27 Aralık 2013 Cuma

Edebiyatta Sorgulanan Baba Oğul İlişkisi



         Saul Bellow ‘un 1957 yılında yayımlanan ‘Günü Yaşa’ adlı kısa romanı eleştirmenler tarafından İngiliz edebiyatının en önemli öykülerinden biri olarak değerlendirildi.  1976 yılının Nobel Ödül’ünü aldığında İsveç Akademisi, ‘Günü Yaşa’’nını yazarın önemli bir yapıtı olduğunu özellikle vurguladı.  ‘Günü Yaşa’, ‘Augie March’ın Serüvenleri’nden sonra Saul Bellow’nun yayımladığı dördüncü kitaptı.  Bu kısa roman Augie March’ın antiteziydi.  Biçim olarak kısa ve özdü. Oldukça hüzün yüklü bu kısa roman yaşlıların konakladığı Kuzey Manhattan bölgesinde bir otelde geçer. Otel Gloriana’daki müşterilerin çoğu emeklilik yaşını geçmiştir.  Yetmiş, seksen ve doksanlarındaki yaşlı kadın ve erkek nüfusunun konakladığı bir oteldir.  Kırklarının ortalarında, sağlam ve güçlü görünüşlü Wilhelm kendini bu ortamda yabancı hissetse de babası bu otelde konakladığı için o da çaresiz bu ortamda bulunmaktadır.  Çevresindeki insanların dedikodu yapıp gazete okumak ve günün (yaşamın) bitmesini beklemekten başka yapacakları bir iş yoktur.

Wilhelm ise bu yaşlıların aksine daha hareketli bir hayata alışkındır.  Enerjiktir.  1930 başlarında, Venice adlı  bir yetenek avcısının üniversite gazetesinde çıkan fotoğrafındaki çarpıcı dış görünüşü nedeniyle, şöhret kazanma potansiyeline sahip olduğuna inandırılmış, böylece Hollywood’un yolunu tutmuştu. Orada yedi yıl boyunca, inatla, bir aktör olmaya çalışmıştı.  Yedi yılın kararlılığı ve ardından gelen yenilgi onu ticaret hayatından ve şirketlerden uzaklaştırmıştı. Üstüne üstlük kırk dört yaş herhangi bir meslek sahibi olması için  çok geç bir yaştı.  Çok geç olgunlaşmıştı.  Annesine ‘Eğer aktör olmayı beceremezsem okula geri dönebilirim.” diye söz vermişse de artık şimdi çok geçti.  Annesi onun kendini mahvedeceğinden korkmuş, ona babası gibi tıp eğitimi almak isterse, babasının ona yardımcı olabileceğini söylemişti.  Tommy ise,  “Hastanelere dayanamam.  Ayrıca, bir hata yapıp birisini yaralayabilirim veya en kötüsü onu öldürebilirim. Buna tahammül edemem.  Üstelik, bu işi yapacak kadar zeki değilim.” diyerek babası gibi tıp eğitimini almayı reddetmekle, kendi yetenek ve yeteneksizliklerinin farkında bir tutum izlemişti.  Venice, Tommy’yi  şöyle ikna etmişti:

‘Bu senin için bir fırsat.’ dedi.  ‘Şimdi üniversitedesin.  Ne okuyorsun?’  Parmaklarını şaklattı.  ‘Bir şeyler işte.’  Wilhelm’in kendisi de okul hakkında aynen böyle hissediyordu.  ‘Bu gidişle, bir yere varmak için en azından elli yıl beklemen gerekecek.  Ama bu yolu takip edince bir sıçrayışta, bütün dünya kim olduğunu bilecek.  Swanson ve Roosevelt gibi bir isim olacaksın.  Doğu’dan Batı’ya, Çin’e, Güney Amerika’ya kadar.  Şaka değil.  Dünyanın sevgilisi olacaksın.  Dünya bunu istiyor, buna ihtiyacı var.  Bir adam gülümseyince, bir milyar insan onunla beraber iç çekiyor.  Beni dinle, dostum...

Ve Wilhelm ikna olmuştu.  Evet Venice ile karşılaşması onun için iyi  bir fırsattı.  Bir şanstı.  Neden olmasın ki?  Yine de Wilhelm Kaliforniya’ya gitmeyi üç ay ertelemişti.  Ailesinin iyi dilekleriyle başlamak istiyordu, ama dilekler hiç gelmemişti. Bir sürü düşünce, tereddüt ve tartışmadan sonra, sayısız kez reddettiği yolu sonunda izlemiş, Hollywood’a gitmenin bir hata olacağını düşünse de sonunda gitmişti.  Anne - babasınaVenice kendi iyiliğim için gitmem gerektiğini söylüyor.” demişti Wilhelm.  Bu yalandan şimdi nasıl da utanıyordu.  Venice’e kendisinden vazgeçmemesi içinBana yardım edemez misinOkula geri dönmek beni öldürür.” demiş ona nasıl da yalvarmıştı.

Kaliforniya’da Tommy Wilhelm olmuştu.  Babası Dr. Adler bu isim değişimini hiç kabul etmemişti.  O oğluna hep Wilky derdi.  Wilhelm, Tommy olmaya her zaman büyük özlem duymuştu.  Fakat Tommy gibi hissetmeyi hiç becerememiş ve ruhunda hep Wilky olarak kalmıştı.  Adını değiştirmesi de bir hataydı ve bunu istediği kadar rahatça itiraf edebilirdi.  Ama hatalar artık geriye çevrilemezdi.  Geçmişte ve ölüydüler o günler.  Geçmişte yaptıkları arasında iyi olarak tanımlayabileceği bir şey hatırlıyor muydu?  Çok, çok az.  Affetmek gerekiyordu.  Önce kendini affetmesi gerekiyordu.  Yaptığı hatalardan babasına oranla çok daha fazla acı çekmişti.

“Ey Tanrım!” diye dua etti Wilhelm.  “Beni sorunlarımdan kurtar.  Beni fikirlerimden kurtar ve kendimle ilgili daha iyi bir şeyler yapmama izin ver.  Boşa harcadığım tüm zaman için özür dilerim.  Beni buradan çıkar ve başka bir hayata götür.  Çünkü ben artık mahvoldum.  Merhametli ol.”

Wilhelm hatalarının bedelini hâlâ çok ağır ödemekteydi.  Eşiyle evlenmemeye karar vermiş ama yine de evlenmişti.  Karısı Margaret ondan boşanmak istemiyordu, ona ve çocuklarına mali destek vermek zorundaydı.  Dört yıl önce ayrıldıklarında ona her şeyini vermişti -eşyalar, mobilyalar, birikimler.  İyi niyet göstermeye çalışmış ama bu hiçbir işe yaramamıştı.  Onunla tanıştığı andan itibaren bir köle olmuştu -demir tasmalı bir köle.  Karısı sık sık boşanmaya karar veriyor ve her şeyi yeniden düşünüp her defasında karşısına daha zor koşullar öne sürüyordu.  Kırk dört yaşında, iki oğlan babası, halen Otel Gloriana’da yaşayan Wilky veya Tommy Wilhelm’ın yaşamı onun üzerinde dayanılması güç bir kambur oluşturuyordu.

‘Günü Yaşa’ romanı böyle başlar.  Saul Bellow bu kısa romanında bize Tommy Wilhelm’in bir gününü anlatır.  Günün sonunda Tommy Wilhelm’in yıkılmışlığı ve çökmüşlüğü ile yüz yüze geliriz.  Tommy Wilhelm roman boyunca sürekli yanlış bir yaşamı sürdüren bir oğuldur. Babası, emekli olmuş zengin bir doktordur.  Babayla oğlu aynı otelde kalmalarına karşın baba, oğlunun sorunlarının çözümleyicisi konumunda yer almaz. Tommy Wilhelm’in sürekli yanlış yaşamı, davranışlarındaki özensizlik uyandıran durumlar,
ve getirdiği başarısızlıklar nedeniyle, baba, oğluna karşı giderek acımasız bir ilgisizliğe ve oğluna karşı bir tiksintiye yönelmiştir.   Ne oğlundan yanadır, ne de onun sorunlarıyla ilgilidir.  Bu ilgisizliğini ondan iğrenecek duruma vardırmıştır.

“Yumurtaya kaşığıyla vurmadan önce peçeteyle nemi aldı.  Sonra yumurtaya pat diye gereğinden hızlı vurdu (babasının düşüncesine göre).  Kabuğu çıkardıktan sonra yumurtanın beyazında parmaklarından geçen ince bir kir tabakası kaldı.  Dr. Adler bunu sessiz bir tiksintiyle izledi.  Dünyaya nasıl bir Wilky getirmişti!  İşte, sabahları ellerini bile yıkamıyordu.  Suya dokunmak zorunda kalmamak için elektrikli tıraş makinesi kullanıyordu.  Doktor, Wilky’nin pis huylarına tahammül edemiyordu.”
      
Baba açık bir şekilde Tommy’nin kendine olan güvensizliğinden, yola gelmeyen, onarılmaz serüvenci ruhundan dolayı ona üvey oğul muamelesi gösterir. Tommy de yalnızlığı ve bir kenara itilmişliği içinde büzülmüş, ufalmış, bir hiç olmuş,  kendi zayıf karakterinin yükünü omuzlamaya, yazgısı ile baş başa bırakılmıştır.  Roman boyunca Tommy’nin “Bana lütfen yardım edin’ sesini işitiriz.  ‘Bana yardım edin, yardım edin, hiçbir yere ulaşamıyorum, hiçbir yere!” diye inleyen yalvarmalarını duyurur bize Saul Bellow. 
 Bu yakarışlar yalnız Tommy’nin babası Dr. Adler’e değil, tüm duyarsız, sahte, katı babalara bir sitemdir.  Tommy’nin trajedisi kendini, umutlarını böyle duyarsız bir babanın eline bırakılmasındandır.  Kırk dört yaşındaki Tommy, umutsuzca onu ayakta tutacak, ona sahip çıkacak bir baba arayışındadır.  Tommy onun zayıflığından istifade eden fırsatçılarla, belirsizlik, kararsızlık içinde bocalarken yavaş yavaş kendi sonunu da hazırlar.

Dünya edebiyatındaki önemli yazarlardan Kafka da ebeveyn-çocuk ilişkisini      ‘Değişim’ isimli  başyapıtında ele alır.  Kafka bu yapıtında bireyin aile içindeki, hatta toplum içindeki yalnızlığını  ve yabancılığının yansıyışını barizleştirmek için öykü  kahramanını böcek şekline sokar. ‘Değişim’ Gregor Samsa’nın böcekleşmesi olarak Alman yazarlarının en büyüğü olarak 20. yy edebiyatında yerini alır. Nobokov, Kafka için şöyle der: “Onun yanında Rilke gibi şairlerle Thomas Mann gibi yazarlar cüce ya da alçıdan aziz heykelleri gibi kalırlar.”  Bireyin bir böcek olarak dünyaya bakışı, ezik duyguları, aile içi yalnızlığı, dışlanmışlığı, kendini alçalmış hissetmesi trajik bir şekilde dile getirilir. Okuyucu Değişim’in ilk sayfasından Gregor Samsa’nın (Böceğin) ranzanın altında hizmetçinin süpürge sapı ile dürttüğü ana kadar kendini ezik bir yabancılaşmanın içinde bulur.

Kafka gerçek yaşamında da Gregor Samsa’dan farklı değildir.
Herkesin kendisine yabancı olduğunu sıkça ebeveynine yazdığı mektuplarda dile getirir. Kasvetli aile yaşamından nefret eder ama sürekli onun içinde yaşamak durumdadır.  Babasının mal varlığı, zenginliği, hele de o zenginliği kendi emeği ve yaşamı ile elde edişi; onun, Kafka’dan daha zeki, daha becerikli, hayata daha iyi bir perspektiften bakma yeteneği gibi gözükmekte, Kafka bu beceriksizliğin altında ezilmektedir. 

Hepiniz bana yabancısınız.” der Kafka annesine, “Yalnızca bir kan bağı var ama o da kendini duyumsatmıyor.’  Kasvetli aile yaşamından nefret eder ama kurtulamaz.  “Bundan da nefret ediyorum; evde annemle babamın yattıkları yatağın kullanılmış çarşafları dikkatle yerleştirilmiş gömleklerin görünüşü, beni kusturacak kadar bunaltabilir, içimi altüst edebilir, öyle ki, sanki değişimi bir türlü tamamlayamamış, bu karanlık evde, kasvetli bir yaşamdan hep yeniden dünyaya geliyorum, o evde sürekli olarak varlığımın onaylanmasını bekliyorum.”

Babası ile olan ilişkisi, annesi ile olan ilişkisinden daha kötüdür.  Bu ilişkisinden kalan kinin dışavurumu Babaya Mektup isimli eserde yüz sayfayı bulur. Kafka’nın babası, oğlunu son derece kesin kurallara dayanan sert bir eğitim sistemi ile yetiştirmek ister.  Bu ise önce çocuk, sonra genç Kafka üzerinde tam karşıt bir etki yaratır.  Babasına önce nefret hisleri besleyen ve bu hisleri zamanla çeşitli kalıplar alan Kafka, anne ve babasını hiçbir zaman terk etmez ama kendine en yakın olan bu insanların arasında gene de yalnız ve onlara yabancı olarak kalır.

Kafka’nın 1919’da, otuz altı yaşındayken ele aldığı mektup “Sevgili Baba” diye başlar ve şöyle devam eder:

“Bana son günler bir ara, senden korktuğum gibi bir savı hangi nedenle ileri sürdüğümü sormuştun.  Her zamanki gibi bir cevap bulup verememiş, bu da işte biraz yine senden korkmamdan, biraz senden korkmamın nedeninin pek çok ayrıntıları içermesinden, dolayısıyla bunları yarı buçuk da olsa sözle belirtemeyeceğimden ileri gelmişti.  Şimdi sana yazıyla cevap vermeye kalkıyorsam bu cevapta da yine çok boşluklar kalacak, çünkü söz konusu nedeni kaleme alırken senden duyduğum korkuyla bunun sonuçları sana karşı özgür davranmaktan beni alıkoyacak, çünkü konunun büyüklüğü belleğimle zekâ gücümü enikonu aşacaktır.

Sorun hep basit göründü sana, hiç değilse benimle ve arada ayrım gözetmeksizin diğer bazılarıyla yaptığın konuşmalardan bu yargıya vardım.  Senin için aşağı yukarı şöyle bir durum vardı ortada:  Bütün ömür boyu canını dişine takıp çalışmış, neyin varsa çocuklarının yoluna ama en çok benim yoluma feda etmiş, ben de böylelikle ‘beyler’ gibi rahat bir yaşam sürmüş, dilediğim öğrenimi yapmak konusunda katıksız bir özgürlüğü elde bulundurmuş, yiyecek içecek sıkıntısı çekmemiş, yani kısaca tasa kaygı nedir bilmemiştim; sen ise bütün bunlara karşı bir minnettarlık beklememiştin benden:  ‘Çocukların minnettarlığını’ bilirsin; ama hiç değilse onların sana güler yüz göstermelerini, bir duygudaşlık belirtisini açığa vurmalarını istemiştin; oysa ben bunların hiçbirine yanaşmayarak senden hep korkup sinmiştim bir köşeye; odama, kitaplarıma, çılgın dostlarıma, kaçık düşüncelerime sığınmıştım. (…) Yani üzerimdeki yargını özetlemek istersem diyebilirim ki, (belki son evlenme girişimimi saymazsak) doğrudan yakışıksız ya da kötü davrandığım gibi bir suçlama yöneltmedin bana, ama soğukluk, yabancılık, nankörlük gibi özellikleri yakıştırdın.  Hem de bunu öylesine yaptın ki sanki hepsinden ben suçluydum, sanki bir dümen kırışıyla her şeyi bir başka düzene oturtabilirdim, sanki senin en ufak bir suçun yoktu olup bitende, bir suçun varsa bana fazla iyi davranmandı…”


Hiçbir zaman göndermediği büyük eseri Babaya Mektup’unda Kafka, davacı avukat ve davalı konumundadır. Bu mektupta bir dava açılır, ama sonunda verilen hüküm davayı sonuçlandırmayıp çaresizlik konumunu yıkıma varana dek sürer.

Kafka’nın Değişim’i üzerine en yakın arkadaşlarından Max Brod’dan başlayarak Elias Canetti’ye, Nabokov’dan Felix Guattari-Gilles Deleuze’a kadar tüm edebiyatçılar, sosyologlar, felsefeciler bir şeyler söylemişlerdir. Kafka’nın yapıtındaki dönüşümü gücün simgesi olan, Kafka’ya taviz vermeyen, baskıcı bir babanın gölgesi altındaki aciz oğulun çığlığı olarak görenler olduğu gibi,  çalıştığı bürodan soğuyan bir kişinin ebeveyni karşısındaki acınacak hali olarak açıklayanlar da olmuştur. Kimileri de alçaklık kompleksinin dışa vurumu olarak değerlendirmişlerdir.

Oğuz Atay günlüğüne Babama Mektup’ un ilk notlarını l974’te kırk yaşındayken alırken oğul ölen babasının ardından düşündüklerini kaleme alır.  Babasına hem konuşur hem de ona bir yandan da içini döker;  onun sağlığında söylemek isteyip de söyleyemediklerini yazar.  Oğul babanın ulaşamayacağı bir yere, kitapların dünyasına sığınmıştır. Bu mektupta Kafka’nın babasına yazdığı mektupla bir benzerlik vardır: Şöyle ki, nasıl ki Kafka’nın babası oğlunun edebiyat merakını ‘zirzop’, ‘kaçık’, ‘zıpır’ ya da ‘züppe’ce bulursa, Cemil Bey de oğlunu “uydurma” bir dünyada “deli saçması” şeylerle uğraştığı için küçümser. Oğul kırk yaşında olmasına rağmen kendisine yapılan bu haksızlıktan bir türlü kendini kurtaramaz. Ne var ki, baba artık ölmüş olduğundan onu artık suçlayamıyordur.

‘Sevgili Babacığım,
Belki hatırlamazdın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor.  Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım.(…) Sana bazı şeyleri anlatamadım.  Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki.  Çaresizlik yüzünden birçok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? (…) Sağ olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle öğünürdün sanıyorum.  Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik.”

Amos Oz, Aşk ve Karanlık adlı romanında, ailesinin yüz yirmi yıllık tarihini gözler önüne sererken baba oğul ilişkisine şöyle değinir:

Doğrunun ne olduğunu ise bilmiyorum, çünkü ben babamla doğru hakkında pek konuşmadım. Bana çocukluğundan, aşklarından, genel olarak aşktan, anne ve babasından, erkek kardeşinin ölümünden, kendi hastalığından, çektiği acılardan ya da genel olarak acıdan pek söz etmezdi. Annemin ölümü hakkında biel aslında hiç konuşmadık. Tek bir sözcük bile. Ben de onun işini kolaylaştırmadım ve kim bilir ne gibi açıklamalara varabilecek olan bir sohbeti başlatmayı hiçbir zaman istemedim.”
 
Sicilyalı yazar Vitaliano Brancati’nin  (1907-1954)  çocukluk yıllarının biçimlenmesinde dedesinin katkısı büyüktür. Onunla olan yakın arkadaşlığı o yılların en anlamlı ilişkisidir.  Dedesinin ölümü ile yaşamında çocukluk yıllarının bittiğini, kendisi için yeni bir dönemin (olgunluk) başladığını şöyle belirtir:  “Çocukluğum bitmişti, çocukluğum ölmüştü; insanın iki dönemi olduğunu biliyordum:  Çocukluk ve olgunluk (…)Benim ilk yaş dönemim tükenmişti.”  Dedesi ile kurduğu bu sıkı iletişimi ne annesi ne de babasıyla kurabilmişti.  Babasına yazdığı mektup baba-oğul çatışmasının belirgin bir örneğidir:

Ama sen babalığına gösterilen sevecenlikle yetinmiyorsun, yazdığım şeylerin değeri üzerine bana ders vermeye kalkışıyor ve onları ‘hoppa – karikatürler’ olarak değerlendiriyorsun.  Her ne ise, senin hoppa diye tanımladığın şeyler benim bir parçam değil, tüm varlığımdır.  O kadar ki sonunda bana ilerici bir bilinç, yaşamın gereken olgunluğunu sağladılar.  Ve basit başarılardan kaçınma olanağı tanıdılar.  Senin ciddi diye tanımladığın şeyler bana oysa, hoppa şeyler olarak gözüküyor(...) Kimi kralların saraylarında anlamlı şeyleri söyleyen sadece hokkabazlardı.  Ben bir hokkabaz değilim, ama gene de (…) Benim en ciddi ve en derin duygularımın yapıtı olan şeyleri kapris olarak değerlendirmekle beni küçültmekten vazgeç.  Sahip olduğum en kutsal şeyle beni gücendiriyorsun.  Ama ben umutsuz değilim çünkü vicdanım rahat.” 

Baba-oğul ilişkisi edebiyat evrenini insan portrelerinden oluşturan Dostoyevski’nin de son romanı Karamazov Kardeşler’de işlediği yan motiflerden biridir. Dostoyevski’ye göre ruh bir kaos’tan başka bir şey değildir.  Ruhun derinliklerine inen yol karanlıktır.  Ruhun cehennemî uçurumlarında acı çeken, isyanlarının güçsüzlüğü içerisinde öfkeden köpüren insanlar onun dünyasının roman kişileridir.  Bu dünyada acıdan kurtulmanın imkânı yoktur.  Dünyaya gelen her kişinin etrafında acı ile harmanlanmış bir duvar örülür.  Bu duvar, yaşamı boyunca gittikçe yükselir.  Kişi onu yıkma imkânına da hiçbir zaman sahip olamaz.  Bu yüzden Dostoyevski’nin romanlarında neşe olmadığı gibi, hiçbir umut da barınmaz.

Dostoyevski’nin yaşam öyküsünü kaleme alan yazarlara göre, Dostoyevski’nin sara nöbetlerine neden, çocukluğunda babasından yediği dayaklardır.  Birçok psikanalizci, Dostoyevski’nin babasına duyduğu nefrete ve bu nefreti izleyen suçluluk kompleksine dayanarak, ondaki epilepsi hastalığının sinirsel kökenli olduğu sonucunu çıkarmışlardır.  Duygusuz, pinti, yalancı ve ahlakı bozuk yaşlı 
Karamazov, Henry Troyat’a göre Dostoyevski’nin babasının kömürle yapılmış kuvvetli bir portresidir.  Bu görüşü Aimee Dostoyevski şu sözleriyle destekler:  “Yaşlı Karamazov’un kişiliğini kurarken, Fedor Mihailoviç’in kendi babasını düşündüğüne inandım her vakit.”

‘Büyük Engizisyoncu’ bölümünde yazarın tüm felsefesini sunduğu düşünülür.  Bu bölümden önceki ‘Başkaldırma’ bölümünün bu felsefi düşüncesi ile bir bütün olduğu düşünülür.  Bu bölümde acıyı yüreğimizde hissederiz.   Dostoyevski peş peşe verdiği örneklerin hepsinde masum bir çocuğa yapılan haksızlıkları anlatır.  Neredeyse kötülükler listesi gibidir bu bölüm.  İnsanoğlunun en büyük suçu anlatılır.  Yatağını kirlettiği için ebeveynleri tarafından dövülüp tuvalete kapatılan beş yaşındaki çocuk ya da köpeğe taş attığı için ev köpekleri tarafından annesinin gözü önünde parçalatılan sekiz yaşındaki çocuk.  Dostoyevski’ye göre sadece dünyanın adaletsizliğinin değil, aynı zamanda tanrının da adaletsiz düzeninin göstergesidir.  Dostoyevski şöyle sorar: “Bu çekilen acı, daha büyük mutluluk bedeli için midir?”  Nasıl ki peygamberler insanlar daha mutlu yaşamlar sürsünler diye acılara katlanmışlarsa, çocuklar da kitlelerin mutluluk bedelini mi öderler?  Bu soru Hıristiyan öğretisinin özünde yer alan İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmasına rağmen ölümüne babası tarafından göz yumulması ve onun çektiği acıların insanlığın tümünün mutluluğu için yaşaması gerektiği ‘ölüm’ün öğretisine benzer.  Küçük masum çocuklar da peygamberleri gibi insanlığın günahları için bu acıyı çekmek zorunda bırakılmışlardır.  Bu durum karşısında Dostoyevski ikinci sorusunu sorar. “Bilsek ki dövüldükten sonra karanlık tuvalete kapatılan çocuğun ağlaması sayesinde tüm insanlık mutlu olacak, çocuğun bu acıyı çekmesini kabul edebilir miyiz?” Ve sorular ardı ardına dizilir.



16 Şubat, 2007




Kaynakça
Vladimir Nabokov, Edebiyat Dersleri,  Ada Yayınları
Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Cem Yayınları, 1979
Stefan Zweig, Üç Büyük Usta, İş Bankası Yayınları, 1998
Andre Gide, Dostoyevski,, Payel Yayınları, 1998
Henri Troyat, Dostoyevski, İletişim Yayınları, 2000
Nurdan Gürbilek, Büyümenin Türkçe Tarihi (Babalar ve Ustalar), Metis Yayınları, 2007                                                


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder