Marquez, yoksulluk içinde yazdığı Yüzyıllık Yalnızlık kitabının yazılış sürecini daha sonraları anlatırken edebiyat çevrelerinden bir dostunun, bir gece evine geldiğini ve ‘Sen yazı yazdığını sanıyorsun. Al da bunu oku.’diyerek önüne bir kitap attığını anlatır. Arkadaşı gittikten sonra Marquez kitabı büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla okur. Bitirir ve yeniden bir kez daha okur. Kitabı bıraktığında tan yeri ağarmaktadır. Kitap Juan Rulfo’nun Pedro Paramo’sudur. Marquez, kitaptan o denli etkilenmiştir ki Yüzyıllık Yalnızlık eserinde Pedro Paramo’dan bir cümle alarak Rulfo’ya bir selam gönderir. Susan Sontag’a göre Marquez, Pedro Paramo’u ezbere bilir.
1955’te yayımlandığı yıl J. Rulfo’nun
romanının karman çormanlığından, bütünlük ve ana fikirden yoksunluğundan,
sahnelerinin birbirinden kopukluğundan ve şematik yapısından dem vuran; derme
çatma bir taslaktan başka bir şey olmadığını, doğru dürüst bir olay örgüsünün
bulunmadığını, birbiriyle bağıntısız öykülerden oluştuğunu ileri süren yorumlar
da eleştirmenler tarafından yöneltilir. Rulfo’nun kitabına yöneltilen bütün bu
kınamalar, romanı bir karakter, olay örgüsü ve üslup birliği olarak gören köhne
anlayıştan kaynaklanıyordu diye açıklar Carlos Fuentes ve şöyle devam eder J.
Rulfo hakkındaki yorumuna: ‘”Rulfo’nun sıçramalı anlatımı, ‘dört başı mamur
romanlar’ bekleyen, mantıktan başka bir şey tanımayan ve hemen kavrayamadıkları
bir yapıt karşısında hoşgörülü davranamayan eleştirmen ve okurları allak bullak
etmişti. Pedro Paramo’nun şiirsel biçime yakınlığı da yalnızca Zola tarzında,
eşyaları, sokakları, kasap dükkânlarını ve kerhaneleri kılı kırk yararcasına
betimeleyen romanları roman saymaya alışmış eleştirmen ve okurlara yabancı
gelmişti.”
Romanın anlatıcısı, babasını (Pedro
Paramo’yu) bulmak için babasının köyüne gelen Pedro Paramo’nun oğullarından
biridir. Fakat çok geçmeden, köye varır
varmaz Pedro Paramo’nun ölmüş olduğunu öğrenir. Aynı zamanda köyde herkesin
babasının Pedro Paramo olduğunu ve Pedro Paramo’nun ‘nefretin ta kendisi’
olduğunu da öğrenir. Gizemli bir köydür Comala.
Juan Preciado (anlatıcı, Pedro Paramo’nun oğlu) köye girince bir kadınla
karşılaşır. Kadın yaşamıyormuş gibidir. Evlerin açık kalmış kapılarından içeri
bakar. Ne çocuklar oynar kapılarda ne de güvercinler vardır.
“Köy yankılarla doludur.
Duvarların oyuklarına ya da taşların altına sıkışmış yankılar. Sokakta yürürken başka ayak sesleri de
duyulur; hışırtılar, kahkahalar gelir insanın kulaklarına. Bugüne kadar gülmekten yorgun düştükleri
izlenimini uyandıran eski kahkahalar.
Kullanıla kullanıla aşınmış sesler.”
Pedro Paramo’nun toprakları, göz
alabildiğine uzanır. Meşru oğlu Juan Preciado’nun mülkü olması gereken
topraklar. Bu toprakları geri almaya gelen Juan, uçsuz bucaksız araziye, kendi
gözleriyle, ama annnesi Dolores Preciado’nun gözlerinden bakar. Her şeyi onun gözlerinden
görür. Annesi, görmesi için kendi gözlerini vermiştir ona. Belleğin seslerine
karışan bir bakıştır bu:
“Dışarıda, avluda bir gidip bir gelen, durmadan gidip gelen ayak
sesleri duyuluyordu, bir de fısıltılar. İçerdeyse, gölgede duran kadın,
gövdesiyle gün ışığını tutan, geçirmeyen kadın, gök kırıntılarının yer yer
sızabildiği kollarıyla ayaklarında ışık damlaları, üstünde durduğu toprak
gözyaşlarıyla sulanmış sanki. Sonra o hıçkırıklar. Yine o ağlama, yumuşak ve
keskin, gövdesini allak bullak eden o keder.”
(s.10)
“Sesler. Gürültüler.
Fısıltılar. Uzak şarkılar:
Sevgilim mendil verdi
Oyası gözyaşından...
Tiz bir sesle kadınlar söylüyordu.” (s.18)
Hayaletlerle dolu bir kasabadır Comala. Juan Preciado bu metruk kasabada okurlarına
öncülük ederken Comala’daki kayıp ruhları hortlakları, onun gözüyle görür,
mezarlardaki sesleri onun kulakları ile işitiriz. Ruhlar eski zamanlardan
gökyüzüne asılı kalmışlardır. Onlar da
insanlar gibi yan yana yaşarlar.
Birbirlerinden farklı ama bir arada varlıklarını sürdürürler. Anlattıklarına göre kutsanmadan ölenlerin
ruhları kıyamet gününe dek yeryüzünde kalırmış, insanlardan uzakta, dağları
kaplayan buzul alanları gibi ıssız yerler sığınır, hiç huzur bulmadan sürüler
halinde dolaşırlarmış. Gene
söylediklerinle göre, yeryüzünde iken kendilerinle acı çektirenlerden intikam
almak ister, onları çağırır, kendilerine çeker, aynı ölümle ölmelerini
sağlarlarmış. Öykü yavaş yavaş çözülür, sonunda Juan Preciado’nun kendisinin de
dehşetle farkına vardığı gibi biz de, Pedro Paramo’nun ölmüş olduğunu anlarız.
“Comala’ya babamı aramaya geldim; dediklerine bakılırsa burada oturuyormuş,
Pedro Paramo adında biriymiş. Annem öyle
dedi; ben de o ölür ölmez babamı görmeye gideceğime söz verdim.....( )...’Ne yap yap, git, bul onu.’ dedi bana.
‘Seni gördüğüne sevinecek biliyorum.”
----------
“Hakkımız olmayan şeyleri ondan istemeye kalkma.’
demişti annem. ‘Yalnız bana vermesi
gerekip de vermediği şeyleri iste. Bizi böyle
unutmasının hesabını sor ondan.’
‘Peki, anne.’
Sözümü tutmak aklımdan bile
geçmiyordu. Ne var ki sonraları
söyledikleri sık sık aklıma geldi; bu konuda düşünmeden, düşler kurmadan, şu
Pedro Paramo denilen adamla ilgili koskoca bir evren yaratmadan edemez
oldum. Bu yüzden geldim Comala’ya.”
--------
“Pedro Paramo benim de babamdır.’ dedi.
‘Bir karga sürüsü gak gak gaklayarak bomboş göğü yardı. Bayırı geçtikten sonra yokuş aşağı yürümeye
başladık yine.
Ilık havayı tepelerde bırakarak dosdoğru o katışıksız sıcağın ortasına
indik; yaprak kımıldamıyordu. Her şey
bir bekleme içindeydi.”
Daha ilk sayfalarda Juan Rulfo
bize ölü bir görünümü olan Comala köyünü tanıtır. Babası olarak bildiği Pedro Paramo da, annesi
de ölmüş olduğuna göre ‘ölüler dünyası’nda bir yolculuğa çıkmaya hazırlar bizi
yazar. Juan Rulfo, mekânını hemen belirlemiştir. Ölüler dünyasında olduğumuza
göre, bu insanların hayatını da bize ancak onların anıları ve aralarındaki diyaloglar
aracılığıyla anlatacaktır. Bu yöntemle, ölülerin sesleri ‘ölüler dünyası’nda
yaşamaya devam eder. Böylece ‘ölüler ülkesi’yle, ‘yaşayanlar ülkesi’ arasında,
ölülerle yaşayanların birbirleriyle konuşabilecekleri bir ülke yaratılır.
‘Ölüler ülkesi’nde olduğumuza
göre ‘zaman’ ı da ortadan kaldırır. Geçmiş zamanı şimdiki zamanın içinde örer.
Her şey ölümle yaşam arasında donmuş bir atmosferdedir artık. Okuma ilerledikçe
anlatıcı da ölüler âlemine karışmıştır. Ve tüm roman karakterleri gibi o da
ölüler diyarından tıpkı canlılar gibi konuşur, hisseder ve hatırlar.
Tüm bu anlatılar zamansızlık
içinde verilirken Comala köyü de bir roman kahramanına dönüşür. Yer yer, küçük
küçük serpiştirilmiş diyaloglarla köy halkı bir bir okuyucuya tanıtılır. Her kişinin anlatısı yer yer parçalanır ve
tekrar ele alınmak üzere bekletilir. Öyküler kâh kaybolur, kâh geri dönerler. Tek
kronolojik olay örgüsü Pedro Paramo’nunkidir. Onu çocukluğunda tanırız, Susana
San Juan’a olan hayranlığını öğreniriz. Delikanlı olarak babasının topraklarına
sahip oluşunu, babasını örnek alarak köylüye uyguladığı baskıcı tutumunu ve
topraklarını genişletmek için yaptığı hilekârlıkları, çalıp çırpmasını,
insanları sebepsiz yere öldürüşünü okuruz.
Pedro Paramo’yu başyapıt yapan öge
parçalanmış anlatısıdır. Metin kopukluklarla, kesintilerle, yeniden
başlamalarla, parçaların art arda ilerlemesiyle dokunur. Yapıtı yan yana eklenen
diyaloglarla örerken, Juan Rulfo da bakışını köy halkının üzerinde bir film
kamerası gibi gezdirir. Okuyucu böylece
köyü ve köy halkını tanımış olur. Köyün parçalı anlatısı yapıtın parçalı
yapısını belirlerken metin ile henüz çözülmeye hazır olmayan köyün tarihi
arasında bir ilişki de böylece kurulmuş olur.
Juan Rulfo “Hiçbir şeyin bütününü görmem.” üzerine
kurulu bir yöntemi kullanarak anlatıyı parçalayarak bakış açılarımızın
çoğalmasını sağlıyor. Gezinen, devinen ‘parçalar’la ilerleyen metin değişken
biçimiyle kabul görmüş yazın kavramını da böylece sarsmış oluyor.
Süreksizlik, kopukluk, parçalılık
Montaigne’in Denemeler’inde öne çıkan
bir özelliktir. Montaigne Kitaplar adlı bölümünde yöntemini şu
biçimde özetler:
“Yazılarımı bir düzene koymak için gelişigüzellikten başka hiçbir
eğitmenim yok. Düşünceler aklıma geldikçe toparlarım; bazen öbek öbek, bazen de
tek tek ve yavaş. Eğer doğru yoldan sapıp yitmiş olsam bile, herkesin benim
doğal ve alışık olduğum adımlamamı görmesini isterim. Olduğum gibi ilerlerim.”
Montaigne’in de dile getirdiği
gibi, bütünlük sunan bir yazı ve yapıt ortaya koymak olası değildir. Kubilay Aktulum Parçalılık, Metinlerarasılık adlı yapıtında Montaigne’in Denemeler’ine şöyle yorum getirir: “Denemeler’in
konusu insanın evrensel ve değişmez özü konusunda bir söylem değil yazarın
kendisi, kendi ben’ini açığa çıkarmak, kendi deneyimlerini anlatmak, kendi
uğradığı değişikliği ele almaktır.” Ve Jean Starobinski’nin ‘devinim halinde’ olan birey hakkındaki şu görüşüne yer verir:
“Diğerleri insanı biçimlendirirler; ben ise açıklarım onu ve sağlıksız
olması nedeniyle yeniden biçimlendirilmek üzere ortaya koyarım. (...) Dünya
sürekli bir tahteravalli gibi. Her şey
sürekli olarak aşağı yukarı gidip geliyor- dünya, Kafkas kayıkları, Mısır
piramitleri- hem evrensel, hem de kendi devinimleriyle. Kararlılığın kendisi son derece yavaş bir
devinimdir. Konumu belirgin kılamıyorum. Sürekli devingen ve doğal bir esriklik
ile salınıp duruyor. Dikkatimi ona doğru yönelttiğimde, onu burada yakalıyorum.
Varlığını belirgin kılamam, geçişini belirgin kılarım; sıradan insanların
söylediği gibi bir çağdan diğer çağa değil, gün ve gün, dakika başına. Öykümü
saatime göre uydurmalıyım, yalnızca gelişigüzel değil, ayrıca bilerek de çok
geçmeden değiştirebilirim onu çünkü. Çeşitli ve değişken olguların bir dizi
olup yerleşmemiş düşüncelerin bir derlemesidir ve arasıra ya benim değişik bir
benliğe bürünüşüm nedeniyle ya da konumu değişik ortamlarda ve diğer koşullarda
ele alışım nedeniyle, çelişkili bir içeriğe iye olacaktır.”
Türk edebiyatında Sevim Burak’ın
yazıyı parçalayarak yarattığı etki Pedro
Paramo’da Juan Ruflo’nun metni parçalayarak yeniden yaratmasına çok çarpıcı
bir benzerlik oluşturur. O da yazıyı parçalayıp, bozup yeniden kurarak bizi de
insanların yalnız ve parçalanmaya açık bir çağda, bireyin parçalanmışlığı
üzerine korkusuzca düşünmeye davet eder. Onun metinlerinde dünya bir bütünlük,
bir süreklilik olarak değil, bir kopukluk, bir parça olarak yaşanır ve
algılanır. Sevim Burak’ın Everest My Lord
adlı yapıtında yazar ‘Yazarın Gölgesi’ olarak karşımıza çıkar. Yazar ‘Yazarın
Gölgesi’nin ardındadır. Ona sirayet eden düşünceyle düşünen kişidir. Onunla birlikte
bütün eşyalar da düşünür. Evin içinde adım adım dolaştıkça, yatak odasına
girdikçe karyolanın etrafında dolandıkça, mutfağa girdikçe, oradan yemek odasına geçtikçe ve evde
durmadan gezindikçe anlıyordum, anlıyordum, der, bir süre anlamak üzerinde
durur, derken birden düşünce, eşyalarda büyük harflerle kendini gösterir. Bireyin doğumudur bu. Everest My Lord eşyalara yansıyan düşüncesinde (Yazarın Gölgesi’nin
düşüncesinde) çocukluğuna giderek kendi doğumunu görür:
“KANAPE
KOLTUK
KOLTUK KOLU
ANLATIYORDU
Oda kapıları açılmış
DÜNYAYA GELİŞİMİ
Artık çevresini saran eşyalar
arasındadır
BAŞIM
YENİ
DOĞAN
AYA
BENZER
YEPYENİYİM
Sesim dudaklarımdan işitilir
HERHALDE BENİM”
Asım Bezirci, Yanık
Saraylar adlı makalesinde, Sevim Burak’ın kahramanlarına şu yorumu getirir:
“...Çokluk mutsuz, yalnız, umarsız kişilerdir. Özellikle kadın karakterler bir
çıkmaz içindedirler. Önlerinde bir kurtuluş yolu yoktur. Hayat onları
istemedikleri durumlara düşürmüştür. Umutları sönmüş, hayal kırıklığına
uğramışlardır. Ummadıkları olaylarla karşılaşmışlardır. Bu bakımdan, aralarında
bir ‘kader beraberliği’ vardır”. Bunun nedenini Asım Bezirci yine aynı
makalesinde Sevim Burak’ın bir konuşmasını aktararak açıklar: “Hikâye insanın doğduğu günden ölümüne kadar
yürüdüğü yolda kendi kendine konuşmasıdır. Bence insanın kendi sesinden başka
duyacağı bir ses ve kendisinden başka anlatmak zorunda olduğu bir şey yoktur.
Ben de kendimi anlatıyorum hikâyelerimde, başka kılıklara girerek, bütün
özlemlerimi harekete getirerek, ne olduğunu, ne olacağını kestirmeye çalışarak,
evhamlarımı, korkularımı körükleyerek, yangına koşarcasına.”
Nilüfer Güngörmüş de Sevim Burak, Birey ve Karanlığı adlı
denemesinde Sevim Burak’ın yazı tekniğini montajla yapılan bir
parçalama-eksiltme tekniği olarak değerlendirir. Sevim Burak’ın bulmacalarını
kendinin inşa ettiğinden söz eder.
Burak’ın öykülerinde zaman da
klasik hikâyedeki zaman akışına uymaz.
Onun hikâyelerindeki zaman
ileriye doğru akan soyut bir zaman değildir. Kendisi şöyle açıklar: “Hikâyelerimdeki
zaman hayattaki gibi ileriye doğru akan soyut bir zaman değildir. Hikâyelerimdeki zaman, kişilerimin
yaşamlarından kopmuş dirimsel hücrelerdir.” Asım Bezirci Sevim Burak’taki
zaman parçalanmasını şöyle açıklar:
“Burak için gerçek yaşayış ile düşler ve anılara yaslanarak yaşama arasında
büyük bir ayrım bulunmaz. Hatta kimi durumlarda, ikisi de bir ve aynı
şeydir. İkisi de ‘yaşanılan’dır. İşte, hikâyelerde geçmişle şimdinin, gerçekle
düşün yan yana ya da üst üste gelmesi, zamandaş olması bundandır.’
Latife Tekin de Sevim Burak gibi Türk
edebiyatının içinde bulunduğu kalıpları, önyargıları, yasakları yıkarak
yapıtının özgürleşmesini sağlayabilmiş, benzersiz bir yazardır. Yapıtlarında
yurdunun insanını, halkını ve toplumunun özelliklerini anlamaya ve anlatmaya
çalışırken insanın sürekli bir oluşum halinde olduğunu vurgular. Yazar her an
çevresini yorumlayarak ondan etkilenir ve bu etki sonucu kendi de bir değişime
uğrar. Bu deneyimini yazıya geçirdiğinde hem çevresini etkiler hem de aldığı
tavır ve görüşleriyle o da bir ölçüde yeni bir kimlik kazanmış olur. Okuyucuyu,
tedirgin ve mutsuz eden, onları sürekli her şeyi sorgulamaya iten bir yaşamla
karşı karşıya getirir. Yazın geleneklerini bozan, yazının sınırlarını zorlayan,
gerçek/gerçekdışı ayrımlarına girmeyen metinlerle dokur yapıtını.
Latife Tekin’in Gece Dersleri parçalanmış bir anlatıdır. Jale Parla bu
anlatıda parçalanmışlığı her şeyden önce dilde, sonra bedende, zamanda, mekânda
ve anlatıyı oluşturan seslerde görür. Metin parçalı, kesintili bir anlatı
zinciri olarak karşımıza çıkar. Nurdan Gürbilek de Gece Dersleri’ ni “kâğıt üzerinde bıraktığı boşluklarla parça parça
algılanan, öyle algılanması istenmiş bir metin” olarak değerlendirir. Ona göre Berci Kristin’in Çöp Masalları’nın bir
duvar halısı gibi dokunmuş bütünlüklü yapısı bozulmuş, cümlelerin tek zamanı,
tek şahsı parçalanmıştır.
“Ben o sekiz yaşındayken artık ölü bir canavardı hayat bilgim. O
örtünün altında öfkeyle kulaklarımı ve burnumun ucunu kestim. Annemin elinden
üstüme sıçrayan o çekirgeden intikam almak için, aşk yüzünden gövdesinde kanlı
delikler açtım. Cebinde kulak parçaları ve yarım bir canavar burnuyla dolaşan
hüzünlü bir katil gibiydim.(…)’Ah, hayatım, hiç benim olmadın…”
Julio Cortazar’ın l963 yılında
yayımlanan Seksek adlı yapıtı onun
geleneksel roman anlayışıyla bağını koparmasının ilk ürünüdür. Metnini bir
seksek oyunu gibi kurgulamış olması daha ilk sayfadan bize ‘Yazmak bir oyunsa,
okumak neden oyun olmasın?’ sorusunu
akla getirir.
Yapıtın hemen ilk girişinde
değişik okuma biçimleri önerilir. Cortazar l55 bölümden oluşan bu yapıtın ilk
56 bölümünü bitirdikten sonra okurun kalan bölümleri okumadan kitabı gönül
rahatlığıyla bırakabileceğini söyler. Diğer bir çizgisel olmayan bir okuma
biçimi ise 73. bölümden başlayarak yazarın öngördüğü bir çizelgeyi izleyerek
okumaktır. Bu okuma şeklinde her bölümün sonunda bir sonraki bölümün numarası verilerek
yazar okuyucuyu yeni bir bölüme yönlendirir. Okur bir bölümden diğerine tıpkı seksek
oynar gibi bölümden bölüme atlayıp zıplayarak kitabı okumuş olur. Bu arada
yazar okuyucuya tuzak hazırlamayı da ihmal etmez. Önünde sonunda bir oyundur
oynanan. Yazar sizi 82. bölüme yönlendirir ama ortada 82. bölüm yoktur. 81. bölümden
ise iki tane vardır. Her seçim sizi başka alanlara götürür. En son bölüm ise sizi kitabın başına değil
123. bölüme, oradan 58. bölüme ve sonra yine 123. bölüme gönderdiği için Cortazar
daldan dala atlayan okuyucuyu çıkışı olmayan seksek kareleri içine hapsetmiş
olur. Bu Kitabı Okuma Biçimi başlığı
altında kitap okuma önerisi yapılarak yapıtın yan yana getirilmiş metinlerin
kopukluk, süreksizlik özelliğini öne çıkarır. Dağınık, düzensiz bir yapıt
okuyacağımız bir bakıma baştan bildirilir. Böylece hem romanının yapısal özelliği belirtilir hem de
yazarın bu seçimi istemli yapmış olduğu vurgulanır. Bu dağınık, süreksizliğin
egemen olduğu yapıt karşısında okur- yazarla birlikte- yönünü kaybeder. Roman,
bu nedenle, birbirine eklenmiş, tam bir bütünlük sunmayan bir yapboz imgesi
yaratmış olur. Yapbozun parçalarını bir türlü bir araya getiremeyen yazar da
parçaların dağınık olduğunu üstüne alır, çünkü dağınıklık, kopukluk,
parçalanmışlık yapıtın, yazının olduğu kadar yaşamın da bir özelliğidir. Yazar,
Oliveira’ya hayatın kendisinin de bir oyun olduğunu söyletir. (s.386)
Cortazar bir bütünlük kurma,
tutarlılık yaratma kaygısı karşısında, herhangi bir sınırlama dayatılması
düşüncesine bu yolla karşı çıkmış olur.
Çünkü o da Aragon gibi romanı “karma yapıda, bir sınırsızlık, bir deneyim
alanı, çeşitli türlerin, çeşitli alanlara ait unsurların bir araya getirildiği,
bir kuraldışılık yeri” olarak tanımlar. Roman bir sınırsızlık alanıdır.
Gerek basit gerek karmaşık her
edebiyat yapıtı bizi bir yolculuğa çıkarır. Okuma eylemi bir araştırmayı
üzerimize aldığımıza dair yazar ile okur arasında gerçekleşen sessiz bir sözleşmedir.
Biz bu okumalarda ne bulacağımızı bilmeyiz. Gelenekçi yazarlar yola çıkmadan
bilirler rotalarını. Onların verecekleri bir şey yoktur. Çünkü bize bilineni
anlatırlar. Breton da “soğuk usun denetimi altında, başı sonu belli düzyazı
yapıtları oluşturmanın kısır bir çaba” olduğunu söyler.
Birtakım yazarlar ise sorular
sorar. Kimisi sorularını sormadan birtakım cevap yükler bize. Ancak yazın
alanında, önemli olan soru sormak veya cevap bulmak ya da bulmamak değildir. Soruları sorup cevaplandıran da, soruları
sorup cevaplandırmayan da yazarın kendisidir. Çünkü bir yazar, yaşayan bir dünyadır.
Yazarın başarısı, dünyasını kendi özgün diliyle yansıtabilmekteki becerisinde
yatar. Metni canlı kılan, onun yaşamasını sağlayan o yapıtın okuyucuya
aktarılış biçimidir. Her yazar kendi yazın kurallarını uyguladığı oranda önem
kazanır. Doyurucu bir sanat tanımı henüz yapılamamıştır. Eugene Ionesco, “Bir
yapıt kendi değilse, başka her şeyden özgür, ender bir varlık olamıyorsa
kötüdür.” demekle, bir yapıtın yerine yenisinin getirilemezliğini, başka bir
şeyle değiştirilemezliğini, yapıtın başarısı olarak değerlendirir.
Kimi zaman okuduğumuz kitaplarda
cevapların sorulara tam birer karşılık olmadığını, kimi zaman da soruların
yanlış düşüncelere bağlandığını görürüz. Ionesco tüm öğretilerin geçici
olduğunu söyler. Sanatta görülen her yenilikte bir tepki, bir başkaldırı yatar.
Bu isyan sanatın özüne karşı değil, yozlaşan, durgunlaşan bir sanata karşı
sanatçının tepkisidir. Sanatı sanatçının kendi tamamlanmamışlığını,
bütünlenmemişliğini, çelişkiliğini, kendini bütünleme çabası içinde yaratacılığından yararlanarak kendine
özgür bir alan kurma çabası olarak düşünebiliriz. Sanatçı için bu alan uçsuz
bucaksız, peşinden koşulması, keşfedilmesi gereken bir bilinmeyene dönüşen bir mekân
olur. Yazar sonsuz bir alana ayak atmıştır artık. Yazar kendi yarattığı bu alanda
özgürdür. Bize yeni bir sesle, konuşmak bizi şaşırtmak ister. Kendini yazınla anlatmak,
açığa vurmak ister. Çünkü edebiyat, yaşamın içinden çıkar ve yaşamın ta
kendisidir.
12 Ekim,
2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder