28 Aralık 2013 Cumartesi

Kendi Varlığına Yetişemeyen Bir Şair Fernando Pessoa



           Her ulusun kendi büyük şairi vardır. Shakespeare, Goethe, Puşkin, Victor Hugo. Bu adlar ait oldukları memleketlerin üstünde millî bayrak gibi dalgalanır.  Amerikada’da bu bayrak ad, Walt Whitman’dır. Portekiz’de Fernando Pessoa. 1988 yılında Lizbon’da doğan Pessoa ilk şiirini yedi yaşında iken annesi için yazmış.
“sevgili anneme,  buradayım  doğduğum topraklarda  ne kadar sevsem de onu  ondan      daha çok seviyorum seni.”
            13 Haziran 1888’de Lizbon’da doğan Pessoa, 1896’dan 1905’e kadar, üvey babasının konsolos olarak görev yaptığı Güney Afrika’da yaşar. Orada İngilizce eğitim gören Pessoa 1905’ te Portekiz’e geri döner. Üniversiteye kaydolur ama bir süre sonra  üniversite eğitiminden vazgeçer. Akraba yanlarında, kiralık evlerde tercümeler yaparak zar zor hayatını kazanır. Eleştiriler yazar. Gazete çıkarır ama başarılı olamaz. 1912’ de şiir yazmaya başlar. Yirmi yaşındaki Pessoa, hayatını bir şair, bir edebiyatçı gibi şekillendirmeye karar vermiş izlenimini verir. Alexander Search takma adıyla şiirler yazar. 19. yüzyılın idealist düşün sistemiyle, Hegel, Schopenhauer ve Nietzsche’yle, sembolistler, realistler ve romantiklerle yaptığı hesaplaşma, onun düşünce yapısını etkiler. Günlük keşmekeşin tekdüzeliği ve anlamsızlığı ona acı verir. Ona göre hayat hızla akıp gitmekte, o, hayata dokunamamaktadır. 
            Portekiz’e dönmesinden sonra, öldüğü 30 Kasım 1935’e dek, Lizbon’dan ayrılmamıştı. Öldüğünde, pek tanınmayan bir şair ama Portekiz modernizmine damgasını vurmuş bir kişilikti. Sağlığında çeşitli dergilerde yazdığı yazılar ve birkaç kitaptan başka yapıtı yayımlanmadı. Ancak ölümünden sonra bulunan yapıtları onu dünya edebiyatının mihenk taşlarından biri kılacaktı. Ama Pessoa’yı gelmiş geçmiş yazarlar içinde farklı bir yere oturtan sadece edebiyatının gücü değildi, edebiyatı algılayış biçimiydi. O, eserlerinin her birini farklı bir isimle imzalamıştı. Ricardo Reis, Alvaro de Campos, Alberto Caeiro, Pero Botelho, Bernardo Soares gibi. Üstelik bunlar birer “takma ismin” çok ötesindeydi. Her bir ismin bir kişiliği, yazarlık serüveni hatta ideolojisi vardı. Örneğin Alberto Caeiro’yi “Bir gün, içimde ‘ustam’ doğdu.” diyerek yaratmıştı. Pessoa’nın bütün öbür kimliklerinin de ustası olan Caeiro, eğitimli biri değildi. Yalın bir dille, pastoral şiirler kaleme alıyordu. Yarattığı bir diğer yazar Alvaro de Campos ise fütürist bir mühendis, Ricardo Reis ise ufak tefek bir doktordu. Bernardo Soares ise Pessoa gibi Lizbon’da yaşamış, basit bir memurdu ama Pessoa’nın başyapıtı “Huzursuzluğun Kitabı” onun imzasını taşıyordu.

            Fernando Pessoa, eleştirmen Adolfo Casais Monteiro’ya yazdığı l3 Ocak l935 tarihli uzun mektupta, takma isim kullanma üzerine görüşlerini şöyle anlatır:

            “Çocukluğumdan beri etrafımda, beni hiç var olmamış arkadaşlar ve tanıdıklarla    çevreleyen, kurmaca bir dünya yaratmaya eğilim duymuşumdur.  Gerçekten var olup    olmadıklarını ya da var olmayanın ben mi olduğumu tabii ki bilmiyorum.  (Böyle   meselelerde, her şeyde olduğu gibi, dogmatik olmamalıyız.)  Kendimi kendim olarak         bildiğimden beri, benim için belki de kalabalık ederek gerçek- yaşam dediklerimiz   kadar görünür olan çeşitli gerçek dışı figürleri çehre, hareket, karakter ve tarih      aracılığıyla zihinsel olarak sabitlediğimi hatırlıyorum.  Bir ‘ben’ olduğumu    hatırladığımdan beri içimde var olan bu eğilim hep eşlik etmiştir bana, beni büyüleyen             bir tür müzikle biraz sesi boğulmuş durumda, ama beni büyüleme tarzını asla            kesmeden.”
            Pessoa gerçeğini, kız kardeşinin bundan yirmi yirmi beş yıl kadar önce açtığı sandıktan çıkan yirmi yedi binden fazla belgeye borçluyuz. Bunlar, Pessoa'nın kurguladığı şairler ve yazarların imzalarını taşıyor. Şiirler, eleştiriler, felsefi metinler, romanlar, oyunlar, yıldız falları, mektuplar, söyleşiler… Pessoa, kendi yazdıklarının yanı sıra, düşsel bir kimlikler, yaşamlar, ortamlar, mekânlar, yapıtlar dünyası kurmuş; kurmakla da kalmayıp bu imgelem dünyasını herkesin gerçek sanması için küçümsenmeyecek bir uğraş vermiş. Portekizli şair Louis de Montalvor neredeyse her gün Fernando Pessoa’yı çalıştığı yazıhanede onu görmeye gelirmiş. Bir gün ona şöyle demiş: “Fernando, senin hala tanınmamış olman bir cinayet.” Şair şöyle cevap vermiş: “Boş verin, çünkü ben ölünce geriye sandıklar dolusu kalacak.”  O gün Louis de Montalvor, Pessoa’nın bu sözüne ne kadar inandı bilinmez ama şairin söylediği gerçekten doğruydu. 
            Geçen yüzyılın böylesi şaşırtıcı bir şairiyle tanışmamızı, kız kardeşinin sandıktan çıkardığı belgeler kadar, İtalyan yazar Antonio Tabucchi'ye de borçluyuz. Yaşamının önemli bir bölümünü Pessoa'nın tanınmasına adayan Tabucchi'nin, Fernando Pessoa'nın Son Üç Günü adlı küçük bir anlatısı var.  Adı üstünde, şairin, gerçek yaşamındaki gibi sirozdan öleceği son üç gününü anlatır.  Pessoa'nın yaşamı boyunca yaratmış olduğu 'takma kimlikler', belki de 'öteki benler’, ozanı ölüm döşeğinde görmeye gelirler; hem kendilerinden hem de 'yaratıcı'larından söz ederler. Tabucchi, ozanın 'öteki benler'ini seslendirirken, Pessoa'ya yaraşır cinsten, alışılmadık bir yaşam öyküsü sunar okurlara.
            Pessoa’nın kendi deyimi “heteronym”, çoklu kimlik anlamına gelir.  Adı Portekiz dilinde   kişi anlamına gelen“Pessoa”, tek kişilik bir şair hayatı ile  yetinmeyerek "heteronym" dediği her birini özel bir biyografi, hayat felsefesi, inanç,  politik görüş,  estetik bakış ile donattığı yetmişi aşkın kişi yaratmış. 
            Pessoa'nın, yalnız imgeleminde yaratmakla kalmadığı, yaşamın içinde handiyse gerçek kıldığı o düşsel şairler dünyası salt bir oyun mu? O takma adlar, takma kimlikler, 'takma yaşamlar', salt ustaca düşünülüp düzenlenmiş bir oyunun kişileri mi? Kuşkusuz, işin içinde bir oyun var. Oyunun sırrı, şairin gerçek soyadı olan 'Pessoa'nın Portekizcede 'kimse' anlamına gelmesinde; Latincede 'maske' ya da 'oyun kişisi' anlamına gelen 'persona' sözcüğüyle eşanlamlı olmasında belki de. Pessoa'nın, her biri için ayrı yaşamöyküleri tasarladığı şairler belki de onun yazdığı ve 'sahnelediği' bir oyunun kişileri.  Pessoa'nın kendi deyişiyle, "perdelere değil de, insanlara bölünmüş bir oyun."
            Rüstem Aslan, Fernando Pessoa – 20. yüzyılın yalnızı adlı kitaptaki sunuş yazısında Pessoa’nın diğer modern şairlerden ayıran özelliğini, onun ‘ben’i arama” çabalarını “farklı benler”le yapması olduğunda bulur. Onu anlamanın kolay olmadığına değinir. Eserlerini okumak boş ve yetersiz bir çabadır çünkü o kişiliğini kolay ele verenlerden değildir. Özel yaşantısındaki ayrıntılar da onu hiç ele vermez. Yaşadığı dönemin siyasal ve felsefi akımlarını okumak da bu soruya cevap veremez. Onun kendine biçtiği kimliklerden çıkmanın yolu ve kendine ördüğü düğümleri çözmenin tek yolu “dekonstrüksiyon-rekonstrüksiyon” ile ancak mümkün olabilir görüşündedir, Rüstem Aslan.  Evet, onu anlamak bir bilmece gibidir. Önce onun hayatını bir bütün olarak ele almalı, eserlerini, öz yaşam öyküsünü, dönemin felsefi ve edebî akımlarını, kullandığı takma isimleri, yarattığı “benler”i, önce birbirinden ayırmalı, daha sonra tekrar bir araya getirmelidir. 
            Engin Geçtan, Bir Şarkı adlı denemesinde, ‘persona’ sözcüğünü şöyle yorumlar: 
            “İnsanın toplum içinde var olabilmesi ve grup üyeliğini sürdürebilmesi için,             gölgesindeki hayvansı eğilimleri ehlileştirmesi gerekir.  Ehlileştirme süreci, gölgenin          gerçekleştirilir. Persona Jung’un, gölgenin gücünü denetim altında tutan kişilik    bölümüne verdiği ad. Persona sözcüğü, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırırken taktıkları maske anlamına gelir.  Jung’un psikatrisinde bu sözcük,            insanın kendisi olmayan bir kimlik yaşaması anlamında kullanılır. Bir başka deyişle,             persona toplum tarafından kabul edilebilmek için insanın dış dünyaya karşı taktığı             maske ya da takındığı kimliktir.”  * (s.52)
            Octavio Paz, Pessoa’nın gizeminin adında, ‘Pessoa’da saklı olduğunu söyler.  Onun büyüsünün yarattığı “hayalî kişi”de, “maske”de, “Hiç Kimse”dedir. Onun öyküsü günlük yaşamın gerçek dışılığı ile hayalinin gerçekliği arasındaki gelgitlerden oluşur. Gerçek Pessoa, hep bir başkasıdır, tıpkı Rembault’nun “Ben bir başkasıdır.” söylemine yakındır. Denize Övgü’de şöyle söyler:
             "Yola çıkmak istiyorum sizinle, sizinle yola çıkmak! / Hepinizle birlikte / Gittiğiniz her yere! /Yüz yüze gelmek istiyorum karşılaştığınız tehlikelerle, /Yüzümde hissetmek        yüzlerinizi buruşturan rüzgârı, /Dudaklarınızı öpen deniz tuzunu ufalamak, /El vermek             çabanıza, fırtınalarınızı paylaşmak,/Sonunda”
            Pessoa ilk şiirlerini 1905-1908 yılları arasında İngilizce olarak yazar.  O dönemlerde Milton, Shelley, Keats, Poe okur.  Sonraları Baudelaire’i keşfeder. Yavaş yavaş anadiline geri döner, ama İngilizce yazmayı hiçbir zaman bırakmaz.  İlk çalışmasını, ‘Portekiz Rönesansı’nın yayın organı A Aquia (Kartal) dergisinde yayımlar. Dergiye katkısı Portekiz şiiri üzerine yazdığı bir dizi makaledir.  Bir edebiyat eleştirmeni olarak yazıya başladığı bu dergide denemelerinin birinin adını (Yabancılaşmanın Ormanlarında) koyması onun hakkında oldukça önemli ipuçları verir bize. Octavio Paz şöyle yorumlar onu: “Yabancılaşma teması ve kendi kendini büyülü ormanlarda ya da soyut kentlerde arama, bir temadan öte şeylerdir onda:  Eserlerinin özüdür.” **  O ise kendini şöyle açıklar:  “Ruhum bütünüyle tereddüt ve şüpheden ibarettir.  Hiçbir şey benim için olumlu değildir ya da buna olumlu olamaz diyelim; her şey etrafımda döner durur, ben de onların etrafında döner dururum, üstümde bir belirsizlik.  Benim için her şey uyumsuzluk ve değişimdir, her şey anlam ve her şey gizdir.  Her şey bilinmezin simgesi olarak bende,’bilinmez’dir.” ***
            Fernando Pessoa, kendinden bağımsız olarak hareket eden kendi yetenekleri, kendilerine özgü dünya görüşleri ve kendilerine ait edebî tarzları ile Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve bir de yarı- heteronym dediği düzyazı şiir  ile yazan Bernardo Soares isimli şairi edebiyat dünyasına kazandırır. Birbirlerinden bağımsız tarzda eserler veren bu şairler Pessoa’nın aracılığı olmadan birbirleri ile yarışır, zıtlaşır, tartışmalara girerler. Pessoa bir keresinde Alvaro de Campos ile Alberto Caeiro kavgaya tutuşunca gerçek gözyaşları döktüğünü söyler.
           

Pessoa içindeki kalabalığı bir şiirinde şöyle anlatır:
            “Sayısız insan yaşar içimizde,
             hissetsem de düşünsem de bilemem
             kim düşünür içimde kim hisseder.
             Düşünceler ya da hisler için
             yalnızca sahneyim ben.

             
1914 yılında muhteşem bir gece… Yüksek bir masanın önünde ayakta durur ve önüne çektiği kâğıda durmaksızın otuz tane şiiri ard arda yazar. “Ustam” dediği Alberto Caeiro heteronym’i doğmuştur. Ardında bir tomar kâğıt daha alır ve trans içinde yazmaya devam eder, doğa aşığı yaşam dolu serseri Alvaro de Campos satırların arasından dünyaya gelir. Sonra da kralcı sürgün, münzevi Ricardo Reis. 
            Alberto Caeiro Lizbon dışında yaşayan bir çobandır. Caeiro adını Pessoa’nın erken kaybettiği dostu Mario de SaCarneiro’dan almıştır. Carneiro  Portekizce’de “koyun anlamına” gelir. Şehirlere, kalabalıklara girmeyen, doğanın bağrında barış içinde çıplak ayak yaşayan bir şairdir. Caeiro, Pessoa’nın olamadığı her şeydir. Sadedir, bilgedir, doğayla bütünleşen  bir pagan şairdir. Masum bir “koyun çobanıdır” Caiero.
            “Sürüler güttüğüm hiç olmadı
            Yine de gütmüş gibiyim onları,
            Bir çoban gibidir ruhum,
            Bilir rüzgârı ve güneşi
            ve gider ardı sıra, seyrederek hem,
            elinden tutup da mevsimlerin”
            Caiero nesneleri tanımlamak istemez. Onun için taş sadece taş, çiçek sadece çiçektir.  Nesneler arasında ilişki de kurmaz, artlarında gizem aramaz. Kelimelerin nesneler olmadığını ancak nesneler ile köprü kurduğunu anlatır. Şiirlerinde saf yalınlık vardır. 

            “Görüyorum yok doğa
            Hiç var olmadı.
            Dağlar, vadiler, ovalar var;
            ırmaklar, taşlar var, ama bir bütün yok her şeyin var olduğu.
            Şöyle sahici, gerçek bir bütünlük
            hastalığıdır düşüncelerimizin.”
            Pessoa Caiero’nun sadeliğine tezat olarak Ricardo Reis’i meydana çıkarır.  Reis mutluluğu amaç edinen Epikürcü, tanrıtanımaz bir şairdir. Bir münzevidir. Metafizik ve neoklasik odlar yazar. Cizvit papazları tarafından eğitilmiştir. Doktor olan Ricardo Reis monarşi yanlısı olduğu için Brezilya’ya sürgüne gönderilmiştir.
            “Kardeşliği Epikuros’un
            Sevmenin ve anlamanın onu,
            Ondan çok birbiriyle anlaşan bizler,
            Öğrenelim nasıl yaşanacağını yaşamı
            Huzurlu satranç oyuncuların
            Şu anlatılan öykülerinden.”
            Hikâyeye göre İran’da bir kent kuşatılmıştır. Satranç oynayan iki  oyuncu etrafın yakılıp yıkılmasına aldırmadan oyunlarına devam etmektedir. Askerler oyuncuların satranç oynadıkları yere dalıp oyunculardan birinin kafasını uçurduklarında diğer oyuncu yalnızca bir sonraki hamleyi düşünmektedir. Reis, şiirine bu olayı bir pasifistin “fildişi kuleye kaçışı” olarak mı koymuştur?  Octavia Paz, Pessoa çalışmasında Reis’in “Senin işin savaş değil şiirdir, şiirini sürdür.” demek istediğini belirtir. Ricardo Reis’in kaybolduğu labirent kendisidir. Düşüncelerinin patikalarında kaybolur. Zaman kavramı üzerine kafa yorar. 
            Heteronym’lerin üçüncü şairi Campos, doğa âşığı, coşku ile yaşayan dünyayı dolaşan bir denizci, hem kadınlarla hem erkeklerle birlikte olmuş kural tanımaz biridir. Walt Whitman tarzı panteizmi makineleri de kapsayan şiirler yazmıştır. Caeiro çocukların ve hayvanların ‘zamansız şimdisi’ nde yaşıyorsa Campos deli doludur ve anlarda yaşar. Caiero Pesso’nın olamıyacağı bir insandır; Campos ise olmadığı yersiz yurtsuz serseridir. Alvaro de Campos bize Italo Svevo’nun roman kahramanı Zeno’yu hatırlatır: Amaçsızdır. Birçok parçaya bölünmesi, duyduğu kuşkular, hayata, insanlara ve eşyalara olan güvensizliği onu amaçsız bir savaşa sürükler: Bilincinde, nesneler karşısında duyduğu bir bulantı oluşur.
            Campos:
            “Her yanıyla hissetmek her şeyi
            Her şeyi yaşamak her yanıyla
            Aynı anda her zaman aynı şey olmak mümkündür
            Bütün zamanlarda farkında olmak tüm insanlık olduğunun
            Parçalanmış, denetimsiz, bütüncül ve aldırışsız bir anda”
            Ya da Campos’un başkaldıran yanını yansıtan şu dizelerine bakalım:
            “Yakınlık duyuyorum bütün bu insanlara
            bunu hak etmemiş olsalar bile
            Evet ben bir serserinin ve yılışık dilencinin biriyim (...)
            Serseri ve dilenci olmak sadece serseri ve dilenci olmak değildir,
            toplum düzeninin dışında kalmaktır.”

            Yarattığı şairlerden Ricardo Reis, Portekiz'in şarabıyla ünlü liman kentinde, Porto'da doğmuş, 1887 yılında. Bir Cizvit okulunda okumuş. Orada Latince öğrenmiş. Daha sonra tıp öğrenimi görmüş, hekim olmuş. Hep krallık yanlısı kalmış; o yüzden, 1919'da Portekiz'de cumhuriyet ilân edilince, ülkesinden ayrılmış, gene Portekizce konuşulan bir başka ülkede, Brezilya'da, sürgünde yaşamayı yeğlemiş. Metafizik ve neoklasik şiirleriyle usta şairler arasına katılmış. 1935'te sürgünde erinç içinde öldüğünü söyleyenler de var, 1936'da Lizbon'da gizemli bir biçimde bu dünyadan ayrıldığını ileri sürenler de. Ama 1931 tarihini taşıyan şu şiirini Brezilya'da yazdığı 'kesin':

            "Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında / Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez / kendi bildiği Tanrı'yı. / Yalnızca rüzgârın taşıdığı, rüzgârın taşıdığıdır      duyulan. / Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız,  / Geçer giderler,         bizim gibi..."

            Alberto Caeiro, Ricardo Reis'ten iki yaş küçük; 1889 yılında Lizbon'da dünyaya gelmiş. Ne ki tüm yaşamını kentlerden, kalabalıklardan uzaklarda, yalın ayak, çobanlık yaparak geçirmiş. Lizbon gibi büyük bir kentte doğmuş olmasına rağmen, oldukça kısa olan tüm ömrünü Ribatejo köyünde, büyükannesinin yanında geçirmiş. Kent yaşamının karmaşıklığına karşı doğanın yalınlığını savunan bir ozan. Ölçüsüz, uyaksız şiirler yazmış. Tanrı'yı ağaçlarda, çiçeklerde, dağlarda, güneşte, ay ışığında aramış. Tanrı'sına çok genç kavuşmuş, yirmi altısında. Ricardo Reis, onu usta bir ozan olarak görüyor, Caeiro'nun düşüncelerinin kendisini derinden etkilediğini gizlemiyor. İşte, bu 'çobanıl' ozanın şiirini de, düşüncesini de nerdeyse bire bir yansıtan bir şiir:

            "Uyakların hiçbir anlamı yoktur benim için / Pek ender aynıdır yan yana duran iki        ağaç./ Renkli çiçekler gibidir düşünmem ve yazmam. / Ama daha az yetkindir kendimi           dile getirmem / Yoksun olduğum için tanrısal yalınlıktan / Ve sadece göründüğüm gibi        olduğumdan/ Bakarım ve duygulanırım. / Suyun bir yamaçtan aşağı akışı gibi          duygulanırım / Ve rüzgârın çıkışı gibi doğaldır şiirim..."
            Bir de Alvaro de Campos var. 1890'da Portekiz'in Tavira kentinde doğmuş. Glasgow'da makine ve gemi mühendisliği öğrenimi gördükten sonra kendini yollara vurmuş, Uzakdoğu ve Avrupa'da birçok yer gezmiş, sonunda dönüp dolaşıp Lizbon'a yerleşmiş, 'Orfeu' adında bir öncü edebiyat dergisi çıkarmış. Mühendisten şair olmaz derler ama Alvaro de Campos da Caeiro gibi ölçü, uyak tanımayan şiirler yazmış. Walt Whitman'dan, Marinetti'nin fütursuz fütürist görüşlerinden etkilenmiş. Denize Övgü adında engin bir şiiri var:
            “Sular çağırır beni, / okyanuslar çağırır, / uzaklar çağırır, içten gelen bir sesle / ve      yaşanmış her deniz hayatı çağırır beni.”
            Pessoa’nın yarattığı yetmişi aşkın kişilik arasında en önemli kişilerden biri olan Bernardo Soares ise bir yarı- hetoronym olarak karşımıza çıkıyor. Pessoa’ya en yakın duran odur.  Bir muhasebecidir ve düzyazı- şiirler yazar. 
            Pessoa için bütün bu heteronymlerin bedeli ağırdır:
            “İçimde çeşitli kişilikler yarattım.  Rüyalarımın her birinde  rüya görmeye başladığım      an, hemen başka bir kişi halinde ete kemiğe bürünüyor. Sonra rüyayı gören o oluyor,          ben      değil.  Yaratmak için yok ettim kendimi.  Çeşitli oyuncuların çeşitli oyunlarını          sergiledikleri boş bir sahneyim ben.” 
            Fernando Pessoa’yı biraz daha iyi tanımak için isterseniz bir de sevgilisi Ophelia’nın onun hakkında söylediklerine bakalım. Şöyle anlatıyor Orphelia bize Pessoa’yı:

            “ Fernando’yla ben, onun geçeceği zaman pencereye çıkmam ve böylece birbirimizi      örebilmemiz konusunda anlaşırdık.  (…) Ben pencereye giderdim ve anlaştığımız    aatte Fernando belirirdi.  Yolun karşı tarafından geçerdi her zamanki kibarlığıyla ve            iç fark ettirmeden bana yüzünü gözünü oynatır, öpücükler yollardı. Sonra da yol            oyunca, beni güldürmek için bütün bina kapılarındaki basamakları ine çıka zıplayarak       lerlerdi (bu, onun gibilerinin yapacağı şey değildi). Ardında, bir sonraki Pazartesi,     örüştüğümüzde sahneyi yorumlar, deliler gibi katıla katıla gülerdik. (…) Fernando    iraz anlaşılmaz olurdu bazen, özellikle de Alvaro de Campos olarak ortaya çıktığında.            zaman bana şöyle derdi:  ‘Bugün, ben gelmedim, benim yerime dostum Alvaro de       ampos geldi’, O zaman bambaşka bir davranış sergilerdi.  Huzursuz olur, anlamsız, utarsız şeyler söylerdi.”

           
            Onun dünyası imgelerle ve düşlerle geçti. Işığın tonlamaları üzerine yazdı. Sözcüklerle tablolar yaptı. Parlak bir kuyrukluyıldız gibi sonsuz geceleri yaşadı. Ruhun çoğulluğu üstüne düşündü. İçinde Prometeuslar doğdu. Erkek, kadın, ihtiyar, küçük kız oldu. Batı başkentlerinin caddelerindeki kalabalık oldu.  Sessizliğine ve bilgeliğine imrendiği Doğu’nun dingin Buda’sı oldu. Kendi ve başkaları, olabileceği herkes oldu. Yalnızlıklar, coşkular ve yılgınlıklar yaşadı. Erişilmez nehir kaynaklarından, sayısız deniz dalgalarından, erişilmez  dağlardan geçti. Huzur dolu sürüleri seyretti. Başına güneş ve yağmur geçti. Sokakta oynayan kedi, Jo adında bir köpek, bir tutam ot, gündüz güneş, gece ay oldu. Ay öylesine görkemli, öylesine ona aitti ki… Bizleri oluşturan atomların, şimdi taşıdığımız ve gövdemiz diye adlandırdığımız sonsuz küçük parçacıklardan oluştuğunu ve evrenin sonsuz devingenliği içinde geri döneceklerini; bu küçük parçacıkların su, toprak, verimli çiçekler, bitkiler, bizi ıslatan yağmur, sarsan yel, kışın örtüsüyle saran kar olduğunu anladı. Yoğun bir şekilde, yoğun duygularla yaşadı.  Yaşamı çözmek mümkün değildi, anladı. Yaşam ona dar geldi.  Onun yaşamı bin yaşam demekti.



18 Kasım, 2009




Kaynakça
Adnan Özer - Rüstem Aslan, Fernando Pessoa – 20. yüzyılın Yalnızı, Everest yy, 2000
Antonio Tabucchi, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü, Can cep Yayınları, 2005

Fernando Pessoa, Ophelia’ya Mektuplar, Sema Rıfat çevirisi- Sel Yayınları, 2009

1 yorum: