28 Aralık 2013 Cumartesi

Jorge Luis Borges ve Saplantı



Var olduğumdan emin değilim, gerçekten. Ben, okuduğum tüm yazarlarım, tanıştığım tüm insanlarım, sevdiğim tüm kadınlarım, ziyaret ettiğim tüm şehirlerim ve tüm atalarımım.”

 “Dünya edebiyatını bir tür orman olarak görüyorum; kendi içinde karmakarışık, bizi de yutan, sürekli büyüyen bir orman. ” “Bence bir kitap okumak, âşık olmaktan veya seyahat etmekten aşağı kalan bir deneyim değildir.  Benim için Berkeley’i, Shaw’u veya Emerson’u okumak, Londra’yı görmek kadar gerçek olaylardır.” “Bir kitabın her okunuşunda o kitaba yeni bir şeyler olduğu fikri yatıyor.(…)Her okuyuş, değişik bir deneyim.” “Tanıdığım bir kitabı tekrar okumanın bana, yeni bir kitap okumaktan daha fazlasını kazandırdığına inanıyorum.”   Bu sözler Borges’e ait.
O felsefe ve düşünceler evreninde yaşamış bir yazardır. Çağdaşımızdır o, bugünün ve geleceğin insanıdır.  Çünkü o, bütün deneme yazıları boyunca bakışlarını kendi iç dünyasına çevirerek, aslında insan varlığının her şeye rağmen değişmeyen ve değişmeyecek olan yapısına ışık tutmuştur.  Yani evrensel bir insan portresi çizmiş, bu insanı her yönüyle irdeleyerek onu, bütün tutkuları, yanlışları, doğruları, eğilimleri ve tükenemeyen zaaflarıyla sergilemiştir.
Jorge Luis Borges gerçekçi kitaplardan çok imgesel kitaplar yazmıştır.  Jungcu psikanalizin bulgularını kullanmak yoluyla metaforlara dayalı bir simgeler dizisi yaratmaya yönelmiştir. Bu simgelerden söz açacak olursak, başka ülke edebiyatlarında örneklerine pek rastlanmayan simgelerdir bunlar: Ayna, kaplan ve labirent gibi... Borges’in Kaplanları * kitabının yazarı Demir Özlü’ye göre “Borges metinlerinin büyülü simgeleridir labirent, labirentler. O metinleri anlamlı kılan simgelerdir. Ama biçimin oluşmasını sağlayan simgeler değil, bizzat anlatılan, sözcüğü kullanmaya cesaret edersek, bizzat metnin ‘özünü’ oluşturan simgeler. Öyle ki onda zamansal, sırf zaman olan görünmez labirentler de vardır. İnsanlar cılız varlıklarıyla, önceden belirlenmiş olarak ya da büsbütün rastgele, o labirentlerde buluşurlar. Garip kaderlerini yaşarlar.”

E. Rodriguez Monegal, Borges’in Victor Hugo, Dante ve Berkeley hakkında bildiklerinin birçok Avrupalıyı şaşırtacağını söyler. Borges’in bu çok kültürlü ortamını kendini evinde hissetme durumu olarak yorumlar. Ancak bir Arjantinlinin sahip olabileceği dünyasal bir imtiyazdır bu. Ama Borges için bu konum sadece bir başlangıç noktasıdır. Borges “Buenos Aires’ten hareket ederek hiçbir coğrafyaya ve tarihe ait olmayan, fakat kelimelere ve bütünüyle kendisinin olan bir yazınsal mitolojiye ait bir evrene doğru yola çıkar.”**

Borges’i içerik olarak teklifsiz, fantastik, deneysel, yaratıcı ve yenilikçi kısa öykülerinde tamamen eşsiz bir estetik yorumla felsefi duruşunu yaydı.  Doymak bilmez bir kitap oburuydu, daha sonraları kendisini bir yazardan çok bir okuyucu olarak tarif edecekti. Öyküleri ve denemeleri modern edebiyat üzerinde sürekli ve derin bir etkiye sebep olmuş, Latin Amerika kurgusal edebiyatından fantezi türüne kadar çeşitlilik gösteren bir yazım alanına tesir etti. Umberto Eco, Carlos Fuentes, Thomas Pynchon ve Paul Auster gibi aydınları içeren yazarlar topluluğunu etkisi altına aldı.  Kısa öykü türünün bir ustası olan Borges hiçbir zaman bir roman yazmadı. Karakterlerin ve duyguların yazarı olmayan Borges felsefe, fikir yürütme ve büyük düşünceler evreninde yaşadı.  Onun düşüncesinin bütün yoğunluğu öykülerinin uzunluğu ile ölçülemez. Borges çoğu yazarın bir üçleme olarak yayınlayabileceğinden daha fazlasını okurun hayal gücünü büyüleyerek beş sayfada söyler.
Borges, 1899’da Buenos Aires’de doğdu.  Ailesi İngiliz kökenli olduğundan İspanyolca’dan önce İngilizce öğrendi. 1938’de kan zehirlenmesiyle ölümün eşiğine geldi ve geçici olarak konuşma yeteneğini yitirdi; bir süre akli dengesini kaybetme korkusuyla yaşadı.  Bu olayın Borges üzerindeki etkisi büyük oldu.  1955’de Peron devrilince Ulusal Kütüphane’nin müdürlüğüne getirildi.  Aynı yıl, kalıtımsal bir hastalıklı yüzünden 1920’lerden beri azalan görme yeteneğini tamamen yitirerek kör oldu. 1961’de Uluslararası Yayıncılar Ödülünü Beckett’le paylaşması, dünya çapında tanınmasını sağladı. 1986’da Cenevre’de öldü.
Jorge Luis Borges’i düşünmeden, Latin Amerika yazarlarını düşünmek zordur. Çocukluğunda okumayı sevdi ve saatlerini kitap okuyarak geçirirdi. Yaşamındaki en önemli unsur olan babasının kütüphanesi, sahip olduğu edebi altyapıya işaret eden sağlam bir örnektir. Baba Borges, İngiliz şairlere hayrandı ve bu tutkusunu oğluna da aşılamıştı.  1914’ten sonra aile uzun yıllar yurtdışında, Cenevre ve İspanya’da yaşadı.  Bu yıllarda Borges Fransızca eğitimi aldı ve ayrıca Almanca öğrendi.  İngilizcesi neredeyse anadili kadar iyiydi;  yanında büyüdüğü babasının annesi, Staffordshireli’ydı.   Genç bir delikanlı olduğunda Borges yaşıtlarıyla sosyalleşmekte zorlanıyordu.  Bu durumdan dolayı yüzünü kitaplara daha çok çevirdi. Geriye dönüp baktığımızda Borges’in romanları ve şiirleri, dostlarının ve oyun arkadaşlarının yerine koymuş olduğunu kolayca görebiliriz. Borges seneler önce, yazılı kelimelerle olan arkadaşlığından, hiç biz zaman alay konusu olmayı ve kınanmayı hissetmedi. Jorge Luis Borges’in yazmaya başlamasıyla beraber, çalışmalarının çoğunun merkezinde kitapların olduğu fark edilebilir.
Borges kitapları o kadar çok seviyordu ki, şehir kütüphanesinde çalıştı. Ellilerinde kör olduğunda çalışmaya devam etti. Önce belediye kütüphanesinde asistan olarak ardından Buenos Aires Ulusal Kütüphanesi’nde yönetici oldu. Bir kütüphaneci ve kitap aşığı olduğundan, Jorge Luis Borges’in kısa öykülerinden birinin, bir kitap ve ona saplantısı olan bir adam hakkında olması oldukça uygundur. “Kum Kitabı” 1977’de aynı isimli bir derlemede yayınlandı.  Bu öykü, bir İncil satıcısından gizemli bir kitap satın alan bir adam ile ilgilidir. Bu acaip, büyülü, insanı allak bullak eden kitap öylesine gizemlidir ki birinci sayfası yoktur. Sayfalar bir tek kez görünür, kaybolur. Kitap kapağı ile ilk sayfa arasında şaşırtıcı bir şekilde durmadan yeni sayfalar ortaya çıkar. Son sayfayı da arayıp, bulmak aynı derecede sinir bozucu olur.
Borges kitabı açar.  Rastgele 40514 numaralı sayfayı açar.  Karşısındaki sayfa 40515 olacağına 999 dur.  Sayfayı çevirirken 999’dan sonra 1000 gelmelidir ama sayfa numarasının sekiz haneli olduğunu görür. Sayfaların doğru numaralanmadığı ortadadır. Tuhaf adam kitabın isminin “Kum Kitabı” olduğunu söyler.  Çünkü ne kumun, ne de bu kitabın başı ve de sonu vardır.

Kitap, anlatıcının daha önce görmediği bir dildedir ama sayfa numaraları Arap alfabesiyle yazılmıştır.  Ayrıca, bir İncil’in iki kolonlu sayfa düzenindedir ve yanlarında “Kutsal Emir” ve “Bombay” yazmaktadır.  Sayfaların kendi iradeleri var gibi görünür. Anlatıcı kendini özel hazine ile karşılaşan biri olarak görür.  Satıcının istediği ücreti böyle bir okuma macerası için uygun bir bedel olarak gören anlatıcı Kum Kitabını bir miktar para ve çok değerli olan Wycliffe İnciliyle değişir.
Anlatıcı Borges tüm vaktini kitabı incelemekle geçirir.  Dışarı çıkmayı bırakır. Arkadaşlarını görmeyi keser. Gecenin bir yarısı uyanır ve saatlerce kitabın sırrını çözmeye çalışır.  Kitapta gördüğü resimlerin alfabetik bir listesini tutar, tekrar etmeden önce kaç kere göreceğini merak eder. Liste uzamaya devam eder; asla aynı resmi iki kere görmez. Kitabın bir canavar, bir karabasan, ahlâksız bir şey olduğunu, gerçeğe sızarak onu lekelediğini, kendisinin de kitap kadar ürkütücü hale geldiğini düşünür. Kitabı ateş ile yok etmeyi düşünür, ama “sonsuz bir kitabı yakmak, aynı şekilde sonsuz olduğunu kanıtlayabileceğinden ve tüm gezegeni duman ile boğabileceğinden” korkar.  Sonunda Arjantin Ulusal Kütüphanesi aklına gelir. Tesadüf eseri, burası Jorge Luis Borges’in yıllarca çalıştığı yerdir.  Kütüphaneye gider, rafın yüksekliğine veya uzunluğuna dikkat etmemeye çalışarak kitabı bırakır.
Borges’in  “Kum Kitabı” öyküsündeki ana mesajının, herhangi bir şeyin aşırısının asla iyi bir şey olmayacağı gibi görünüyor. Bu durumda, ana karakterin yaşamında o canavar gibi olan kitap dışında hiçbir şeyin yeri kalmamıştır. Anlatıcı keyif aldığı şeyleri yapmayı bırakmış ve bunun yerine kitabı incelemiş ve dikkatini vermiştir. Kitabı başkaları ile paylaşmaya bile korkmuştur. Bu bir saplantı haline gelmiştir. Öykünün Arjantin’de gerçekleşiyor olması, anlatıcının kitaplara olan sevgisi ve Arjantin Ulusal Kütüphanesi’nin bahsinin geçmesi gibi, öykü ile Borges’in yaşamı arasında birkaç benzerlik bulunduğundan dolayı, Borges bir yanını öyküye eklemiş olabilir. Bir öyküsünün otobiyografik olması ilk kez olmayacaktır. Bazı öykülerinde kendi yaşamındaki olaylara dayandığını kabul etmiştir. “Kum Kitabı” da kısmen otobiyografik öğeler bulunur.  Buna ilaveten  “Kum Kitabı”ndaki “Ulrike” gibi diğer kısa öykülerde de yalnızca, yaşamını içeren kendi deneyimini tarif eden bir dizi kişisel sembolü tekrarladığının farkında olan birinin sesi konuşmaktadır. Belki Borges, kitaplara olan sevgisinin hayatını yönetmeye başladığını, daha önce keyif aldığı şeylere olanak vermediğini hissediyordu. O her zaman kitapları sevmişti ve aslında bu yüzden bir kütüphaneci olmuştu, ama belki de yaşamının bu kısmı, geri kalanını ele geçirmişi.
Jorge Luis Borges asla unutulmayacaktır. Başarılarının ve ödüllerinin listesi oldukça uzundur. Diğer Latin Amerikalı yazarlar için bir kapı açtığı söylenmiştir. Kazandığı ödüller arasında Liyakat Nişanı, Cervantes Ödülü ve İtalya’da aldığı Balzan Ödülü bulunmaktadır. Kendisine, Britanya İmparatorluğu tarafından fahri şövalyelik unvanı bile verilmiştir. Maalesef, hiç almadığı tek ödül Nobel Edebiyat Ödülü’dür.  Birkaç kez aday gösterilmesine rağmen, bazı diktatörlere olan desteğinden dolayı asla kazanmadığı söylenmektedir.  Her halükarda,“Kum Kitabı”, bir adamın bir kitaba olan sağlıksız saplantısını göstermekte Borges’in kendisinin kitaplar ile olan ilişkisine ayna tutmaktadır. Umarım okuyucuları, onu okuduktan sonra mesajının farkına varacaktır ve kendi saplantılarının yaşamlarını yönetmesine izin vermemek konusunda dikkatli olacaklardır.
Günümüzde sanal ağda bulunan metin ortamı, birçok yazar ve sanatçı için sınırsız düşünceyi ifade etme fırsatı verdi. İnternet ve bilgisayarlar çağından önce Jorge Borges gibi yazarlar düşüncesini yazarak ifade etti. Şimdilerde sanal ağın imkânlarıyla bu metinsel deneyim “hiper metinsel” alana dönüştü.
Sanal ağın bu katılımcı doğası ile kolektif zekâ dünya tarafından çok kullanılan bir ortam oluşturdu.  Borges kendisini, “Kum Kitabı”nda, bu özel hazine ile karşılaşan biri olarak görmektedir; tüm Kitapların Kitabıdır “Kum Kitabı”. “Resimli bir sayfayı açtığı zaman o sayfa asla tekrar bulunmayacağından ya da görülmeyeceğinden, kitap satıcısı ona yakından bakmasını tavsiye eder. Bu, ilk ya da son sayfayı bulmanın imkânsız olduğunu kanıtlamaktadır.  Bu “Kum Kitabı”nın başlangıcı ya da sonu yoktur; sayfaları sonsuzdur.  Her sayfa, görünüşe bakılırsa benzersiz bir şekilde ama ayırt edilemeyen düzende numaralandırılmıştır”.
Sanal dünyanın içine girdiğimizde, sonsuzluğu sezme deneyimini yaşarız. İnternetin metinsel sonsuz ortamında bir gizem ve güçsüzlük vardır. “Kum Kitabı”nda Borges, sanal dünyanın bu ideolojik karakterlerini metinsel bir şekle sokar.  İnternet ağında geniş bilgi kaynakları oluşturulmuştur, herhangi bir unsurun, herhangi bir şeyin ya da kişinin kendi benzersiz kimlik etiketleri bulunur. Bu sanal ortamda hiper metinler yaratılarak sonsuz bir sanal evren oluşturulmuş olur. (“Eğer uzay sonsuz ise, biz uzayda herhangi bir yerde, herhangi bir noktadayız.” (Jorge Borges,1974)
Ferit Edgü’nin “Şimdi Saat Kaç” adlı kitabındaki “Susmuyordu, Ağlıyordu” yazısında şöyle anlatır yazma eylemini:
“Yazar, her şeyi bilen, çözümleri ve bileşimleri gerçekleştirmiş, çıkacağı yolculuğun haritasını çizmiş; pusulasını, usturlabı, basınç ve derinlikölçerini yedeğine almış kişi değildir.  Böylesi bir yolculukta bunların işine pek fazla yaramayacağını bilir.  Dahası kendisini yanıltacaklarını, yanlış yol gösterebileceklerini düşünür.  Can yeleği de yoktur bu tür yazarların.  Okyanusa açılmayı aklına koymuş bile olsa.  Tüm güvencesi kendisidir.  Bir de kendisi gibi böylesi yolculuklara çıkmış olanlar.  Ama bu güvenceye sahip olmak için, geceyle tan ağartısı arasındaki çizgide ilk ve son sorusunu sormak gerekliliğini duyar:  Niçin yazmak?”
Bu sözlerden anlaşılacağı gibi yazarların eserlerinin ipuçları, açılımları, yüreğimize ve aklımıza dokunuşları, sadece ve sadece o eserin içindedir. Yazma eyleminin içinde insan ruhuna, insan ruhunun derinliklerine, farklı coğrafyalara tarihlere, farklı edebiyat eserlerine, farklı kültürlere yolculuklara çıkıyoruz yazarlarla birlikte.  Bu yazma yolculuğunda yazar da sözcüklerle dille didişiyor, kendisiyle ve çevresiyle hesaplaşıyor.
Borges korkularını, yetersizliklerini itiraf ediyordu.  Sabırsız, hevesli bir öğrenci gibiydi.  Düşünüp taşınıyor, bir fikirle çıkageliyordu.  Sonra o fikir hakkında uzun uzun düşünüp, yazıya geçiriyordu.  Müşkülpesent bir sanatkârdı.  Fazla akademik olmadan bilimsel olmayı başarmış ender yazarlardandı.  Eski zamanlara ait bir masal anlatıcısıydı.  Bazısı mistik ya da simyasal olan fikirlere değinen felsefi kavramlarla söz oyunları oynamıştı.  Kurgu dünyası eşsiz çeşitlemeler içeriyordu.  Kendisinin de belirttiği gibi kendi şaşkınlıklarını ve felsefe olarak adlandırdığımız saygı duyulan bu şaşkınlıklarımızı edebiyat dünyasına taşımıştı. Borges’e göre, hayatın en büyük  macerası ve ilgilenmeye değer gördüğü tek şeyi, okuduğu kitaplardı.  Borges, eylem adamı olmadığını anlatmış, kendisini bir şair ve yazardan önce bir okuyucu olarak gördüğünü açıkça söylemişti.
“Okumak yazmaktan öte bir iştir… Daha uysaldır, daha uygardır, daha entelektüeldir” diyen Borges ateşli ve düzenli bir okuyucuydu; düşünüp yorumlayan ve araştıran bir zihne sahipti.  Zihnini kurcalayan sorularını araştırdı  ve bu uğraşını yazın dünyasına armağan etti.  Bize, okurları olarak, onun rehberliğinde uçsuz bucaksız okuma yolculuğuna çıkmak düşüyor.

Raşel Rakella Asal
4 Ekim, 2013

(*)    Demir Özlü, Borges’in Kaplanları, YKY, Ekim 1997
(**)   E. Rodriguez Monegal, Borges, Türkçesi: Şule Demirkol, Gendaş Kültür,           Şubat 2001

(***) Norman Thomas Di Giovanni, Ustadan Dersler, Borges ve yapıtları üstüne, ODTÜ Yayıncılık,2008 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder