Her ulusun kendi büyük şairi vardır. Shakespeare, Goethe, Puşkin, Victor Hugo. Bu adlar ait oldukları memleketlerin üstünde millî bayrak gibi dalgalanır. Amerikada’da bu bayrak ad, Walt Whitman’dır. Portekiz’de Fernando Pessoa. 1988 yılında Lizbon’da doğan Pessoa ilk şiirini yedi yaşında iken annesi için yazmış.
“sevgili anneme, buradayım doğduğum topraklarda ne
kadar sevsem de onu ondan daha
çok seviyorum seni.”
13
Haziran 1888’de Lizbon’da doğan Pessoa, 1896’dan 1905’e kadar, üvey babasının
konsolos olarak görev yaptığı Güney Afrika’da yaşar. Orada İngilizce
eğitim gören Pessoa 1905’ te Portekiz’e geri döner. Üniversiteye kaydolur
ama bir süre sonra üniversite eğitiminden vazgeçer. Akraba yanlarında,
kiralık evlerde tercümeler yaparak zar zor hayatını kazanır. Eleştiriler
yazar. Gazete çıkarır ama başarılı olamaz. 1912’ de şiir yazmaya
başlar. Yirmi yaşındaki Pessoa, hayatını bir şair, bir edebiyatçı gibi
şekillendirmeye karar vermiş izlenimini verir. Alexander Search takma adıyla
şiirler yazar. 19. yüzyılın idealist düşün sistemiyle, Hegel, Schopenhauer ve
Nietzsche’yle, sembolistler, realistler ve romantiklerle yaptığı hesaplaşma,
onun düşünce yapısını etkiler. Günlük keşmekeşin tekdüzeliği ve anlamsızlığı
ona acı verir. Ona göre hayat hızla akıp gitmekte, o, hayata
dokunamamaktadır.
Portekiz’e dönmesinden sonra, öldüğü
30 Kasım 1935’e dek, Lizbon’dan ayrılmamıştı. Öldüğünde, pek tanınmayan bir
şair ama Portekiz modernizmine damgasını vurmuş bir kişilikti. Sağlığında
çeşitli dergilerde yazdığı yazılar ve birkaç kitaptan başka yapıtı
yayımlanmadı. Ancak ölümünden sonra bulunan yapıtları onu dünya edebiyatının
mihenk taşlarından biri kılacaktı. Ama Pessoa’yı gelmiş geçmiş yazarlar içinde
farklı bir yere oturtan sadece edebiyatının gücü değildi, edebiyatı algılayış
biçimiydi. O, eserlerinin her birini farklı bir isimle imzalamıştı. Ricardo
Reis, Alvaro de Campos, Alberto Caeiro, Pero Botelho, Bernardo Soares gibi.
Üstelik bunlar birer “takma ismin” çok ötesindeydi. Her bir ismin bir kişiliği,
yazarlık serüveni hatta ideolojisi vardı. Örneğin Alberto Caeiro’yi “Bir gün,
içimde ‘ustam’ doğdu.” diyerek yaratmıştı. Pessoa’nın bütün öbür kimliklerinin
de ustası olan Caeiro, eğitimli biri değildi. Yalın bir dille, pastoral şiirler
kaleme alıyordu. Yarattığı bir diğer yazar Alvaro de Campos ise fütürist bir
mühendis, Ricardo Reis ise ufak tefek bir doktordu. Bernardo Soares ise Pessoa
gibi Lizbon’da yaşamış, basit bir memurdu ama Pessoa’nın başyapıtı “Huzursuzluğun
Kitabı” onun imzasını taşıyordu.
Fernando Pessoa, eleştirmen Adolfo
Casais Monteiro’ya yazdığı l3 Ocak l935 tarihli uzun mektupta, takma isim
kullanma üzerine görüşlerini şöyle anlatır:
“Çocukluğumdan
beri etrafımda, beni hiç var olmamış arkadaşlar ve tanıdıklarla çevreleyen, kurmaca bir dünya yaratmaya
eğilim duymuşumdur. Gerçekten var olup olmadıklarını ya da var olmayanın ben mi
olduğumu tabii ki bilmiyorum. (Böyle meselelerde, her şeyde olduğu gibi, dogmatik
olmamalıyız.) Kendimi kendim olarak bildiğimden beri, benim için belki de
kalabalık ederek gerçek- yaşam dediklerimiz kadar
görünür olan çeşitli gerçek dışı figürleri çehre, hareket, karakter ve tarih aracılığıyla zihinsel olarak sabitlediğimi
hatırlıyorum. Bir ‘ben’ olduğumu hatırladığımdan beri içimde var olan bu
eğilim hep eşlik etmiştir bana, beni büyüleyen bir
tür müzikle biraz sesi boğulmuş durumda, ama beni büyüleme tarzını asla kesmeden.”
Pessoa gerçeğini, kız
kardeşinin bundan yirmi yirmi beş yıl kadar önce açtığı sandıktan çıkan yirmi
yedi binden fazla belgeye borçluyuz. Bunlar, Pessoa'nın kurguladığı şairler ve
yazarların imzalarını taşıyor. Şiirler, eleştiriler, felsefi metinler,
romanlar, oyunlar, yıldız falları, mektuplar, söyleşiler… Pessoa, kendi yazdıklarının
yanı sıra, düşsel bir kimlikler, yaşamlar, ortamlar, mekânlar, yapıtlar dünyası
kurmuş; kurmakla da kalmayıp bu imgelem dünyasını herkesin gerçek sanması için küçümsenmeyecek
bir uğraş vermiş. Portekizli şair Louis de Montalvor neredeyse her gün Fernando
Pessoa’yı çalıştığı yazıhanede onu görmeye gelirmiş. Bir gün ona şöyle demiş: “Fernando,
senin hala tanınmamış olman bir cinayet.” Şair şöyle cevap vermiş: “Boş verin,
çünkü ben ölünce geriye sandıklar dolusu kalacak.” O gün Louis de Montalvor, Pessoa’nın bu
sözüne ne kadar inandı bilinmez ama şairin söylediği gerçekten doğruydu. Geçen yüzyılın böylesi şaşırtıcı bir şairiyle tanışmamızı, kız kardeşinin sandıktan çıkardığı belgeler kadar, İtalyan yazar Antonio Tabucchi'ye de borçluyuz. Yaşamının önemli bir bölümünü Pessoa'nın tanınmasına adayan Tabucchi'nin, Fernando Pessoa'nın Son Üç Günü adlı küçük bir anlatısı var. Adı üstünde, şairin, gerçek yaşamındaki gibi sirozdan öleceği son üç gününü anlatır. Pessoa'nın yaşamı boyunca yaratmış olduğu 'takma kimlikler', belki de 'öteki benler’, ozanı ölüm döşeğinde görmeye gelirler; hem kendilerinden hem de 'yaratıcı'larından söz ederler. Tabucchi, ozanın 'öteki benler'ini seslendirirken, Pessoa'ya yaraşır cinsten, alışılmadık bir yaşam öyküsü sunar okurlara.
Pessoa’nın kendi deyimi “heteronym”,
çoklu kimlik anlamına gelir. Adı Portekiz dilinde kişi anlamına
gelen“Pessoa”, tek kişilik bir şair hayatı ile yetinmeyerek
"heteronym" dediği her birini özel bir biyografi, hayat felsefesi,
inanç, politik görüş, estetik bakış ile donattığı yetmişi aşkın
kişi yaratmış.
Pessoa'nın, yalnız imgeleminde
yaratmakla kalmadığı, yaşamın içinde handiyse gerçek kıldığı o düşsel şairler
dünyası salt bir oyun mu? O takma adlar, takma kimlikler, 'takma yaşamlar',
salt ustaca düşünülüp düzenlenmiş bir oyunun kişileri mi? Kuşkusuz, işin içinde
bir oyun var. Oyunun sırrı, şairin gerçek soyadı olan 'Pessoa'nın Portekizcede
'kimse' anlamına gelmesinde; Latincede 'maske' ya da 'oyun kişisi' anlamına
gelen 'persona' sözcüğüyle eşanlamlı olmasında belki de. Pessoa'nın, her biri
için ayrı yaşamöyküleri tasarladığı şairler belki de onun yazdığı ve
'sahnelediği' bir oyunun kişileri. Pessoa'nın
kendi deyişiyle, "perdelere değil de, insanlara bölünmüş bir oyun." Rüstem Aslan, Fernando Pessoa – 20. yüzyılın yalnızı adlı kitaptaki sunuş yazısında Pessoa’nın diğer modern şairlerden ayıran özelliğini, onun ‘ben’i arama” çabalarını “farklı benler”le yapması olduğunda bulur. Onu anlamanın kolay olmadığına değinir. Eserlerini okumak boş ve yetersiz bir çabadır çünkü o kişiliğini kolay ele verenlerden değildir. Özel yaşantısındaki ayrıntılar da onu hiç ele vermez. Yaşadığı dönemin siyasal ve felsefi akımlarını okumak da bu soruya cevap veremez. Onun kendine biçtiği kimliklerden çıkmanın yolu ve kendine ördüğü düğümleri çözmenin tek yolu “dekonstrüksiyon-rekonstrüksiyon” ile ancak mümkün olabilir görüşündedir, Rüstem Aslan. Evet, onu anlamak bir bilmece gibidir. Önce onun hayatını bir bütün olarak ele almalı, eserlerini, öz yaşam öyküsünü, dönemin felsefi ve edebî akımlarını, kullandığı takma isimleri, yarattığı “benler”i, önce birbirinden ayırmalı, daha sonra tekrar bir araya getirmelidir.
Engin Geçtan, Bir Şarkı adlı denemesinde, ‘persona’ sözcüğünü şöyle yorumlar:
“İnsanın toplum içinde var olabilmesi ve grup üyeliğini sürdürebilmesi için, gölgesindeki hayvansı eğilimleri ehlileştirmesi gerekir. Ehlileştirme süreci, gölgenin gerçekleştirilir. Persona Jung’un, gölgenin gücünü denetim altında tutan kişilik bölümüne verdiği ad. Persona sözcüğü, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırırken taktıkları maske anlamına gelir. Jung’un psikatrisinde bu sözcük, insanın kendisi olmayan bir kimlik yaşaması anlamında kullanılır. Bir başka deyişle, persona toplum tarafından kabul edilebilmek için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir.” * (s.52)
Octavio Paz, Pessoa’nın gizeminin adında, ‘Pessoa’da saklı olduğunu söyler. Onun büyüsünün yarattığı “hayalî kişi”de, “maske”de, “Hiç Kimse”dedir. Onun öyküsü günlük yaşamın gerçek dışılığı ile hayalinin gerçekliği arasındaki gelgitlerden oluşur. Gerçek Pessoa, hep bir başkasıdır, tıpkı Rembault’nun “Ben bir başkasıdır.” söylemine yakındır. Denize Övgü’de şöyle söyler:
"Yola
çıkmak istiyorum sizinle, sizinle yola çıkmak! / Hepinizle birlikte / Gittiğiniz
her yere! /Yüz yüze gelmek istiyorum
karşılaştığınız tehlikelerle, /Yüzümde hissetmek yüzlerinizi buruşturan rüzgârı, /Dudaklarınızı öpen deniz
tuzunu ufalamak, /El vermek çabanıza,
fırtınalarınızı paylaşmak,/Sonunda”
Pessoa ilk şiirlerini 1905-1908
yılları arasında İngilizce olarak yazar.
O dönemlerde Milton, Shelley, Keats, Poe okur. Sonraları Baudelaire’i keşfeder. Yavaş yavaş
anadiline geri döner, ama İngilizce yazmayı hiçbir zaman bırakmaz. İlk çalışmasını, ‘Portekiz Rönesansı’nın
yayın organı A Aquia (Kartal) dergisinde yayımlar. Dergiye katkısı Portekiz
şiiri üzerine yazdığı bir dizi makaledir.
Bir edebiyat eleştirmeni olarak yazıya başladığı bu dergide
denemelerinin birinin adını (Yabancılaşmanın Ormanlarında) koyması onun
hakkında oldukça önemli ipuçları verir bize. Octavio Paz şöyle yorumlar onu: “Yabancılaşma teması ve kendi kendini büyülü
ormanlarda ya da soyut kentlerde arama, bir temadan öte şeylerdir onda: Eserlerinin özüdür.” ** O ise kendini şöyle açıklar:
“Ruhum bütünüyle tereddüt ve şüpheden ibarettir. Hiçbir şey benim için olumlu değildir ya da
buna olumlu olamaz diyelim; her şey etrafımda döner durur, ben de onların
etrafında döner dururum, üstümde bir belirsizlik. Benim için her şey uyumsuzluk ve değişimdir,
her şey anlam ve her şey gizdir. Her şey
bilinmezin simgesi olarak bende,’bilinmez’dir.” ***
Fernando Pessoa, kendinden bağımsız
olarak hareket eden kendi yetenekleri, kendilerine özgü dünya görüşleri ve kendilerine ait
edebî tarzları ile Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve bir de
yarı- heteronym dediği düzyazı şiir ile yazan Bernardo Soares isimli
şairi edebiyat dünyasına kazandırır. Birbirlerinden bağımsız tarzda
eserler veren bu şairler Pessoa’nın aracılığı olmadan birbirleri ile yarışır,
zıtlaşır, tartışmalara girerler. Pessoa bir keresinde Alvaro de Campos ile
Alberto Caeiro kavgaya tutuşunca gerçek gözyaşları döktüğünü söyler.
Pessoa içindeki
kalabalığı bir şiirinde şöyle anlatır:
“Sayısız insan yaşar
içimizde,
hissetsem de
düşünsem de bilemem
kim düşünür içimde kim hisseder.
Düşünceler ya da hisler için
yalnızca sahneyim ben.
kim düşünür içimde kim hisseder.
Düşünceler ya da hisler için
yalnızca sahneyim ben.
1914 yılında muhteşem bir gece… Yüksek bir masanın önünde ayakta durur ve önüne çektiği kâğıda durmaksızın otuz tane şiiri ard arda yazar. “Ustam” dediği Alberto Caeiro heteronym’i doğmuştur. Ardında bir tomar kâğıt daha alır ve trans içinde yazmaya devam eder, doğa aşığı yaşam dolu serseri Alvaro de Campos satırların arasından dünyaya gelir. Sonra da kralcı sürgün, münzevi Ricardo Reis.
Alberto Caeiro Lizbon dışında
yaşayan bir çobandır. Caeiro adını Pessoa’nın erken kaybettiği dostu Mario
de SaCarneiro’dan almıştır. Carneiro Portekizce’de “koyun anlamına” gelir. Şehirlere,
kalabalıklara girmeyen, doğanın bağrında barış içinde çıplak ayak yaşayan bir
şairdir. Caeiro, Pessoa’nın olamadığı her şeydir. Sadedir, bilgedir,
doğayla bütünleşen bir pagan şairdir. Masum bir “koyun çobanıdır” Caiero.
“Sürüler güttüğüm hiç olmadı
Yine de gütmüş gibiyim onları,
Bir çoban gibidir ruhum,
Bilir rüzgârı ve güneşi
ve gider ardı sıra, seyrederek hem,
elinden tutup da mevsimlerin”
Yine de gütmüş gibiyim onları,
Bir çoban gibidir ruhum,
Bilir rüzgârı ve güneşi
ve gider ardı sıra, seyrederek hem,
elinden tutup da mevsimlerin”
Caiero nesneleri tanımlamak
istemez. Onun için taş sadece taş, çiçek sadece çiçektir. Nesneler
arasında ilişki de kurmaz, artlarında gizem aramaz. Kelimelerin nesneler
olmadığını ancak nesneler ile köprü kurduğunu anlatır. Şiirlerinde saf
yalınlık vardır.
“Görüyorum yok doğa
Hiç var olmadı.
Dağlar, vadiler, ovalar var;
ırmaklar, taşlar var, ama bir bütün yok her şeyin var olduğu.
Şöyle sahici, gerçek bir bütünlük
hastalığıdır düşüncelerimizin.”
“Görüyorum yok doğa
Hiç var olmadı.
Dağlar, vadiler, ovalar var;
ırmaklar, taşlar var, ama bir bütün yok her şeyin var olduğu.
Şöyle sahici, gerçek bir bütünlük
hastalığıdır düşüncelerimizin.”
Pessoa Caiero’nun sadeliğine tezat
olarak Ricardo Reis’i meydana çıkarır. Reis mutluluğu amaç edinen
Epikürcü, tanrıtanımaz bir şairdir. Bir münzevidir. Metafizik ve
neoklasik odlar yazar. Cizvit papazları tarafından
eğitilmiştir. Doktor olan Ricardo Reis monarşi yanlısı olduğu için
Brezilya’ya sürgüne gönderilmiştir.
“Kardeşliği Epikuros’un
Sevmenin ve anlamanın onu,
Ondan çok birbiriyle anlaşan bizler,
Öğrenelim nasıl yaşanacağını yaşamı
Huzurlu satranç oyuncuların
Şu anlatılan öykülerinden.”
Sevmenin ve anlamanın onu,
Ondan çok birbiriyle anlaşan bizler,
Öğrenelim nasıl yaşanacağını yaşamı
Huzurlu satranç oyuncuların
Şu anlatılan öykülerinden.”
Hikâyeye göre İran’da bir kent
kuşatılmıştır. Satranç oynayan iki oyuncu etrafın yakılıp yıkılmasına
aldırmadan oyunlarına devam etmektedir. Askerler oyuncuların satranç
oynadıkları yere dalıp oyunculardan birinin kafasını uçurduklarında diğer
oyuncu yalnızca bir sonraki hamleyi düşünmektedir. Reis, şiirine bu olayı bir
pasifistin “fildişi kuleye kaçışı” olarak mı koymuştur? Octavia Paz,
Pessoa çalışmasında Reis’in “Senin işin savaş değil şiirdir, şiirini sürdür.”
demek istediğini belirtir. Ricardo Reis’in kaybolduğu labirent kendisidir.
Düşüncelerinin patikalarında kaybolur. Zaman kavramı üzerine kafa yorar.
Heteronym’lerin üçüncü şairi Campos,
doğa âşığı, coşku ile yaşayan dünyayı dolaşan bir denizci, hem kadınlarla
hem erkeklerle birlikte olmuş kural tanımaz biridir. Walt Whitman tarzı
panteizmi makineleri de kapsayan şiirler yazmıştır. Caeiro çocukların ve
hayvanların ‘zamansız şimdisi’ nde yaşıyorsa Campos deli doludur ve anlarda
yaşar. Caiero Pesso’nın olamıyacağı bir insandır; Campos ise olmadığı
yersiz yurtsuz serseridir. Alvaro de Campos bize Italo Svevo’nun roman
kahramanı Zeno’yu hatırlatır: Amaçsızdır. Birçok parçaya bölünmesi, duyduğu
kuşkular, hayata, insanlara ve eşyalara olan güvensizliği onu amaçsız bir
savaşa sürükler: Bilincinde, nesneler karşısında duyduğu bir bulantı oluşur.
Campos:
“Her yanıyla hissetmek her şeyi
Her şeyi yaşamak her yanıyla
Aynı anda her zaman aynı şey olmak mümkündür
Bütün zamanlarda farkında olmak tüm insanlık olduğunun
Parçalanmış, denetimsiz, bütüncül ve aldırışsız bir anda”
Her şeyi yaşamak her yanıyla
Aynı anda her zaman aynı şey olmak mümkündür
Bütün zamanlarda farkında olmak tüm insanlık olduğunun
Parçalanmış, denetimsiz, bütüncül ve aldırışsız bir anda”
Ya da Campos’un başkaldıran yanını
yansıtan şu dizelerine bakalım:
“Yakınlık duyuyorum
bütün bu insanlara
bunu hak etmemiş olsalar bile
Evet ben bir serserinin ve yılışık dilencinin biriyim (...)
Serseri ve dilenci olmak sadece serseri ve dilenci olmak değildir,
toplum düzeninin dışında kalmaktır.”
bunu hak etmemiş olsalar bile
Evet ben bir serserinin ve yılışık dilencinin biriyim (...)
Serseri ve dilenci olmak sadece serseri ve dilenci olmak değildir,
toplum düzeninin dışında kalmaktır.”
Yarattığı şairlerden Ricardo
Reis, Portekiz'in şarabıyla ünlü liman kentinde, Porto'da doğmuş, 1887 yılında.
Bir Cizvit okulunda okumuş. Orada Latince öğrenmiş. Daha sonra tıp öğrenimi
görmüş, hekim olmuş. Hep krallık yanlısı kalmış; o yüzden, 1919'da Portekiz'de
cumhuriyet ilân edilince, ülkesinden ayrılmış, gene Portekizce konuşulan bir
başka ülkede, Brezilya'da, sürgünde yaşamayı yeğlemiş. Metafizik ve neoklasik
şiirleriyle usta şairler arasına katılmış. 1935'te sürgünde erinç içinde
öldüğünü söyleyenler de var, 1936'da Lizbon'da gizemli bir biçimde bu dünyadan
ayrıldığını ileri sürenler de. Ama 1931 tarihini taşıyan şu şiirini Brezilya'da
yazdığı 'kesin':
"Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında / Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez / kendi bildiği Tanrı'yı. / Yalnızca rüzgârın taşıdığı, rüzgârın taşıdığıdır duyulan. / Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız, / Geçer giderler, bizim gibi..."
Alberto Caeiro, Ricardo
Reis'ten iki yaş küçük; 1889 yılında Lizbon'da dünyaya gelmiş. Ne ki tüm
yaşamını kentlerden, kalabalıklardan uzaklarda, yalın ayak, çobanlık yaparak
geçirmiş. Lizbon gibi büyük bir kentte doğmuş olmasına rağmen, oldukça kısa
olan tüm ömrünü Ribatejo köyünde, büyükannesinin yanında geçirmiş. Kent yaşamının
karmaşıklığına karşı doğanın yalınlığını savunan bir ozan. Ölçüsüz, uyaksız
şiirler yazmış. Tanrı'yı ağaçlarda, çiçeklerde, dağlarda, güneşte, ay ışığında
aramış. Tanrı'sına çok genç kavuşmuş, yirmi altısında. Ricardo Reis, onu usta
bir ozan olarak görüyor, Caeiro'nun düşüncelerinin kendisini derinden
etkilediğini gizlemiyor. İşte, bu 'çobanıl' ozanın şiirini de, düşüncesini de
nerdeyse bire bir yansıtan bir şiir:
"Uyakların hiçbir anlamı yoktur benim için / Pek ender aynıdır yan yana duran iki ağaç./ Renkli çiçekler gibidir düşünmem ve yazmam. / Ama daha az yetkindir kendimi dile getirmem / Yoksun olduğum için tanrısal yalınlıktan / Ve sadece göründüğüm gibi olduğumdan/ Bakarım ve duygulanırım. / Suyun bir yamaçtan aşağı akışı gibi duygulanırım / Ve rüzgârın çıkışı gibi doğaldır şiirim..."
Bir de Alvaro de Campos var. 1890'da
Portekiz'in Tavira kentinde doğmuş. Glasgow'da makine ve gemi mühendisliği
öğrenimi gördükten sonra kendini yollara vurmuş, Uzakdoğu ve Avrupa'da birçok
yer gezmiş, sonunda dönüp dolaşıp Lizbon'a yerleşmiş, 'Orfeu' adında bir öncü
edebiyat dergisi çıkarmış. Mühendisten şair olmaz derler ama Alvaro de Campos
da Caeiro gibi ölçü, uyak tanımayan şiirler yazmış. Walt Whitman'dan,
Marinetti'nin fütursuz fütürist görüşlerinden etkilenmiş. Denize Övgü adında engin bir şiiri var:
“Sular
çağırır beni, / okyanuslar çağırır, / uzaklar çağırır, içten gelen bir sesle / ve
yaşanmış her deniz hayatı çağırır
beni.”
Pessoa’nın yarattığı yetmişi aşkın
kişilik arasında en önemli kişilerden biri olan Bernardo Soares ise bir yarı- hetoronym
olarak karşımıza çıkıyor. Pessoa’ya en yakın duran odur. Bir muhasebecidir
ve düzyazı- şiirler yazar.
Pessoa için bütün bu heteronymlerin
bedeli ağırdır:
“İçimde çeşitli kişilikler yarattım. Rüyalarımın
her birinde rüya görmeye başladığım an,
hemen başka bir kişi halinde ete kemiğe bürünüyor. Sonra rüyayı gören o oluyor,
ben değil. Yaratmak için yok ettim kendimi. Çeşitli
oyuncuların çeşitli oyunlarını sergiledikleri
boş bir sahneyim ben.”
Fernando
Pessoa’yı biraz daha iyi tanımak için isterseniz bir de sevgilisi Ophelia’nın
onun hakkında söylediklerine bakalım. Şöyle anlatıyor Orphelia bize Pessoa’yı:
“ Fernando’yla ben, onun geçeceği zaman
pencereye çıkmam ve böylece birbirimizi örebilmemiz
konusunda anlaşırdık. (…) Ben pencereye
giderdim ve anlaştığımız aatte Fernando
belirirdi. Yolun karşı tarafından
geçerdi her zamanki kibarlığıyla ve iç
fark ettirmeden bana yüzünü gözünü oynatır, öpücükler yollardı. Sonra da yol oyunca, beni güldürmek için bütün
bina kapılarındaki basamakları ine çıka zıplayarak lerlerdi (bu, onun gibilerinin yapacağı şey değildi). Ardında,
bir sonraki Pazartesi, örüştüğümüzde
sahneyi yorumlar, deliler gibi katıla katıla gülerdik. (…) Fernando iraz anlaşılmaz olurdu bazen, özellikle de
Alvaro de Campos olarak ortaya çıktığında. zaman bana şöyle derdi: ‘Bugün, ben gelmedim, benim yerime dostum
Alvaro de ampos geldi’, O zaman
bambaşka bir davranış sergilerdi.
Huzursuz olur, anlamsız, utarsız
şeyler söylerdi.”
Onun
dünyası imgelerle ve düşlerle geçti. Işığın tonlamaları üzerine yazdı.
Sözcüklerle tablolar yaptı. Parlak bir kuyrukluyıldız gibi sonsuz geceleri
yaşadı. Ruhun çoğulluğu üstüne düşündü. İçinde Prometeuslar doğdu. Erkek,
kadın, ihtiyar, küçük kız oldu. Batı başkentlerinin caddelerindeki kalabalık
oldu. Sessizliğine ve bilgeliğine
imrendiği Doğu’nun dingin Buda’sı oldu. Kendi ve başkaları, olabileceği herkes
oldu. Yalnızlıklar, coşkular ve yılgınlıklar yaşadı. Erişilmez nehir
kaynaklarından, sayısız deniz dalgalarından, erişilmez dağlardan geçti. Huzur dolu sürüleri
seyretti. Başına güneş ve yağmur geçti. Sokakta oynayan kedi, Jo adında bir
köpek, bir tutam ot, gündüz güneş, gece ay oldu. Ay öylesine görkemli, öylesine
ona aitti ki… Bizleri oluşturan atomların, şimdi taşıdığımız ve gövdemiz diye
adlandırdığımız sonsuz küçük parçacıklardan oluştuğunu ve evrenin sonsuz
devingenliği içinde geri döneceklerini; bu küçük parçacıkların su, toprak,
verimli çiçekler, bitkiler, bizi ıslatan yağmur, sarsan yel, kışın örtüsüyle
saran kar olduğunu anladı. Yoğun bir şekilde, yoğun duygularla yaşadı. Yaşamı çözmek mümkün değildi, anladı. Yaşam
ona dar geldi. Onun yaşamı bin yaşam
demekti.
18 Kasım, 2009
Kaynakça
Adnan Özer - Rüstem Aslan, Fernando Pessoa – 20. yüzyılın Yalnızı, Everest yy, 2000
Antonio Tabucchi, Fernando
Pessoa’nın Son Üç Günü, Can cep Yayınları, 2005
Fernando Pessoa, Ophelia’ya
Mektuplar, Sema Rıfat çevirisi- Sel Yayınları, 2009
kaleminize sağlık...
YanıtlaSil