Nereden geldim? Ben kimim? Nereye gidiyorum? Ne yapmalıyım? Niçin buradayım? Yaşam nedir? Ne Umabilirim? Aşk nedir? Özgürlük nedir? Tutku nedir? Ya Ahlak? Demokrasi?
Sanat,
sürekli soru işaretleri üreten, zaman zaman kendisiyle hesaplaşan bir alan. Ya
felsefe ? Felsefe de çağını özetler, çağının bilincidir. Dünyaya, doğaya ve
topluma, onun içinde insanın konumuna bir bakıştır. Felsefe evreni, insanı ve
bütün olarak insanlığı yöneten en genel yasaları inceler; insanın toplumla,
insanın doğayla olan birliğinin temellerini inceler.
İkisinin
de amaçları farkındalık yaratmak. Söz konusu sanat ve felsefe olduğunda doğru
diye bir şey yok! Yanlış diye bir şey de yok.
Hayatınızın ortasından durmadan buldozerler geçer! Yıkılır bildik şeyler. Artık her şey değişebilir. Hiçbir şey yeni
kalmaz. Düşünce, kendisini düşünür olmuştur. Çünkü hiçbirimizin doğrusu kalıcı
değil artık.
Kimdir
felsefeci? Salt bir dil oluşturucusu mudur? Gizemli, yarı tanrısal bir yeryüzü
bilgesi mi? Ya da insanüstü bir deha manifestocusu, aykırı yaşamların bohem
kuramcısı mı? Bir felsefeciye nasıl bakılmalı; düşüncelerini nasıl yorumlamalı?
Thierry
Paquot bir felsefeci. Düşüncelerini kendine mal etmiş bir felsefeci. Hem de
kendini önemseyen bir düşünür. Fakat
bunu bir kendini beğenmişlik olarak mı ele almak gerekir? Bence hayır.
Gerçekliği arayışın tek bir sistematiği, yöntemi yoktur ki. Her iddia ya da öne sürüş bir kendini
beğenmişlikten çok bir arayış sayılmalı kanısındayım.
Thierry Paquot, 1952 doğumlu bir Fransız felsefeci. Öğle uykusu
hakkı için mücadele etmekten yana kendi fikrini geliştirmiş. Asıl alanı her
yönüyle şehirler ve şehircilik. Sokağın yeni türettiği sözcüklerden, metropol
yaşamının kültüre etkilerine çok yönlü araştırmaların başında yer almış bir
isim. “Bir Sanattır Öğle Uykusu” Can
yayınlarından, Kırkmerak serisinden yayımlanmış. Biyolojik zamanımız üzerindeki egemenliğimizi
yitirdiğimizi, saniyelerimizi bile planlamaya çalışan kapitalizme karşı, öğle
uykusunu savunuyor yazar. Öğle uykusunu edebiyatta, güzel sanatlarda,
felsefede, tarihte, sosyolojide, mitolojide arıyor. Siesta olarak anılan öğle uykusunun
kelime anlamına bakarak kökenlerine doğru bir yol alıyor Thierry Paquot.
“Sözcüğün (siesta) klasik Latince (sexta hora) sözcüğünden, ‘altıncı
saat’ten, yani ‘günün ortası’ndan, ‘öğle’den geldiğini açıklıyor.
Kendisi neden böyle bir kitap yazmaya girişmiş? Çünkü
inanıyor öğle uykusunun hazla ve ciddiyetle savunulması, yaygınlaştırılması
gereken bir yaşama sanatı olduğuna. Hatta bununla da kalmıyor, aktivizme davet
ediyor herkesi: “Her yaştan, her enlemden boylamdan, her saat diliminden, her
meslekten uykucular, size sesleniyorum, eşsizliğinizin arkasında durun ve dünya
saatine, uydu saatine, totaliter saate direnin!” Çünkü günümüzde tembellik
olarak algılanan öğle uykusu aslında bir zorunluluk ona göre...
Uzmanlara
göre, biyolojik olarak insanın ihtiyaç duyduğu öğle uykusu, vücudu tazeliyor,
performansı artırıyor, düşünme ve problem çözme yeteneğini hızlandırıyor,
hafızayı güçlendiriyor. Vücudun öğle uykusuna ihtiyaç duymasının nedeni gündüz
saat üç ile dört arası ısısının düşmesi. Hepiniz yaşamışızdır, yemekten sonra
üzerimize bir ağırlık çöker. İşte bu ağırlık bu ısı düşmesinden ileri geliyor. Bu
uykuya boyun eğmek gerekiyor. Çünkü bu kısacık şekerleme uykunun en kaliteli
olduğu zaman dilimi. Üstelik uzun uzun uymak da gerekmiyor. On beş yirmi dakika
kestirmek bile yetiyor.
Kitap başlığından da anlaşılacağı üzere elbette öğle uykusuna methiye
düzüyor. Ancak bu kuru bir övgü kitabı değil. Öğle uykusunu masaya
yatıran yazar, öğle uykusundan boş zaman alışkanlıklarına/eylemlerine, boş
zamandan genel zaman algısına, zaman meselesinden de zaman-mekân ilişkisine ve
zamanın üretim süreciyle ilişkisine girerek bol kaynaklı, bol göndermeli bir
metin sunuyor.
“Ağır ağır kalkıyorum çalışma masamdan, bilgisayarımı
kapıyorum, yatağıma doğru ilerliyorum; pantolonumu, ayakkabılarımı ve
çoraplarımı çıkarıyorum, telefonun fişini çekiyorum ve biraz da üzülerek
Martine Geliot’nun “Arp Resitali”ni sona erdiriyorum. Arkasından, uzanıyorum,
gözlerimi kapatıyorum ve ortaya konuşurmuşçasına, kendi kendime “iyi uykular”
dediğimi duyuyorum; enikonu işitilmeyecek bir sesle, bir mırıltı, bir okşama
gibi. Birkaç saniye sonra, artık hiçbir şey benim denetimimde değil, bütünüyle
“başka bir yerde”yim, uyku âleminde… Saat kaç? Neredeyse bir buçuk. Öğleden
sonranın başlangıcı. Öğle uykusunun sizleri çağırdığı ve ona nasıl yanıt
vereceğinizi bilemediğiniz o leziz, kısacık süreç. Uyumak mı? Ama yapacak onca
şey var. Uyumak mı? Ciddi olamam! Ya biri duysa bunu, eşime, dostuma,
öğrencilerime, meslektaşlarıma, üstlerime söylese… Hayır, rahatsız etmeyin
beni, dinlenme zamanı bu. Burada olmamın nedeni kimse değil: Uyuyorum ben! Ne?
Evet, evet ya,…”
Thierry Paquot’un “Bir Sanattır Öğle Uykusu” böyle başlıyor.
Ve ardından öğle uykusuna övgüler sıralıyor. Okudukça öğle uykusu üzerine siz
de yazarla beraber düşünmeye başlıyorsunuz. Öğle uykusu, bizdeki adıyla
şekerleme, İspanyolların tabiriyle siesta ‘nın özelliğini siz de anlamaya
başlıyorsunuz. Yaşamın çalkantısı içinde bir soluklama durağı… Günün hayhuyu ve
karmaşası içinde bir soluklanma zamanı. Thierry
Paquot’un “Bir Sanattır Öğle Uykusu” adlı uzun denemesini renkli görsellerle
desteklediği ilk bölümde, yazar öğle uykusunun sanattaki yansımalarını ele
alıyor. Etkin üretim ahlakının kınadığı bir kurum olarak öğle uykusu bir
direniş tarzı olarak siyasi ve toplumsal boyutlarıyla da ele alınıyor kitap
boyunca. Elbette kültürel etkiler yoğunlukla vurgulanıyor; örneğin İspanya ve
İtalya’da bir kültürel olgu olan öğle uykusuna Çin’de xiu-xi
deniyor ve yine Çin’de, 1949 Anayasası’nın 49.maddesinde açıkça öğle uykusu
hakkından söz ediliyor.
Girişteki methiyenin ardından yazar, kitabın ilk bölümünde öğle uykusunun
sanattaki yansımalarına yani öğle uykusu tablolarına bakar. Monet, Manet, Toulouse-Lautrec, Gauguin ve
daha niceleri, adına öğle uykusu denen, o “duran zaman”ı, gün içlindeki o
arayı, insanın “kendine ayırdığı süre”yi betimlediklerini görür. Ona göre bu
resimlerde ana konu öğle uykusu değildir. Resimlerin konusu öğle uykusu olmasa
da onun varlığını asla yadsımazlar. Hatta bu resimlerde izleyiciye öğle
uykusunun cinselliğe, bedensel arzuya, bedenlerin birleşmesine eşlik ettiğini
düşündürtürler. Gerçekten de bu resimlerdeki yarı çıplak insanların birbirine
değmesi, mayışmış yüzler, serbest kalmış bedenler cinsel çağrışımlara neden
olmaktadır. “Öğle İblisi” bölümünde resim ve heykel sanatında bu tatlı uykunun izlerini sürüyor. Zampieri’den Caravaggio’ya, Bruegel’den Rembrandt’a, Courbet’ten Seurat’a... ‘Öğle iblisi’ni mitolojide arıyor ardından.
Paquot, “Kendine Ait Bir Zaman” başlığını verdiği bölümde onun gönderme yaptığı başka isimler ve metinler de var. Bunlar arasında bizim edebiyatçılarımızdan andığı isim Yaşar Kemal de var. “Zaman meselesi” için şöyle kendini ifade ediyor yazar:
“ Anne tarafından dedem hiç aksatmadan öğle uykusu uyurdu. Öte yandan ne sıra dışı bir adamdı, ne de keşiş: Belki de zamanın yoğunluğunu bizlerden daha iyi değerlendirir, vaktini tadına vara vara düzenlerdi. Bu konuda yalnız da sayılmazdı. Söylediklerime inanmıyorsanız, André Gide’in aynı zamanda Thomas Mann’ın Günlük’lerini okuyun, XIX. yüzyılda doğmuş bu adamların yaşamlarında öğle uykusunun önemini anlarsınız. Ama görünen o ki, Jorge Amado’nun, Yaşar Kemal’in, Tevfik el-Hakîm’in, Miguel Angel Asturias’ın, Rabindrath Tagore’un romanlarındaki pek çok kahraman için de öğle uykusu belirleyici bir süreçtir: insanın düşüncelere dalıp gittiği, düş kurduğu, keyif yaptığı ya da uyuduğu bir süreç.”
Yazar, zaman meselesini ele aldığı bu bölümde Perec’ten Andre Gorz’a uzanan çok çeşitli isimleri anıyor.
İlerleyen bölümlerde toplumun “çalışma saatleri” üzerine odaklanıyor. Amerikan teknoloji tarihçisi Lewis Mumford’un şu sözlerine yer veriyor: “Çağdaş sanayi döneminin asıl kilit makinesi buhar makinesi değil, saattir”. Mekanik saat, on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda, Hıristiyan âleminin önemli kentlerinde her saat başı çalan bir çan size zamanı hatırlatır. Bu akrep ve yelkovanla donatılmış olmasa da, geçen zamanı insana hatırlatma işlevini yerine getirir. İnsan yaşantısının bu saatin ritmine göre kendini ayarlanması istenir. Çünkü Thierry’ye göre saat kapitalizme başka bir zamandizini kazandırır. Zaman bir deneyimler zinciri olarak değil, bir saat, bir dakika, bir saniye gibi görüldüğünde, onu fazlalaştırmak ya da ölçülü kullanmak gerekir. Çan kulesinin tepesinde bize saati hatırlatan kocaman saat, birkaç yüzyıl içinde, evlerdeki duvar saatlerine, ardından kişisel cep saatlerine dönüşerek ve gitgide daha da gelişip ufalanarak insanın üzerinde taşıdığı en gerekli araca dönüşür. İlk cep saatlerini sadece varlıklı kesim satın alabiliyorken, on sekizinci yüzyılın sonundan başlayarak, sanayileşen ve ücretli çalışan Avrupa’da saat “halka yayılır”, o kadar ki İngiltere’de saatlerin vergilendirilmesi kararı alınır. Bu karar halk arasında büyük ölçüde tepki alır. Başbakan, bir evdeki sadece ikinci saatten vergi alınması gibi birtakım değişiklikler önerir. Bu önlem de yalnızca birkaç ay sürer. En yoksullar bile Duvar ve Cep Saatleri Kulüpleri sayesinde taksitle saat edinmeye çalışırlar. Saat vazgeçilmez bir nesne olarak kendini dayatmıştır.
Ama “saat” in değerli olmasının tek nedeni, mekanik
zamanın tüm toplumsal zamanı düzenlemesidir. Öngörülmemişlerin, sürprizlerin,
programsızlığın sonu gelmiştir. Kişiye
zamanını nasıl kullanması gerektiği bir buyruk gibi yankılanır. 1700’den sonra,
yoklama kâğıdıyla, zaman ölçümcüsüyle, para cezalarıyla “sıkıdüzenli sınaî
kapitalizmin” tembel ve işe geç kalan işçileri ihbar eden “jurnalci” saatleri
vardır. Düzenleme kırsal alanda daha acımasızdır. Tarım işçilerine
“gündelikçiler” terimi bir günde sürülebilecek toprak ölçüsünden gelir. Aylak, öğle uykucusu köylü, canını istediği
gibi düzenleyemeyecektir artık.
Dışarıdan dayatılan, kendi yaşama tarzına bütünüyle yabancı bir
sıkıdüzene boyun eğmek zorunda kalmıştır.
İşveren sizin olabildiğince fazla üretmenizi, boş geçecek
zamanların önüne geçmeyi hedefler. İşçinin saatleri bölünür. Kaç saat
çalışacağı belirtilir. Çalışanların uğraşlarını belli saatlere göre bölüştüren
ilk yönetmenliklerin ortaya çıkışıyla, grevler ve “çalışma zamanı” konusunda
talepler baş gösterir. Her şeyi Chaplin’in Modern
Zamanlar filminin afişindeki o resim özetler. Artık işçi tamamen bağımlı olduğu çarklı bir
makinenin çarklarından birine dönüşmüştür. İnsanın yaşamı elinden kayarken,
parça parça bir kayboluşa sürüklenir. Hep bir yabancıymış gibi kendini
duyumsamak; oraya buraya, şu işe, bu işe koşturmak… Bu çarklar saat
mekanizmasındakilere bir göndermedir. Sanayinin, fabrikalarda giriş çıkışlarda
imza atan, kadını erkeği herkesin bireysel zamanından beslendiğini açıkça dile
getirilmesidir.
Thierry Paquot, Jean Giono’nun Poids du Ciel (“Gökyüzünün
Ağırlığı) kitabındaki şu sözlerini kendi tezini doğrulamak için alıntılıyor. “Yaşamı doğal biçimde kullanmak yaşamakla
olur. Yaşamak doğal sevincin ardında koşmak demektir. Sevinç ne bir toplumsal ürün, ne de teknik
bir üründür. O bireysel bir üründür; doğal zenginliklerle zengin birey,
cisminin uzamı işgal ettiği tüm o zamanı, bir insan ömrüne sahip çıktığı ve
koruduğu ölçüde bir başkasından daha nitelikli olacaktır. İnsan özgür
yüceliklerde yaşar.”
Öğle uykusu bu “özgür yücelikler”dendir. İnsan bedeninin ve
de ruhunun gün içinde kısacık bir uykuyla dahi sistemi nasıl cilaladığı,
verimliliğini ve yaratıcılığını artırdığı bir sır değil.
Bu arada İspanya’da yaşadığım dönem boyunca bizzat yaşadığım
siesta zamanını sizlerle paylaşmak
istiyorum. Madrid’e bir saat araba mesafesinde olan Salamanca’ya
vardığımda öğlen olmuştu; ortalık terk edilmiş gibiydi. Her şey bir an için
hareketsiz bir biçimde donmuştu: zaman, yaşam, düşler, arzu ve özlem… Siesta vaktinin Salamanca’nın kutsal
zamanı olduğunu yaşadıkça öğrenecektim. Yadırgamıştım bu durağanlığı bir
müddet. Alışmam zaman aldı. Siesta’nın tadını ben de her İspanyol gibi
çıkarmaya başlayınca, onun günün saydam gövdesinde mutlu bir durağanlık
olduğunun ayrımına varacaktım. İspanya beni fethedecekti. Sonunda baştan
çıkarılmıştım. Ve ben bundan mutluluk duyacaktım. Siesta günün yaş dökümünde
insanın zamana meydan okuyuşuydu. Saatlere ayarlı yaşantımızın baş döndürücü
temposunda bir soluklanma zamanıydı. Kentin uğultusu yoktu. Issız ve
alabildiğine sessiz bir kentin ortasında bir an için yakalanmış ve sadece bir
an süreceğini bildiğim uçucu bir mutluluk dilimini içime doyasıya çeke çeke
yaşıyordum.
O güçlü köpeğin ağaçların gölgesinde mutlu mesut uyuyuşu… Paçavralar
içindeki serserinin yüksek otların arasındaki serin yorgunluğu… Nemli, uzak bir
temmuz gününde bir kedinin kaldırım üzerindeki uyuşukluğu…Yorgun gözlere çöken
esnemenin lezzeti – hepsi de değişik uyku halleriydi. Beni unutuşa davet eden, beni oyalayan,
ruhumun panjurlarını usulca iten, beni yatıştıran, bana el değmeden bedenimde bir
elin okşayışı gibidir. Çünkü uyumak, biz
farkında değilken uzakta olmamızdı.
Uzanmak, kendi bedenimizle kendimizi, dünyayı, bu âlemi unutmamızdı.
Bilinçsiz olma özgürlüğümüzdü. Kısa bir dönem için yaşadığımız
hiçliğimizdi.
Siz de yaşamışsınızdır.
Yepyeni bir tazelilikle uyanır insan öğle uykusundan.
Evrenin sessizliği sonsuza dokunur. Uyku damla damla akar
gözkapaklarınıza
Varlığınızın hiçe indirgendiğini hissedersiniz. Başınızın
cismen yastığa gömüldüğünü, orada küçük bir vadi oluşturduğunu hissedersiniz.
Yastık kılıfının yüzü, loş ışıkta teninize bir beden gibi temas eder.
Gözkapaklarınız yorgunluktan seğirir. Kirpiklerimizin kabarık yastığa
değmesiyle incecik, zor duyulan bir ses çıkar. Dudaklarınızın, yüzünüzün
etrafını kuşatan yastık kılıfının hafif kıvrımlarını usulca oynatarak
gülümsediğinizi hissedersiniz. Kendinizi uykuya teslim edebilirsiniz, uyuyabilirsiniz,
kendinizi unutabilirsiniz.
Hepimiz şu ya da bu şekilde bize nasıl olunması gerektiği dayatılmış
elden bilgilerle, ideolojilerle donatılmış bir üst-sistemler karmaşasının içine
doğuyoruz. Yani hiçbir şey kendi seçimimiz değil. Seçimlerimizi ne oranda özerk
bir şekilde yaptığımız üzerine bir çalışma olarak okudum bu kitabı.
Özerk insan nedir?
Engin Geçtan özerk insanı şöyle tanımlıyor: “Özerklik, bir insanın
seçimlerini dış etkenlerden ve şartlanmalardan bağımsız şekilde ve iç sesi
doğrultusunda yapabiliyor olma özgürlüğüdür.” Özerk olmamak yani sürü olmak,
kuzu kuzu itaat etmekle eş anlamı ifade ediyor. Özerk olmayı öğrenememiş
olmanın başlıca belirtileri, karar verememe ya da verilen kararla ilgili
şüpheye düşme ve kendini ortaya koymaktan utanma olarak kendini gösteriyor. Özerkliği
yeterince öğrenememiş insanların eylemlerini kendileri için değil, kim olduğu
belli olmayan birileri için yaparcasına gerçekleştirdiklerini, çoğu
seçimlerimizin şartlanmalar sonucu yapıldığına değiniyor. Engin Geçtan’a göre, “Ne
istediğini seçmekte zorlanan günümüz insanı genellikle ya başkalarının
yaptığını yapıyor ya da üst-sistemlerin taleplerine boyun eğiyor.”
İşte bu evrede sözü Thierry Paquot alıyor. Kendi yazgısına hükmedebilen veya
en azından bu konuda hiç kimsenin müdahale edemeyeceği bir özgürlüğe sahip
olduğunun bilincindeki insandır Thierry Paquot’nun gönlünde yatan. Thierry
Paquot bu dünya düzeni ile ilişki kuramaz. Ona göre insanoğlunun zamanı
parsellenmiştir. Israrla çalışma saatleri ile hesaplaşır. Çalışma düzeninin
ezici ağırlığı ile bedensel öznenin özgürlüğü olan gereksinimini olanca
açıklığıyla gözler önüne seriyor. Kalıplaşmış tüm kavramların tepe taklak
olduğu, dayatılmış tüm kalıpların, yerleşik tüm öğelerin alt üst olduğu bir
sistem öneriyor.Yaşamın evrensel yüceliği ve sınırsız cömertliğini yaşamak
adına.Bir saat önce müthiş bir sarsıntıyla uyandım. Hangi çağda, nerede, kim olduğumu, müthiş bir panik ve inanılmaz bir şekilde yataktan fırlamayla “Ya? Ne oluyor bana?” dememle birden odamdan dışarı fırladım. Eve torunum gelmiş, ben de onun açtığı müziğin sesiyle uyanmışım. Yüzlerce yıllık bir inzivada yaşamış gibiydim. Issız bir göl gibi. Gözlerimi sokağa diktim. Dışarıdaki ağaca baktım. Sokaktan geçenlere. Uğuldayan arabalara. Her gün sesini dinlediğim sokağın uğultusunu duydum. Her şey bir netliğe büründü. Yaşayıp yaşamadığım bir zaman dilimiydi sanki. Bütün beynim bir anda- nadiren olur- durmuştu. Hiçlik duygusuydu bu belki, garip… Mutlu bir şaşkınlıktı yaşadığım.Yaşam, içinden, ta derinlerden, kendini bana fısıldıyordu. Bir kuş ince bir dala kondu, hayretle bana baktı ve sonra neşeli bir cıvıltıyla hızla tekrar uçup gitti.
Thierry Paquot ile karşılaşınca, felsefi soruların önünden
geçilip gidilemeyeceğini anlıyorum. Onun
bana anlattıklarıyla değişimde, farkındalıkta, anlamda yeni boyutlar
ediniyorum. Onun da amacı bu değil
mi? Biyolojik bir beden olarak yaratılan
insanın, düşünerek kendini yeniden yaratması değil mi?
Raşel
Rakella Asal
22
Aralık 2010
Kaynakça:
Thierry Paquot, Bir
Sanattır Öğle Uykusu, Can yy, Mayıs 2010
Galina Kirilenko, Lydia Korshunova, Felsefe Nedir? Bilim ve Sanat Kitapları, Mayıs l987
Engin Geçtan, Zamane,
Metis yy, Mart 2010
Müge Karahan, Öğle
Uykusunun Daveti, www. kitaphaber.net.com
BanuTuna, Bir Lütuftur
Öğle Uykusu, btuna@hurriyet.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder