğul ölen babasının ardından
düşündüklerini kaleme alır. Babasına hem
konuşur hem de ona bir yandan da içini döker;
onun sağlığında söylemek isteyip de söyleyemediklerini yazar. Oğul babanın ulaşamayacağı bir yere,
kitapların dünyasına sığınmıştır. Bu mektupta Kafka’nın babasına yazdığı
mektupla bir benzerlik vardır: Şöyle ki, nasıl ki Kafka’nın babası oğlunun
edebiyat merakını ‘zirzop’, ‘kaçık’, ‘zıpır’ ya da ‘züppe’ce bulursa, Cemil Bey
de oğlunu “uydurma” bir dünyada “deli saçması” şeylerle uğraştığı için
küçümser. Oğul kırk yaşında olmasına rağmen kendisine yapılan bu haksızlıktan
bir türlü kendini kurtaramaz. Ne var ki, baba artık ölmüş olduğundan onu artık
suçlayamıyordur.
‘Sevgili Babacığım,
Belki hatırlamazdın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve
akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım.(…) Sana bazı şeyleri
anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın
ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu
sanki. Çaresizlik yüzünden birçok şeyin
anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? (…) Sağ
olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle
öğünürdün sanıyorum. Galiba biz,
babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik.”
Amos Oz, Aşk ve Karanlık adlı
romanında, ailesinin yüz yirmi yıllık tarihini gözler önüne sererken baba oğul
ilişkisine şöyle değinir:
“Doğrunun ne olduğunu ise
bilmiyorum, çünkü ben babamla doğru hakkında pek konuşmadım. Bana
çocukluğundan, aşklarından, genel olarak aşktan, anne ve babasından, erkek
kardeşinin ölümünden, kendi hastalığından, çektiği acılardan ya da genel olarak
acıdan pek söz etmezdi. Annemin ölümü hakkında biel aslında hiç konuşmadık. Tek
bir sözcük bile. Ben de onun işini kolaylaştırmadım ve kim bilir ne gibi
açıklamalara varabilecek olan bir sohbeti başlatmayı hiçbir zaman istemedim.”
Sicilyalı yazar Vitaliano Brancati’nin
(1907-1954) çocukluk yıllarının
biçimlenmesinde dedesinin katkısı büyüktür. Onunla olan yakın arkadaşlığı o
yılların en anlamlı ilişkisidir.
Dedesinin ölümü ile yaşamında çocukluk yıllarının bittiğini, kendisi
için yeni bir dönemin (olgunluk) başladığını şöyle belirtir: “Çocukluğum bitmişti, çocukluğum ölmüştü;
insanın iki dönemi olduğunu biliyordum:
Çocukluk ve olgunluk (…)Benim ilk yaş dönemim tükenmişti.” Dedesi ile kurduğu bu sıkı iletişimi ne
annesi ne de babasıyla kurabilmişti.
Babasına yazdığı mektup baba-oğul çatışmasının belirgin bir örneğidir:
“Ama sen babalığına gösterilen sevecenlikle
yetinmiyorsun, yazdığım şeylerin değeri üzerine bana ders vermeye kalkışıyor ve
onları ‘hoppa – karikatürler’ olarak değerlendiriyorsun. Her ne ise, senin hoppa diye tanımladığın
şeyler benim bir parçam değil, tüm varlığımdır.
O kadar ki sonunda bana ilerici bir bilinç, yaşamın gereken olgunluğunu
sağladılar. Ve basit başarılardan
kaçınma olanağı tanıdılar. Senin ciddi
diye tanımladığın şeyler bana oysa, hoppa şeyler olarak gözüküyor(...) Kimi
kralların saraylarında anlamlı şeyleri söyleyen sadece hokkabazlardı. Ben bir hokkabaz değilim, ama gene de (…)
Benim en ciddi ve en derin duygularımın yapıtı olan şeyleri kapris olarak
değerlendirmekle beni küçültmekten vazgeç.
Sahip olduğum en kutsal şeyle beni gücendiriyorsun. Ama ben umutsuz değilim çünkü vicdanım rahat.”
Baba-oğul ilişkisi edebiyat evrenini insan portrelerinden oluşturan
Dostoyevski’nin de son romanı Karamazov
Kardeşler’de işlediği yan motiflerden biridir. Dostoyevski’ye göre ruh bir
kaos’tan başka bir şey değildir. Ruhun
derinliklerine inen yol karanlıktır.
Ruhun cehennemî uçurumlarında acı çeken, isyanlarının güçsüzlüğü
içerisinde öfkeden köpüren insanlar onun dünyasının roman kişileridir. Bu dünyada acıdan kurtulmanın imkânı
yoktur. Dünyaya gelen her kişinin
etrafında acı ile harmanlanmış bir duvar örülür. Bu duvar, yaşamı boyunca gittikçe
yükselir. Kişi onu yıkma imkânına da
hiçbir zaman sahip olamaz. Bu yüzden Dostoyevski’nin
romanlarında neşe olmadığı gibi, hiçbir umut da barınmaz.
Dostoyevski’nin yaşam öyküsünü kaleme alan yazarlara göre,
Dostoyevski’nin sara nöbetlerine neden, çocukluğunda babasından yediği
dayaklardır. Birçok psikanalizci,
Dostoyevski’nin babasına duyduğu nefrete ve bu nefreti izleyen suçluluk
kompleksine dayanarak, ondaki epilepsi hastalığının sinirsel kökenli olduğu
sonucunu çıkarmışlardır. Duygusuz,
pinti, yalancı ve ahlakı bozuk yaşlı
Karamazov, Henry
Troyat’a göre Dostoyevski’nin babasının kömürle yapılmış kuvvetli bir
portresidir. Bu görüşü Aimee Dostoyevski
şu sözleriyle destekler: “Yaşlı
Karamazov’un kişiliğini kurarken, Fedor Mihailoviç’in kendi babasını
düşündüğüne inandım her vakit.”
‘Büyük Engizisyoncu’ bölümünde yazarın tüm felsefesini sunduğu
düşünülür. Bu bölümden önceki
‘Başkaldırma’ bölümünün bu felsefi düşüncesi ile bir bütün olduğu
düşünülür. Bu bölümde acıyı yüreğimizde
hissederiz. Dostoyevski peş peşe
verdiği örneklerin hepsinde masum bir çocuğa yapılan haksızlıkları
anlatır. Neredeyse kötülükler listesi
gibidir bu bölüm. İnsanoğlunun en büyük
suçu anlatılır. Yatağını kirlettiği için
ebeveynleri tarafından dövülüp tuvalete kapatılan beş yaşındaki çocuk ya da
köpeğe taş attığı için ev köpekleri tarafından annesinin gözü önünde
parçalatılan sekiz yaşındaki çocuk.
Dostoyevski’ye göre sadece dünyanın adaletsizliğinin değil, aynı zamanda
tanrının da adaletsiz düzeninin göstergesidir.
Dostoyevski şöyle sorar: “Bu çekilen acı, daha büyük mutluluk bedeli
için midir?” Nasıl ki peygamberler
insanlar daha mutlu yaşamlar sürsünler diye acılara katlanmışlarsa, çocuklar da
kitlelerin mutluluk bedelini mi öderler?
Bu soru Hıristiyan öğretisinin özünde yer alan İsa’nın Tanrı’nın oğlu
olmasına rağmen ölümüne babası tarafından göz yumulması ve onun çektiği
acıların insanlığın tümünün mutluluğu için yaşaması gerektiği ‘ölüm’ün
öğretisine benzer. Küçük masum çocuklar
da peygamberleri gibi insanlığın günahları için bu acıyı çekmek zorunda
bırakılmışlardır. Bu durum karşısında Dostoyevski
ikinci sorusunu sorar. “Bilsek ki dövüldükten sonra karanlık tuvalete kapatılan
çocuğun ağlaması sayesinde tüm insanlık mutlu olacak, çocuğun bu acıyı çekmesini
kabul edebilir miyiz?” Ve sorular ardı ardına dizilir.
16
Şubat, 2007
Kaynakça
Vladimir Nabokov, Edebiyat
Dersleri, Ada Yayınları
Kafka, Taşrada Düğün
Hazırlıkları, Cem Yayınları, 1979
Stefan Zweig, Üç Büyük
Usta, İş Bankası Yayınları, 1998
Andre Gide, Dostoyevski,,
Payel Yayınları, 1998
Henri Troyat, Dostoyevski,
İletişim Yayınları, 2000
Nurdan Gürbilek, Büyümenin
Türkçe Tarihi (Babalar ve Ustalar), Metis Yayınları, 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder