Sadık Hidayet’in Nedim Gürsel’in “Uykusuzlar” adlı öykü kahramanı gibi böyle konuşmuş olduğunu düşlerim.
“Benim olmayan bir bilinçsizlik
getirdiğinden esrar içiyorum artık. Kendimi hiç uyumadan, hiçbir şey düşünmeden yaşamaya alıştırıyorum. Ne tam
bilinçsizlik ne de bilinç. Böylece dinginliğin
sınırına yaklaştım bile. Gürültülü büyük şehirler, her sabah kül rengi bir dünyaya uyanmanın sıkıntısı
silindi bilincimden. Yaşamla ölümün arasındaki
o huzurlu boşluğa, sürekli yarı bilinç durumuna geçişin belirtilerini duyuyorum.”
(Nedim Gürsel, Uykusuzlar Öyküsü)
Açmazları,
acıları, arayışları ve sorularıyla, yirminci yüzyıl modern İran edebiyatının en
önemli isimlerinden biri olarak anılmayı başarabilmiş bir yazar olarak Sadık Hidayet
de, tıpkı Kafka gibi, öykülerinde bunaltılı, karabasanlı bir dünya çizdi;
yalnızlık, gerçek dünyadan kaçış, boşluk duygusu ve ölüm gibi temel izleklerini
sürdürdü. Roman ve hikâyelerinin konularını yoksul halk kesimlerinden alan, gerçekleri
sosyal devrimci bir yaklaşımla ve korku yüklü fantastik bir hava içinde veren
yazar, bir yandan da yalnız adamın varlık nedenlerini araştırdı.
Ancak intihar düşüncesi, içinde sarsılmaz derin bir yer etti. Hayatı boyunca birçok intihar girişiminde bulundu. Eserlerinde değişmez izlekleri olan ölüm, ruh ve ahiret üzerine tartıştı.
Ancak intihar düşüncesi, içinde sarsılmaz derin bir yer etti. Hayatı boyunca birçok intihar girişiminde bulundu. Eserlerinde değişmez izlekleri olan ölüm, ruh ve ahiret üzerine tartıştı.
Sadık
Hidayet, 17 Şubat 1903 yılında toprak sahibi, nüfuzlu bir ailenin çocuğu olarak
Tahran’da doğdu. Kentin Fransız Lisesinde eğitim gördü. 1925 yılında Avrupa’ya
gitti. Diş hekimliğine ilgisi kısa sürünce, mühendislik okumak istedi. Bu
amaçla Belçika’ya gitti. Ne var ki edebiyata olan tutkusu onun mühendislik
öğrenimini yarıda bırakmasına ve Paris’e gitmesine neden oldu.
Paris’te bohem hayat tarzına özendi. Bu derbeder hayat tarzından vazgeçip araştırmacı bir kimliğe büründü. Paris’te Fransız dili ve edebiyatını yakından inceledi, ilk öykülerini de bu şehirde yazdı.
Maupassant, Çehov, Rilke, Poe, Dostoyevski ve çağdaşı olan Kafka’nın eserlerini inceledi. Kafka’nın birçok yapıtı yanında Ceza’yı birçok dipnot kullanarak Farsça’ya çevirdi. Rainer Maria Rilke’nin 1926 yılında ölümü, Sadık Hidayet’i derinden sarstı. Bu durum onun Ölüm başlığı altında deneme yazmasına yol açtı. Aynı yıl Marne Nehri’ne atlayarak intihar etmek istediyse de kurtarıldı.
1930 yılında İran’a dönen yazar Tahran’da ilerici çevreler içinde önemli bir figür haline geldi. Bu dönem içerisinde İran’ın tarihini, folklorunu ve geleneksel inançlarını inceledi. 1932’de Mojtaba Minavi, Mesud Farzad ve Bozorg Alavi ile birlikte geleneksel İran edebiyatını sert bir üslupla eleştiren Rab’a Kulübünü kurdu.
Yazılarında monarşi ve ruhban sınıfına karşı savaş açtı. Zamanın sosyopolitik problemlerinin de etkisiyle, İran'ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve ruhban sınıfına yoğun eleştiriler yöneltmeye başladı. Eserleri aracılığıyla, bu iki kurumun suiistimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu gösterme çabasına girdi. Monarşi karşıtı düşünceleri ve sert eleştirileri Şah’ın dikkatini çekti. Rab’a Kulübü kapatıldı. Bunun üzerine uzun zamandır ilgi duyduğu Budizm, Zerdüştilik ve Hinduizm dinlerini araştırıp incelemek üzere Hindistan’a gitti. Azamice ve Sanskritçe öğrendi. Buda’ya atfedilen Budist metinleri Fransızcaya çevirdi. Hindistan’da geçen yıllarının büyük bir bölümünü Bombay’daki İranlı Zerdüştiler arasında geçirdi. Sonraki yıllarda tekrar Tahran’a dönen Sadık Hidayet, Müzik Dergisi’nde ve Güzel Sanatlar Fakültesinde çeşitli çalışmalar yaptı.
Sadık Hidayet’in 1923 yılında yayımlanan ilk çalışması Hayyam’ın Teraneleri’nde Hayyam’ın çok yönlü kişiliğini, eserlerini, rubailerini inceledi. Kitabın ön sözünde, “Hayam felsefesi hiçbir zaman tazeliğini yitirmeyecek. Rubailerle çağlar boyu insanı şaşırtmış, yanıltmış, önemli, karanlık bütün felsefi sorunlar ele alınıyor. İnsana zorla kabul ettirilen düşünceler inceleniyor, çözülmeden kalmış sırlar araştırılıyor. Hayyam’ın feryatları; hep spekülasyonlarla ezilmiş milyonlarca insandaki acının, kaygının, yılgınlığın, korkunun, ümit ve ümitsizliklerin yankısıdır.” der.
1927 yılında çıkan Vejetaryenliğin Yararları bir hayat kılavuzudur. Kendisi de vejetaryen olan yazar, Hazreti Ali’nin “ Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın.” sözüyle başladığı kitapta vejetaryenliği tüm boyutlarıyla inceledi.
1930’da İran’a döndükten sonra yazdığı ilk öykü kitabı olan Diri Gömülen’de hayatı boyunca onun en belirgin özelliği olacak olan ölüm saplantısını, hayata ve anlaşılmaya dair kaygılarını karamsar bir üslupla dile getirdi.
1932 yılında Üç Damla Kan adlı öykü kitabında, gerici ve yoz geleneklerin, insanların özellikle genç kızların hayatına nasıl mal olduğunu gözler önüne seriyordu. Geleneksel aile bağları, yozlaşmış töreler ve klasik feodal ilişkilerin girdabında kendi hayatlarına sessizce son veren insanların acılı öykülerini sade cümlelerle dile getiriyordu.
Paris’te bohem hayat tarzına özendi. Bu derbeder hayat tarzından vazgeçip araştırmacı bir kimliğe büründü. Paris’te Fransız dili ve edebiyatını yakından inceledi, ilk öykülerini de bu şehirde yazdı.
Maupassant, Çehov, Rilke, Poe, Dostoyevski ve çağdaşı olan Kafka’nın eserlerini inceledi. Kafka’nın birçok yapıtı yanında Ceza’yı birçok dipnot kullanarak Farsça’ya çevirdi. Rainer Maria Rilke’nin 1926 yılında ölümü, Sadık Hidayet’i derinden sarstı. Bu durum onun Ölüm başlığı altında deneme yazmasına yol açtı. Aynı yıl Marne Nehri’ne atlayarak intihar etmek istediyse de kurtarıldı.
1930 yılında İran’a dönen yazar Tahran’da ilerici çevreler içinde önemli bir figür haline geldi. Bu dönem içerisinde İran’ın tarihini, folklorunu ve geleneksel inançlarını inceledi. 1932’de Mojtaba Minavi, Mesud Farzad ve Bozorg Alavi ile birlikte geleneksel İran edebiyatını sert bir üslupla eleştiren Rab’a Kulübünü kurdu.
Yazılarında monarşi ve ruhban sınıfına karşı savaş açtı. Zamanın sosyopolitik problemlerinin de etkisiyle, İran'ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve ruhban sınıfına yoğun eleştiriler yöneltmeye başladı. Eserleri aracılığıyla, bu iki kurumun suiistimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu gösterme çabasına girdi. Monarşi karşıtı düşünceleri ve sert eleştirileri Şah’ın dikkatini çekti. Rab’a Kulübü kapatıldı. Bunun üzerine uzun zamandır ilgi duyduğu Budizm, Zerdüştilik ve Hinduizm dinlerini araştırıp incelemek üzere Hindistan’a gitti. Azamice ve Sanskritçe öğrendi. Buda’ya atfedilen Budist metinleri Fransızcaya çevirdi. Hindistan’da geçen yıllarının büyük bir bölümünü Bombay’daki İranlı Zerdüştiler arasında geçirdi. Sonraki yıllarda tekrar Tahran’a dönen Sadık Hidayet, Müzik Dergisi’nde ve Güzel Sanatlar Fakültesinde çeşitli çalışmalar yaptı.
Sadık Hidayet’in 1923 yılında yayımlanan ilk çalışması Hayyam’ın Teraneleri’nde Hayyam’ın çok yönlü kişiliğini, eserlerini, rubailerini inceledi. Kitabın ön sözünde, “Hayam felsefesi hiçbir zaman tazeliğini yitirmeyecek. Rubailerle çağlar boyu insanı şaşırtmış, yanıltmış, önemli, karanlık bütün felsefi sorunlar ele alınıyor. İnsana zorla kabul ettirilen düşünceler inceleniyor, çözülmeden kalmış sırlar araştırılıyor. Hayyam’ın feryatları; hep spekülasyonlarla ezilmiş milyonlarca insandaki acının, kaygının, yılgınlığın, korkunun, ümit ve ümitsizliklerin yankısıdır.” der.
1927 yılında çıkan Vejetaryenliğin Yararları bir hayat kılavuzudur. Kendisi de vejetaryen olan yazar, Hazreti Ali’nin “ Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın.” sözüyle başladığı kitapta vejetaryenliği tüm boyutlarıyla inceledi.
1930’da İran’a döndükten sonra yazdığı ilk öykü kitabı olan Diri Gömülen’de hayatı boyunca onun en belirgin özelliği olacak olan ölüm saplantısını, hayata ve anlaşılmaya dair kaygılarını karamsar bir üslupla dile getirdi.
1932 yılında Üç Damla Kan adlı öykü kitabında, gerici ve yoz geleneklerin, insanların özellikle genç kızların hayatına nasıl mal olduğunu gözler önüne seriyordu. Geleneksel aile bağları, yozlaşmış töreler ve klasik feodal ilişkilerin girdabında kendi hayatlarına sessizce son veren insanların acılı öykülerini sade cümlelerle dile getiriyordu.
Sadık Hidayet, 1933 yılında yayımlattığı toplam yedi öyküden oluşan Alacakaranlık adlı yapıtında, diğer öykülerinde olduğu üzere 1930’lu yıllar İran’ının geri kalmışlığını ve idare tarzını dolaylı bir üslupla anlattı. Öykülerinde çok eşlilik, dayak, sevgisizlik, hurafeler, esrar bağımlılığı ve sıtma gibi konuları ele aldı. Budizm ışığında hayatı ve ölümü işledi.
Bütün
eserleri arasında başyapıtı sayılan ve en tanınmış eseri Kör Baykuş’u 1936 yılında yazmasına rağmen, kitap
İran’da 1941 yılına kadar basılamadı. Philippe Soupault “Yirminci yüzyılın imgelemsel edebiyatında bir başyapıt”, Andre
Breton’un ise “Başyapıt diye bir şey
varsa o da budur.” sözleriyle nitelediği bu kült roman, pek çok dile
çevrilmiş, pek çok ülkenin edebiyat tarihinde özel bir etki bırakmıştı. Roman,
daha çok sessizce katlanılan bir acının ifadesidir. Kör Baykuş bir haykırış, insanın acıları ve kaygıları üzerine bir
çığlıktır. Türkçeye de Behçet Necatiğil tarafından çevrilen ve 1977 yılında
Varlık Yayınları tarafından basılan bu romanda, bir ressam, ölümün varlığının düşsel olan her
şeyi yok ettiği hummalı, ölümcül kâbuslar görmektedir. Hidayet, hayatının
bunalımlarını ve karanlık gerçeklerini semboller, alegoriler ve sanrılarla
şiirsel bir plana yükseltir. Afyon tiryakisi bir ruh hastasının, güzellik ve
dürüstlüğü aradığı yolda yenik düşerek kendini şeytana teslim edişini anlatır. Romanda
yer alan karakterler aslında aynı kişinin değişik varyasyonlarıdır. Âdeta
geleneksel İran inanışlarındaki “hulûl”ü* (Tanrı’nın veya kutsal bazı kişilerin
alelade bir insan görünümünde tecelli edişi) hatırlatırcasına sürekli
birbirlerine dönüşen kahramanların dünyasında geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman;
gerçekle hayal tamamen birbirine karışmıştır. Değişik tiplemeler baba, amca,
arabacı, mezarcı, ihtiyar hurdacı ve nihayet romanın kahramanı aslında tek
kişidir. Olaylar arasında mantıklı bir
sebep-sonuç ilişkisi yoktur. Olaylar
masal mantığı içinde gerçek bir hayatı yansıtır.
1942 yılında yayımladığı Aylak Köpek adlı yapıtında ise başıboş bir köpeğin başına gelenlerle, herkesin bu köpeğin yok olmasını istemesini anlatır. 1945 yılında çıkan Hacı Ağa adlı eserinde ise okur, İran’ın sermaye çevrelerinin, dini bile çıkarlarına alet etmekten çekinmeyen yüzsüz politikacıların ipliğini pazara çıkaran gerçekçi taşlama yazarı yönüyle karşılaşır.
1944 yılında Sadık Hidayet Özbekistan’da bir yolculuğa çıktı ve son kitabı Yarın’ı kaleme aldı. Bu son kitabı 1946’da yayımlandı. Hayatının bundan sonraki kısmı ise uyuşturucu ve alkolden kaynaklanan sorunlarla geçti. 1950’de Paris’e yerleşen Hidayet, İkinci Dünya Savaşı’nın yerle bir ettiği şehirde büyük bir hayal kırıklığına düştü. Bilinci kendisini ifade edemeyecek kadar bulanıktı. Yaşadığı bunalımlar sonucunda 1951 yılının 9 Nisan’ında yeniden intihara teşebbüs etti ve bu sefer başardı. Çaresizliğinin bir dışa vurumu, çaresizliğinin bir başka türlü anlatımıydı. Kendi gerçekliğini değiştirme konusundaki bir çaresizliğin anlatımıydı. Ölümünü yirmi beş yıllık arkadaşı Bozorg Alevi şöyle anlatır: "Paris’te günlerce havagazlı bir apartman aradı; Championnet Caddesi’nde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları yanı başında yerde duruyordu." Yılmaz Güney’inde yattığı Pere Lachaise Mezarlığı’na gömüldü.
Sadık Hidayet tüm hayatını Batı edebiyatı çalışmalarına ve İran tarihi ile folklorunu araştırmaya adadı. En çok Guy de Maupassant, Çehov, Rilke, E. A. Poe ve Kafka'nın eserleriyle ilgilendi. Hidayet birçok hikâye, kısa roman, iki tarihî dram, bir oyun, bir seyahatname ile bir dizi yergili komedi ve taslak kaleme aldı. Yazıları arasında ayrıca birçok edebiyat eleştirisi, İran folkloru ile ilgili araştırmalar, Fransızcadan Farsçaya çeviriler yaptı. İran dili ve edebiyatını uluslararası çağdaş edebiyatın bir parçası haline getiren yazar olarak kabul gördü.
Bir yazar
olmanın anlamını bilir, bunun bir özentiden çok bir yaşayış tarzı, bir dünyaya
bakış tarzı olduğunu duyumsar. Kör Baykuş
romanında çıkış noktası kendisidir. Kendini yiyip bitiren sanatçının o hiç
eksilmeyen ebedî acısını dile getirir. Varacağı, yiteceği yer, yine kendisi
olur.
“En önemli felsefe edimi insanın
kendi kendini öldürmesidir. Her gerçek felsefenin başlangıç noktası budur.” 1800’lerde
Alman romantiği Novalis’in bir cümlesidir bu. Sartre ilk büyük felsefe kitabı Varlık ve Hiçlik’te “İntihar, dünyada olmanın bir başka yoludur.”
der. Kişinin kendisine doğumuyla verilmiş bu yaşamı değiştirmesi, kendi
kendisini olanakları içerisinde gerçekleştirmesi, bu yolda karşılaşacağı olumlu
ya da olumsuz, mutlu ya da mutsuz, başarılı ya da başarısız sonuçlar kişinin
kendi seçiminin sonucudur. Yaşamı bilinçle seçen insan bu dünyada olmayı ve
bunun başarısızlıklarını, mutsuzluklarını, bozgunlarını da seçiyor demektir.
Ölümü seçen insan ne mutsuz olmak ne mutlu olmak ne başarıya koşmak ister. Hiçbir
şey ilgilendirmez onu. Yaşamına kendi eliyle son veren birçok insan dış dünya
ile barışık olmayan kişilerdir. Özledikleri dünyanın hiçbir zaman
gerçekleşmeyeceğine olan inançları her zaman ağır basar. Edebiyat ve sanat
dünyasında kendi eliyle ölümünü seçen insanlar arasında Paris’in bir sokağında
bir gece fenerine kendisini asan Gerard de Nerval; yüreği ve kafasıyla, bir
düzeni değiştirecek yerine yepyeni bir düzen kuracak devrime inanmış
Mayakovski, hiçbir şey başarmadığına, başaramayacağına inanarak tabancasını
ateşlemiş olan Van Gogh, başkalarının yaşamına kendilerinkinden daha çok, belki
de daha büyük bir tutkuyla eğilmiş Jack London ve Hemingway, bir otel odasında
intiharı seçen Pavese, her satırını kanıyla yazdığını söyleyen Raymond Roussel
gibi daha niceleri… İntiharı seçen bu insanların ölümü seçmiş olmaktan çok
yaşamı o günkü koşulları içinde reddetmeleri söz konusudur. Yalnız o günkü
dünyayı değil gelecekteki dünya için de umutsuzluk kaygısı taşıyan ve intihar
düşüncesini akılarından hiç çıkarmayan bu insanların içinde yaşama karşı bir
başkaldırı, bir karşı koyuş düşüncesi vardır. Dünyanın düzenini kabul etmeyen,
ona uygun bir yaşamı seçmeyen bu insanlar yaşama aykırılaşırlar. Dünyayı ve
yaşamı değiştirmenin yollarını ararlar. Bu istek imkânsızdır; dolayısıyla
özlemden öteye gitmez. Kişi dünyaya yabancılaşır, kendi özel kurtuluşunu
intiharda bulur. Kör Baykuş’ta şöyle
dile getirir bu yabancılaşmayı Sadık Hidayet:
“Hayat
tecrübelerimle şu yargıya vardım ki başkalarıyla
benim aramda korkunç bir uçurum var,
anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi
yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir.” (s.15)
Sadık
Hidayet yaşamdan korkunç bir acı çeker. Var olmanın açlığını duyar. Oradan
oraya sürüklenen, gücünü dışarıya vuramayan bir topal “ben”dir. Oradan oraya
sürüklenen “ben”, gücünü dışarıya vuramayan “ben” güçsüzlüğünü duyumsar. Bu
güçsüzlüğü, onda yıkıcı bir güce dönüşür.
Var olmak istemez. Ölümü
arzular. Ölüm düşüncesi zevkin de
ötesine geçen bir zevk olur. Bütün gözlerden uzak, karanlığa ve sessizliğe
gömülür, kendini sonsuzluğa bırakır. Ölünün arkasından söylenen“ Allah rahmet
eylesin, rahata erdi!” sözleri ölümün bir kurtuluş olduğunu söylemez mi? Evet, onun için ölüm bir kurtuluştur. (s.67)
“Bu güçsüzlük
insanlığın en önemli ve en başta gelen güçsüzlüğüdür. Yıkmaya var olmamaya.” der
Antonin Artaud. Onu yalnız ölüm kurtaracaktır. Bütün aldanışlardan, bütün
azaplardan kurtaracak olan ölüm, onu hiçlik ülkesine, boşluklara gömecektir. Ancak
ölümle dünya ile birleşecektir: Varlığı çevresindeki bütün varlıklarla,
etrafındaki kımıldayan gölgelerle bağlantı kurar. Taa derinden, çözülemez bir
biçimde dünya ile birleşmiştir. Varlıkların ve tabiatın ahengine kapılmıştır. (
s.26)
Ölümü arzulamak, ölü
olmaktan keyif almak
“Tam bir sessizlik hüküm sürüyordu.
Öyle bir duygu: Herkes beni terk etmişti. Cansız varlıklara sığınıyordum. Doğa ile aramda bir bağ
kurulmuştu, ruhuma inmiş, çökmüş karanlıkla
benim aramda bir bağ. Böyle bir sessizlik bizim anlamadığımız bir lisan gibidir. Duyduğum şiddetli keyiften başım
dönüyordu, bir bulantı hissediyordum ve bacaklarımda
bir gevşeme. Üzerime sonsuz bir yorgunluk çöktü.” (s.33)
“Ben ölmeyi, beden hücrelerimin
çürümesini öyle çok düşündüm ki, korkmaz oldum ölümden;
hayır, aksine, yok olmayı gerçekten ister oldum.” (s.68)
“Yalnız ölüm yalan söylemez!
(…)Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından
bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi.” (s.69)
“Bir tanrı olmuştum, tanrıdan da
büyüktüm, çünkü içimde sonsuz, ebedî bir ırmağın aktığını hissediyordum.” (s.76)
“Şimdi anlıyorum, ben bir yarı -tanrı
olmuştum, insanların küçük, adi bütün ihtiyaçlarının
ötesindeydi. İçimde ebediyetin aktığını hissediyordum.” ( s.81)
Sadık
Hidayet bir sağanak gibi duyumsar ölümü. “Benim
odam da bir tabut değil miydi, yatağım mezardan daha soğuk, daha karanlık değil
miydi? O yatak ki hep hazırdı ve beni uykuya çağırıyordu! Bir tabutta olduğum
duygusunu sık sık yaşamışımdır.” (s.68) Bir yığın zevkle dönüp dolanan
çıkmazlarla, bir şimşeğin bir anlık çakışı gibi ölüm düşüncesi onun yakasını
hiç bırakmaz ve işte, birden, bir yumruk gibi, yazgısını reddeder, isteyerek
kendini yaşamdan koparır.
Evren İle İlişkisi
“Ben kendim geçmiş nesillerin bir
toplamı değil miydim, onların tecrübeleri bana miras kalmamış mıydı? Geçmiş,
bende benimle yaşamıyor mu?” ( s.62)
Şimdiki zamanla geçmiş zaman; anı, rüya ve
hayal olarak birbiriyle kaynaşır. Sebep-sonuç arasında bir nedensellik olmasa
da olaylar hiç şüphesiz gerçek hayattan alınmıştır. Korkular, özlemler, ümit, ümitsizlik
insan yaşamında olduğu gibi bu olay örgüsü içinde yan yana yer alır. “Geçmiş,
gelecek, saat, gün, ay ve yıl, hepsi aynı şey… Hayat bana tek ve değişmez bir mevsim oldu hep. Bu hayat bir
soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti âdeta…” ( s.41)
Sadık Hidayet ve
Yazmak üzerine
“Yazmak bir ihtiyaçtı, zorunlu bir
görevdi benim için. Uzun süredir bana
işkence eden bu devi öldürmek
istiyordum, çektiklerimi kâğıda geçirmek istiyordum, bir iki tereddütten sonra lambayı yakınıma koydum
ve yazmaya başladım şöylece.” ( s.38)
“Acaba bir baştan bir başa hayat,
gülünç bir kıssa, inanılmaz ve ahmakça bir masal değil midir? Acaba ben kendi masalımı yazmıyor muyum?” (s.51)
Sadık Hidayet’te
Rilke’nin Etkisi
“…ne çok insan yüzü varmış da hiç farkına
varmamışım. Bir sürü insan var fakat yüz
daha fazla, çünkü her insanın yüzü
birkaç tane. Aynı yüzü yıllar yılı
taşıyanlar var; tabii eskir bu yüz, kirlenir, kıvrımlarından aşınır,
yolculukta giyilen eldivenler gibi bollaşır. Tutumlu, basit kimselerdir bu gibiler;
yüzlerini değiştirmez, temizlemeye bile vermezler.(…)
Başkaları, yüzlerini korkunç bir çabuklukla takar takar, eskitirler.(…) Ama tabii, bir gün gelir başlar
trajedi: Yüzlerini sakınmaya, idareli
kullanmaya alışmamışlardır; sonuncu
suratlarını bir haftada eskitip delik deşik ederler, birçok yerleri kâğıt gibi incelir, giderek astar
gözükür; yüz olmaktan çıkar yüz ve bununla dolaşırlar.”
(s.9)
Bunlar
Rilke’nin maskeler üzerindeki sözleri. Kör
Baykuş’ta Sadık Hidayet şöyle söz ediyor maskelerden:
“Hayat, soğuk, kayıtsız, herkesin maskelerini
çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur
herkesin. Fakat bazıları hep aynı
maskeyi kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır
bu maske. Tutumlu kimselerdir
bunlar. Bir kısmı evlatlarına saklarlar maskelerini; bir kısmı da vardır ki
boyuna maske değiştirirler, ama yaşlandıklarında görürler ki bir sonuncu maske kalmış ellerinde ve bu da pek
çabuk eskir, o zamana maskenin
gerisinden gerçek yüzleri çıkar ortaya.”
Hayatını
gözden geçirdiğinde boğazını sıkıştıran, ona hüzün veren bir şeyler vardır
içinde. Kısa yaşamında yüzlerce yıllık
bir inzivada yaşadığını duyumsar. Ölüm ve mutsuzluk. Onun yaşama isteğini
elinden çekip alacak kadar büyük bir mutsuzluktur yaşadığı. Üst üste gelen
mutsuzluklar… Yaşamı yaşanır kılan küçük
şeyleri ezici bir dengesizlikle silip görünmez hale getiren mutsuzluklar… Issız bir göl gibi… Her şeyden kopuk, bomboş,
yapayalnız. Masanın üstündeki sepetine
daldırır elini; yıllardır okumadığı defterleri karıştırmaya başlar. Neden yazmıştı? Yaşadıklarını kendine doğrulatmak,
hesaplaşmak, çözmek, kendini öğrenmek, bilinçaltına girmek, içindeki yaraları
iyileştirmek için mi? İnsanları ve yaşamı anlamak için mi? Yazdığı, sorguladığı soruların ağırlından mı
kurtulmak ister? Sorular cevapsız sorular getirir. Zaman ileri doğru gidiyordu
ve her yaşanan an, yalnızca bir kez öyle yaşanıyordu. Yazmak ise yaratmaktı,
yaşanandan farklı başka bir eylemdi. Defterleri arasında gidip geliyordu. O
defterlerde yaşamadıkları, korkuları, arzuları, düşleri vardı; onların hepsini orada harmanlamıştı. Oysa
yaşanan bir kezdi ve yakalanamazdı. En içten haliyle yazdıkları, kendi
yaratılarıydı. Kendinin bir yansımasıydı. Yaşananlar yazıldıkça incecik bir
süzgeçten geçiyordu. Bilinçaltı gibi… Ve yazılan her şey, gerçekten farklı
oluyordu. Yazmak, yaşantıyı ifade etmenin bir yoluydu ve bu haliyle yaşamın taa
kendisiydi.
Her eylem
doğası gereği kişiliğinizi dış dünyaya yansıtır. Hüzün duyarlı insanların
harcıdır. Hidayet’in suçu yazmaktı… Hikâyeler yazdı, tarihî oyunlar kaleme aldı.
Bir seyahatnameye imza attı; dergilerde yazdıkları yayımlandı. Edebiyat eleştirileri
ve Fransızcadan çeviriler yaptı. İnsanın evrendeki yerini sorgulayan yazılar
yazdı. Kendi dilinin, dünya edebiyatının bir parçası haline gelmesi için çalıştı.
Bunu da başardı.
“Hayat ve ölüm ebedî bir çemberdir.
Parçalanır, toprak oluruz, toprağımızdan yeni çömlekler,
testiler yapılır, ama ölümden sonra yaşamayı sürdürmek konusunda hiçbir şey bilinmez.” Bozorg Alevi.
Şubat 2010
Kaynakça
Arthur Artaud, “İntihar
bir çıkış yolu mudur?” Yeni Dergi
Ölümün Lafazan
Çığlıklarının Med-Cezirinde Hayyamla Kafka Arasında Doğulu Bir Aydın
http://www.odasanat.org/index.php/2008/l0/292
Mehmet Kanar, Sadık
Hidayet, Hidayetname, YKY, 2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder