28 Aralık 2013 Cumartesi

Parçalı Metinlerin Örgüsünde Özgürleşerek Yazmak



        Marquez, yoksulluk içinde yazdığı Yüzyıllık Yalnızlık kitabının yazılış sürecini daha sonraları anlatırken edebiyat çevrelerinden bir dostunun, bir gece evine geldiğini ve ‘Sen yazı yazdığını sanıyorsun. Al da bunu oku.’diyerek önüne bir kitap attığını anlatır. Arkadaşı gittikten sonra Marquez kitabı büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla okur. Bitirir ve yeniden bir kez daha okur.  Kitabı bıraktığında tan yeri ağarmaktadır. Kitap Juan Rulfo’nun Pedro Paramo’sudur. Marquez, kitaptan o denli etkilenmiştir ki Yüzyıllık Yalnızlık eserinde Pedro Paramo’dan bir cümle alarak Rulfo’ya bir selam gönderir. Susan Sontag’a göre Marquez, Pedro Paramo’u ezbere bilir.

1955’te yayımlandığı yıl J. Rulfo’nun romanının karman çormanlığından, bütünlük ve ana fikirden yoksunluğundan, sahnelerinin birbirinden kopukluğundan ve şematik yapısından dem vuran; derme çatma bir taslaktan başka bir şey olmadığını, doğru dürüst bir olay örgüsünün bulunmadığını, birbiriyle bağıntısız öykülerden oluştuğunu ileri süren yorumlar da eleştirmenler tarafından yöneltilir. Rulfo’nun kitabına yöneltilen bütün bu kınamalar, romanı bir karakter, olay örgüsü ve üslup birliği olarak gören köhne anlayıştan kaynaklanıyordu diye açıklar Carlos Fuentes ve şöyle devam eder J. Rulfo hakkındaki yorumuna: ‘”Rulfo’nun sıçramalı anlatımı, ‘dört başı mamur romanlar’ bekleyen, mantıktan başka bir şey tanımayan ve hemen kavrayamadıkları bir yapıt karşısında hoşgörülü davranamayan eleştirmen ve okurları allak bullak etmişti. Pedro Paramo’nun şiirsel biçime yakınlığı da yalnızca Zola tarzında, eşyaları, sokakları, kasap dükkânlarını ve kerhaneleri kılı kırk yararcasına betimeleyen romanları roman saymaya alışmış eleştirmen ve okurlara yabancı gelmişti.”

Romanın anlatıcısı, babasını (Pedro Paramo’yu) bulmak için babasının köyüne gelen Pedro Paramo’nun oğullarından biridir.  Fakat çok geçmeden, köye varır varmaz Pedro Paramo’nun ölmüş olduğunu öğrenir. Aynı zamanda köyde herkesin babasının Pedro Paramo olduğunu ve Pedro Paramo’nun ‘nefretin ta kendisi’ olduğunu da öğrenir. Gizemli bir köydür Comala.  Juan Preciado (anlatıcı, Pedro Paramo’nun oğlu) köye girince bir kadınla karşılaşır. Kadın yaşamıyormuş gibidir. Evlerin açık kalmış kapılarından içeri bakar. Ne çocuklar oynar kapılarda ne de güvercinler vardır.

Köy yankılarla doludur.  Duvarların oyuklarına ya da taşların altına sıkışmış yankılar.  Sokakta yürürken başka ayak sesleri de duyulur; hışırtılar, kahkahalar gelir insanın kulaklarına.  Bugüne kadar gülmekten yorgun düştükleri izlenimini uyandıran eski kahkahalar.  Kullanıla kullanıla aşınmış sesler.”

Pedro Paramo’nun toprakları, göz alabildiğine uzanır. Meşru oğlu Juan Preciado’nun mülkü olması gereken topraklar. Bu toprakları geri almaya gelen Juan, uçsuz bucaksız araziye, kendi gözleriyle, ama annnesi Dolores Preciado’nun gözlerinden bakar. Her şeyi onun gözlerinden görür. Annesi, görmesi için kendi gözlerini vermiştir ona. Belleğin seslerine karışan bir bakıştır bu:

“Dışarıda, avluda bir gidip bir gelen, durmadan gidip gelen ayak sesleri duyuluyordu, bir de fısıltılar. İçerdeyse, gölgede duran kadın, gövdesiyle gün ışığını tutan, geçirmeyen kadın, gök kırıntılarının yer yer sızabildiği kollarıyla ayaklarında ışık damlaları, üstünde durduğu toprak gözyaşlarıyla sulanmış sanki. Sonra o hıçkırıklar. Yine o ağlama, yumuşak ve keskin, gövdesini allak bullak eden o keder.”  (s.10)

           “Sesler.  Gürültüler.  Fısıltılar.  Uzak şarkılar:
            Sevgilim mendil verdi
            Oyası gözyaşından...
            Tiz bir sesle kadınlar söylüyordu.” (s.18)

 Hayaletlerle dolu bir kasabadır Comala.  Juan Preciado bu metruk kasabada okurlarına öncülük ederken Comala’daki kayıp ruhları hortlakları, onun gözüyle görür, mezarlardaki sesleri onun kulakları ile işitiriz. Ruhlar eski zamanlardan gökyüzüne asılı kalmışlardır.  Onlar da insanlar gibi yan yana yaşarlar.  Birbirlerinden farklı ama bir arada varlıklarını sürdürürler.  Anlattıklarına göre kutsanmadan ölenlerin ruhları kıyamet gününe dek yeryüzünde kalırmış, insanlardan uzakta, dağları kaplayan buzul alanları gibi ıssız yerler sığınır, hiç huzur bulmadan sürüler halinde dolaşırlarmış.  Gene söylediklerinle göre, yeryüzünde iken kendilerinle acı çektirenlerden intikam almak ister, onları çağırır, kendilerine çeker, aynı ölümle ölmelerini sağlarlarmış. Öykü yavaş yavaş çözülür, sonunda Juan Preciado’nun kendisinin de dehşetle farkına vardığı gibi biz de, Pedro Paramo’nun  ölmüş olduğunu anlarız.

“Comala’ya babamı aramaya geldim; dediklerine bakılırsa burada oturuyormuş, Pedro Paramo adında biriymiş.  Annem öyle dedi; ben de o ölür ölmez babamı görmeye gideceğime söz verdim.....(  )...’Ne yap yap, git, bul onu.’ dedi bana. ‘Seni gördüğüne sevinecek biliyorum.”
----------
“Hakkımız olmayan şeyleri ondan istemeye kalkma.’ demişti annem.  ‘Yalnız bana vermesi gerekip de vermediği şeyleri iste.  Bizi böyle unutmasının hesabını sor ondan.’
           ‘Peki, anne.’
 Sözümü tutmak aklımdan bile geçmiyordu.  Ne var ki sonraları söyledikleri sık sık aklıma geldi; bu konuda düşünmeden, düşler kurmadan, şu Pedro Paramo denilen adamla ilgili koskoca bir evren yaratmadan edemez oldum.  Bu yüzden geldim Comala’ya.”
--------
          
“Pedro Paramo benim de babamdır.’ dedi.
‘Bir karga sürüsü gak gak gaklayarak bomboş göğü yardı.  Bayırı geçtikten sonra yokuş aşağı yürümeye başladık yine.
Ilık havayı tepelerde bırakarak dosdoğru o katışıksız sıcağın ortasına indik; yaprak kımıldamıyordu.  Her şey bir bekleme içindeydi.”

Daha ilk sayfalarda Juan Rulfo bize ölü bir görünümü olan Comala köyünü tanıtır.  Babası olarak bildiği Pedro Paramo da, annesi de ölmüş olduğuna göre ‘ölüler dünyası’nda bir yolculuğa çıkmaya hazırlar bizi yazar. Juan Rulfo, mekânını hemen belirlemiştir. Ölüler dünyasında olduğumuza göre, bu insanların hayatını da bize ancak onların anıları ve aralarındaki diyaloglar aracılığıyla anlatacaktır. Bu yöntemle, ölülerin sesleri ‘ölüler dünyası’nda yaşamaya devam eder. Böylece ‘ölüler ülkesi’yle, ‘yaşayanlar ülkesi’ arasında, ölülerle yaşayanların birbirleriyle konuşabilecekleri bir ülke yaratılır. 

‘Ölüler ülkesi’nde olduğumuza göre ‘zaman’ ı da ortadan kaldırır. Geçmiş zamanı şimdiki zamanın içinde örer. Her şey ölümle yaşam arasında donmuş bir atmosferdedir artık. Okuma ilerledikçe anlatıcı da ölüler âlemine karışmıştır. Ve tüm roman karakterleri gibi o da ölüler diyarından tıpkı canlılar gibi konuşur, hisseder ve hatırlar.

Tüm bu anlatılar zamansızlık içinde verilirken Comala köyü de bir roman kahramanına dönüşür. Yer yer, küçük küçük serpiştirilmiş diyaloglarla köy halkı bir bir okuyucuya tanıtılır.  Her kişinin anlatısı yer yer parçalanır ve tekrar ele alınmak üzere bekletilir. Öyküler kâh kaybolur, kâh geri dönerler. Tek kronolojik olay örgüsü Pedro Paramo’nunkidir. Onu çocukluğunda tanırız, Susana San Juan’a olan hayranlığını öğreniriz. Delikanlı olarak babasının topraklarına sahip oluşunu, babasını örnek alarak köylüye uyguladığı baskıcı tutumunu ve topraklarını genişletmek için yaptığı hilekârlıkları, çalıp çırpmasını, insanları sebepsiz yere öldürüşünü okuruz.

Pedro Paramo’yu başyapıt yapan öge parçalanmış anlatısıdır. Metin kopukluklarla, kesintilerle, yeniden başlamalarla, parçaların art arda ilerlemesiyle dokunur. Yapıtı yan yana eklenen diyaloglarla örerken, Juan Rulfo da bakışını köy halkının üzerinde bir film kamerası gibi gezdirir.  Okuyucu böylece köyü ve köy halkını tanımış olur. Köyün parçalı anlatısı yapıtın parçalı yapısını belirlerken metin ile henüz çözülmeye hazır olmayan köyün tarihi arasında bir ilişki de böylece kurulmuş olur.

Juan Rulfo  “Hiçbir şeyin bütününü görmem.” üzerine kurulu bir yöntemi kullanarak anlatıyı parçalayarak bakış açılarımızın çoğalmasını sağlıyor. Gezinen, devinen ‘parçalar’la ilerleyen metin değişken biçimiyle kabul görmüş yazın kavramını da böylece sarsmış oluyor.

Süreksizlik, kopukluk, parçalılık Montaigne’in Denemeler’inde öne çıkan bir özelliktir.  Montaigne Kitaplar adlı bölümünde yöntemini şu biçimde özetler: 

“Yazılarımı bir düzene koymak için gelişigüzellikten başka hiçbir eğitmenim yok. Düşünceler aklıma geldikçe toparlarım; bazen öbek öbek, bazen de tek tek ve yavaş. Eğer doğru yoldan sapıp yitmiş olsam bile, herkesin benim doğal ve alışık olduğum adımlamamı görmesini isterim. Olduğum gibi ilerlerim.”

Montaigne’in de dile getirdiği gibi, bütünlük sunan bir yazı ve yapıt ortaya koymak olası değildir.  Kubilay Aktulum Parçalılık, Metinlerarasılık adlı yapıtında Montaigne’in Denemeler’ine şöyle yorum getirir:  “Denemeler’in konusu insanın evrensel ve değişmez özü konusunda bir söylem değil yazarın kendisi, kendi ben’ini açığa çıkarmak, kendi deneyimlerini anlatmak, kendi uğradığı değişikliği ele almaktır.” Ve Jean Starobinski’nin  ‘devinim halinde’  olan birey hakkındaki şu görüşüne yer verir:

“Diğerleri insanı biçimlendirirler; ben ise açıklarım onu ve sağlıksız olması nedeniyle yeniden biçimlendirilmek üzere ortaya koyarım. (...) Dünya sürekli bir tahteravalli gibi.  Her şey sürekli olarak aşağı yukarı gidip geliyor- dünya, Kafkas kayıkları, Mısır piramitleri- hem evrensel, hem de kendi devinimleriyle.  Kararlılığın kendisi son derece yavaş bir devinimdir. Konumu belirgin kılamıyorum. Sürekli devingen ve doğal bir esriklik ile salınıp duruyor. Dikkatimi ona doğru yönelttiğimde, onu burada yakalıyorum. Varlığını belirgin kılamam, geçişini belirgin kılarım; sıradan insanların söylediği gibi bir çağdan diğer çağa değil, gün ve gün, dakika başına. Öykümü saatime göre uydurmalıyım, yalnızca gelişigüzel değil, ayrıca bilerek de çok geçmeden değiştirebilirim onu çünkü. Çeşitli ve değişken olguların bir dizi olup yerleşmemiş düşüncelerin bir derlemesidir ve arasıra ya benim değişik bir benliğe bürünüşüm nedeniyle ya da konumu değişik ortamlarda ve diğer koşullarda ele alışım nedeniyle, çelişkili bir içeriğe iye olacaktır.”

Türk edebiyatında Sevim Burak’ın yazıyı parçalayarak yarattığı etki Pedro Paramo’da Juan Ruflo’nun metni parçalayarak yeniden yaratmasına çok çarpıcı bir benzerlik oluşturur. O da yazıyı parçalayıp, bozup yeniden kurarak bizi de insanların yalnız ve parçalanmaya açık bir çağda, bireyin parçalanmışlığı üzerine korkusuzca düşünmeye davet eder. Onun metinlerinde dünya bir bütünlük, bir süreklilik olarak değil, bir kopukluk, bir parça olarak yaşanır ve algılanır. Sevim Burak’ın Everest My Lord adlı yapıtında yazar ‘Yazarın Gölgesi’ olarak karşımıza çıkar. Yazar ‘Yazarın Gölgesi’nin ardındadır. Ona sirayet eden düşünceyle düşünen kişidir. Onunla birlikte bütün eşyalar da düşünür. Evin içinde adım adım dolaştıkça, yatak odasına girdikçe karyolanın etrafında dolandıkça, mutfağa girdikçe,  oradan yemek odasına geçtikçe ve evde durmadan gezindikçe anlıyordum, anlıyordum, der, bir süre anlamak üzerinde durur, derken birden düşünce, eşyalarda büyük harflerle kendini gösterir.  Bireyin doğumudur bu. Everest My Lord eşyalara yansıyan düşüncesinde (Yazarın Gölgesi’nin düşüncesinde) çocukluğuna giderek kendi doğumunu görür:

“KANAPE
KOLTUK
KOLTUK KOLU
ANLATIYORDU
Oda kapıları açılmış
DÜNYAYA GELİŞİMİ
Artık çevresini saran eşyalar arasındadır
BAŞIM
YENİ
DOĞAN
AYA
BENZER
YEPYENİYİM
Sesim dudaklarımdan işitilir
HERHALDE BENİM”

Asım Bezirci,  Yanık Saraylar adlı makalesinde, Sevim Burak’ın kahramanlarına şu yorumu getirir: “...Çokluk mutsuz, yalnız, umarsız kişilerdir. Özellikle kadın karakterler bir çıkmaz içindedirler. Önlerinde bir kurtuluş yolu yoktur. Hayat onları istemedikleri durumlara düşürmüştür. Umutları sönmüş, hayal kırıklığına uğramışlardır. Ummadıkları olaylarla karşılaşmışlardır. Bu bakımdan, aralarında bir ‘kader beraberliği’ vardır”. Bunun nedenini Asım Bezirci yine aynı makalesinde Sevim Burak’ın bir konuşmasını aktararak açıklar: “Hikâye insanın doğduğu günden ölümüne kadar yürüdüğü yolda kendi kendine konuşmasıdır. Bence insanın kendi sesinden başka duyacağı bir ses ve kendisinden başka anlatmak zorunda olduğu bir şey yoktur. Ben de kendimi anlatıyorum hikâyelerimde, başka kılıklara girerek, bütün özlemlerimi harekete getirerek, ne olduğunu, ne olacağını kestirmeye çalışarak, evhamlarımı, korkularımı körükleyerek, yangına koşarcasına.”

Nilüfer Güngörmüş de Sevim Burak, Birey ve Karanlığı adlı denemesinde Sevim Burak’ın yazı tekniğini montajla yapılan bir parçalama-eksiltme tekniği olarak değerlendirir. Sevim Burak’ın bulmacalarını kendinin inşa ettiğinden söz eder.

Burak’ın öykülerinde zaman da klasik hikâyedeki zaman akışına uymaz.  Onun hikâyelerindeki zaman ileriye doğru akan soyut bir zaman değildir. Kendisi şöyle açıklar:  “Hikâyelerimdeki zaman hayattaki gibi ileriye doğru akan soyut bir zaman değildir.  Hikâyelerimdeki zaman, kişilerimin yaşamlarından kopmuş dirimsel hücrelerdir.” Asım Bezirci Sevim Burak’taki zaman parçalanmasını şöyle açıklar:

“Burak için gerçek yaşayış ile düşler ve anılara yaslanarak yaşama arasında büyük bir ayrım bulunmaz. Hatta kimi durumlarda, ikisi de bir ve aynı şeydir.  İkisi de ‘yaşanılan’dır.  İşte, hikâyelerde geçmişle şimdinin, gerçekle düşün yan yana ya da üst üste gelmesi, zamandaş olması bundandır.’

Latife Tekin de Sevim Burak gibi Türk edebiyatının içinde bulunduğu kalıpları, önyargıları, yasakları yıkarak yapıtının özgürleşmesini sağlayabilmiş, benzersiz bir yazardır. Yapıtlarında yurdunun insanını, halkını ve toplumunun özelliklerini anlamaya ve anlatmaya çalışırken insanın sürekli bir oluşum halinde olduğunu vurgular. Yazar her an çevresini yorumlayarak ondan etkilenir ve bu etki sonucu kendi de bir değişime uğrar. Bu deneyimini yazıya geçirdiğinde hem çevresini etkiler hem de aldığı tavır ve görüşleriyle o da bir ölçüde yeni bir kimlik kazanmış olur. Okuyucuyu, tedirgin ve mutsuz eden, onları sürekli her şeyi sorgulamaya iten bir yaşamla karşı karşıya getirir. Yazın geleneklerini bozan, yazının sınırlarını zorlayan, gerçek/gerçekdışı ayrımlarına girmeyen metinlerle dokur yapıtını.
           
Latife Tekin’in Gece Dersleri  parçalanmış bir anlatıdır. Jale Parla bu anlatıda parçalanmışlığı her şeyden önce dilde, sonra bedende, zamanda, mekânda ve anlatıyı oluşturan seslerde görür. Metin parçalı, kesintili bir anlatı zinciri olarak karşımıza çıkar. Nurdan Gürbilek de Gece Dersleri’ ni “kâğıt üzerinde bıraktığı boşluklarla parça parça algılanan, öyle algılanması istenmiş bir metin” olarak değerlendirir. Ona göre Berci Kristin’in Çöp Masalları’nın bir duvar halısı gibi dokunmuş bütünlüklü yapısı bozulmuş, cümlelerin tek zamanı, tek şahsı parçalanmıştır.

“Ben o sekiz yaşındayken artık ölü bir canavardı hayat bilgim. O örtünün altında öfkeyle kulaklarımı ve burnumun ucunu kestim. Annemin elinden üstüme sıçrayan o çekirgeden intikam almak için, aşk yüzünden gövdesinde kanlı delikler açtım. Cebinde kulak parçaları ve yarım bir canavar burnuyla dolaşan hüzünlü bir katil gibiydim.(…)’Ah, hayatım, hiç benim olmadın…”

Julio Cortazar’ın l963 yılında yayımlanan Seksek adlı yapıtı onun geleneksel roman anlayışıyla bağını koparmasının ilk ürünüdür. Metnini bir seksek oyunu gibi kurgulamış olması daha ilk sayfadan bize ‘Yazmak bir oyunsa, okumak neden oyun olmasın?’ sorusunu
akla getirir.

Yapıtın hemen ilk girişinde değişik okuma biçimleri önerilir. Cortazar l55 bölümden oluşan bu yapıtın ilk 56 bölümünü bitirdikten sonra okurun kalan bölümleri okumadan kitabı gönül rahatlığıyla bırakabileceğini söyler. Diğer bir çizgisel olmayan bir okuma biçimi ise 73. bölümden başlayarak yazarın öngördüğü bir çizelgeyi izleyerek okumaktır. Bu okuma şeklinde her bölümün sonunda bir sonraki bölümün numarası verilerek yazar okuyucuyu yeni bir bölüme yönlendirir. Okur bir bölümden diğerine tıpkı seksek oynar gibi bölümden bölüme atlayıp zıplayarak kitabı okumuş olur. Bu arada yazar okuyucuya tuzak hazırlamayı da ihmal etmez. Önünde sonunda bir oyundur oynanan. Yazar sizi 82. bölüme yönlendirir ama ortada 82. bölüm yoktur. 81. bölümden ise iki tane vardır. Her seçim sizi başka alanlara götürür.  En son bölüm ise sizi kitabın başına değil 123. bölüme, oradan 58. bölüme ve sonra yine 123. bölüme gönderdiği için Cortazar daldan dala atlayan okuyucuyu çıkışı olmayan seksek kareleri içine hapsetmiş olur. Bu Kitabı Okuma Biçimi başlığı altında kitap okuma önerisi yapılarak yapıtın yan yana getirilmiş metinlerin kopukluk, süreksizlik özelliğini öne çıkarır. Dağınık, düzensiz bir yapıt okuyacağımız bir bakıma baştan bildirilir. Böylece hem  romanının yapısal özelliği belirtilir hem de yazarın bu seçimi istemli yapmış olduğu vurgulanır. Bu dağınık, süreksizliğin egemen olduğu yapıt karşısında okur- yazarla birlikte- yönünü kaybeder. Roman, bu nedenle, birbirine eklenmiş, tam bir bütünlük sunmayan bir yapboz imgesi yaratmış olur. Yapbozun parçalarını bir türlü bir araya getiremeyen yazar da parçaların dağınık olduğunu üstüne alır, çünkü dağınıklık, kopukluk, parçalanmışlık yapıtın, yazının olduğu kadar yaşamın da bir özelliğidir. Yazar, Oliveira’ya hayatın kendisinin de bir oyun olduğunu söyletir. (s.386)

Cortazar bir bütünlük kurma, tutarlılık yaratma kaygısı karşısında, herhangi bir sınırlama dayatılması düşüncesine bu yolla karşı çıkmış olur.  Çünkü o da Aragon gibi romanı “karma yapıda, bir sınırsızlık, bir deneyim alanı, çeşitli türlerin, çeşitli alanlara ait unsurların bir araya getirildiği, bir kuraldışılık yeri” olarak tanımlar. Roman bir sınırsızlık alanıdır.

Gerek basit gerek karmaşık her edebiyat yapıtı bizi bir yolculuğa çıkarır. Okuma eylemi bir araştırmayı üzerimize aldığımıza dair yazar ile okur arasında gerçekleşen sessiz bir sözleşmedir. Biz bu okumalarda ne bulacağımızı bilmeyiz. Gelenekçi yazarlar yola çıkmadan bilirler rotalarını. Onların verecekleri bir şey yoktur. Çünkü bize bilineni anlatırlar. Breton da “soğuk usun denetimi altında, başı sonu belli düzyazı yapıtları oluşturmanın kısır bir çaba” olduğunu söyler.

Birtakım yazarlar ise sorular sorar. Kimisi sorularını sormadan birtakım cevap yükler bize. Ancak yazın alanında, önemli olan soru sormak veya cevap bulmak ya da bulmamak değildir.  Soruları sorup cevaplandıran da, soruları sorup cevaplandırmayan da yazarın kendisidir. Çünkü bir yazar, yaşayan bir dünyadır. Yazarın başarısı, dünyasını kendi özgün diliyle yansıtabilmekteki becerisinde yatar. Metni canlı kılan, onun yaşamasını sağlayan o yapıtın okuyucuya aktarılış biçimidir. Her yazar kendi yazın kurallarını uyguladığı oranda önem kazanır. Doyurucu bir sanat tanımı henüz yapılamamıştır. Eugene Ionesco, “Bir yapıt kendi değilse, başka her şeyden özgür, ender bir varlık olamıyorsa kötüdür.” demekle, bir yapıtın yerine yenisinin getirilemezliğini, başka bir şeyle değiştirilemezliğini, yapıtın başarısı olarak değerlendirir.

Kimi zaman okuduğumuz kitaplarda cevapların sorulara tam birer karşılık olmadığını, kimi zaman da soruların yanlış düşüncelere bağlandığını görürüz. Ionesco tüm öğretilerin geçici olduğunu söyler. Sanatta görülen her yenilikte bir tepki, bir başkaldırı yatar. Bu isyan sanatın özüne karşı değil, yozlaşan, durgunlaşan bir sanata karşı sanatçının tepkisidir. Sanatı sanatçının kendi tamamlanmamışlığını, bütünlenmemişliğini, çelişkiliğini, kendini bütünleme  çabası içinde yaratacılığından yararlanarak kendine özgür bir alan kurma çabası olarak düşünebiliriz. Sanatçı için bu alan uçsuz bucaksız, peşinden koşulması, keşfedilmesi gereken bir bilinmeyene dönüşen bir mekân olur. Yazar sonsuz bir alana ayak atmıştır artık. Yazar kendi yarattığı bu alanda özgürdür. Bize yeni bir sesle, konuşmak bizi şaşırtmak ister. Kendini yazınla anlatmak, açığa vurmak ister. Çünkü edebiyat, yaşamın içinden çıkar ve yaşamın ta kendisidir.

                                                                                                                   

  12 Ekim, 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder